İslam Dinini Devletleştiren Bedir Savaşı*

                       

Peygamberliğin Mekke'de geçen ilk on küsur yılında davet; sebat ve dayanıklılık hususundaki başarısını ispat etmişti. Bu başarı iki noktaya dayanıyordu:

Birincisi; en üstün karakter özelliklerine sahip olan Peygamber aleyhisselâm görevini hikmet ve güzel öğütle yapmış, her tür tehlike ve engeli aşarak bu hareketi başarılı bir sona ulaştıracağını göstermişti.

İkincisi; davet, insanların zihinlerini ve gönüllerini kendisine çekecek kadar etkileyiciydi; öyle ki cahiliye, hurafe ve ön yargılar onun gelişmesini önleyemedi. İşte bu nedenle, bu "hareket"i önceleri küçümseyen "cahiliye" Arapları, peygamberliğin Mekke döneminin sonlarında aynı "hareket"i büyük bir tehlike olarak kabul etmeye başlamış ve sahip oldukları tüm güçlerle onu ezmeye çalışmışlardı.

Fakat bütün bu gücüne rağmen İslam hareketi, zafere ulaşacak bazı imkânlardan henüz yoksundu: 

1) Harekete sadece inanmakla kalmayıp kendilerini tamamen onun zaferine adayan kişilerin sayısı henüz azdı; ama kendilerini davaya öylesine adamışlardı ki, tüm enerji ve çabalarını ortaya koymaya, hatta en yakın akrabaları bile olsa tüm dünyaya karşı davalarını savunmak için savaş açmaya ve bu uğurda canlarını fedaya etmeye hazırdılar. Müslümanlar, Kureyşliler elinde en şiddetli işkencelere maruz kalmışlar ve imanlarındaki sebatlarını ve İslâm'a olan bağlılıklarını ispat etmişlerdi; fakat İslam'ın, çevresinde o idealden başka hiç bir şeyi önemsemeyen ve hayatlarını onun yolunda feda eden bir insan grubu toplandığını gösterilebilmesi için başka denemelere de ihtiyaç vardı.

2) İslâm'ın sesi tüm ülkeye yayılmıştı ama etkisi ve topladığı güç, sadece belirli bir bölge ile sınırlı idi; eski "cahiliye" düzeni ile şiddetli bir çatışmaya girecek kadar yeterli bir güce henüz ulaşamamıştı.

3) İslâm'ın henüz kendi yurdu yoktu ve gücünü yoğunlaştırıp, ileriki hareketler için bir dayanak olarak kullanabileceği bir toprağa henüz sahip değildi. Müslümanlar ülkenin her tarafında dağınık bir halde, kendilerini yurtlarından söküp çıkarmak isteyen kana susamış düşmanlarıyla iç içe yaşıyorlardı.

4) Müslümanlar henüz İslam'a dayalı hayat tarzının bereket ve lütuflarını pratikte gösterebilecek bir fırsat elde edememişlerdi. Ne bir İslam kültürü, ne bir İslam ekonomisi, sosyal ve siyasal sistemi, ne de onlara yol gösterecek savaş ve barış ilkeleri vardı. Müslümanlar, tüm hayat tarzlarının dayanağını teşkil edecek bu ahlâkî ilkeleri herkesin göreceği tarzda ortaya koyma fırsatı bulamamıştı…

Allah Teâlâ bu eksiklikleri doldurmak için fırsat yarattı.

 

Yesrib’i “İslâm Şehri” Olmaya Hazırlayan Akabe Biatı

Hz. Peygamber'in Mekke'de geçirdiği son dört yıl boyunca İslam'ın sesi Yesrib'de (Medine'de) etkisini hissettirmiş ve Yesribliler, diğer Arap kabilelerinden daha hızlı ve hazır bir şekilde daveti kabul etmişlerdi. Peygamberliğin 12. yılında, hac mevsiminde 75 kişilik bir heyet gecenin karanlığında Allah Rasûlü  ile buluştu. Bunlar sadece iman etmekle kalmadılar, aynı zamanda ona ve taraftarlarına bir yurt/yuva vermeyi teklif ettiler. Rasûlullah aleyhisselâm Allah'ın lutfettiği, bu çığır açan fırsatı değerlendirdi.

Yesribliler bu teklifin ciddiyetini biliyorlardı ve bunun sadece bir mülteciye sığınma hakkı vermek anlamında olmadığını ve Allah'ın Rasûlünü, başkanları olması için davet ettiklerinin de farkındaydılar. Keza,  muhacirlerle birlikte, kendilerinin de katılacağı düzenli bir toplum oluşturmak üzere davet ettiklerini de biliyorlardı. O halde Yesriblilerin yaptığı teklif, Yesrib'i "İslam Şehri" yapmaktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onların davetini kabul etti ve Yesrib'i Arabistan'da ilk "İslam Şehri" yaptı.

Yesriblilerin bu teklifi aslında, tüm Arabistan'a savaş ilanı demekti. Ve Yesribli "Ensâr" Akabe'de Hz. Peygamber'e biat ettiklerinde, bunun sonuçlarının da farkındaydılar. Biat sırasında Yesribli delegelerin en genci olan Esad b. Zürare radıyallahu anh ayağa kalktı ve şöyle dedi:

-"Ey Yesribliler! Beni dinleyin ve meseleyi etraflıca düşünün. Biz onu Allah'ın Rasûlü olarak kabul edip geldik, ama tüm Arabistan'ın düşmanlığını üzerimize çekeceğimizi de bilmeliyiz. Çünkü onu Yesrib'e götürdüğümüzde bize saldırılacak ve çocuklarımız kılıçtan geçirilecek. Bu nedenle, eğer bunu karşılamaya cesaretiniz varsa ona biat edin. O zaman Allah size onun mükâfatını verir. Ama siz kendi canınızı, ondan ve getirdiği mesajdan daha çok seviyorsanız, bu meseleyi burada bırakın ve açıktan açığa özür beyan edin. Çünkü Allah şu anda özürlerinizi kabul eder."

Heyetten Abbas b. Ubâde b. Nadle (r.a), aynı noktaları vurguladı:

-"Bu şahsa yaptığınız bağlılık yemininin ne ifade ettiğini biliyor musunuz?" (‘Evet, biliyoruz’ sesleri.) "Siz ona biat etmekle tüm dünyaya savaş ilan ediyorsunuz. Artık hayatlarınız ve mallarınız için her tür tehlike gündemdedir. Bu nedenle iyi düşünün. Eğer zihninizden o zaman onu düşmanlarına teslim etmek gibi bir düşünce geçiyorsa, onu şimdi yalnız bırakmak daha iyidir. Çünkü böyle bir davranış size bu dünyada da ahirette de utanç ve zillet getirecektir. Diğer taraftan eğer bu davetin neden olacağı tüm sonuçlara göğüs gereceğinize samimiyetle inanıyorsanız, o zaman en hayırlısı ona biat etmenizdir. Çünkü Allah'a andolsun ki bu size bu dünyada da, ahirette de hayır getirecektir."

Bunun üzerine heyettekilerin hepsi bir ağızdan bağırdılar:

-"Bütün servetimizi, akrabalarımızı ve ailemizi onun uğrunda feda etmeye hazırız!"

İşte "İkinci Akabe Biatı" diye bilinen meşhur bağlılık yemini bu zaman yapıldı.

Diğer taraftan Mekkeliler de kendi açılarından bunun ne anlama geldiğinin farkındaydılar. Çok iyi tanıdıkları Hz. Muhammed'in, büyük şahsiyeti ve olağanüstü yetenekleriyle bu anlaşma sonucu büyük bir destek kazanacağını fark ettiler. Çünkü bu, Rasûlullah aleyhisselâm'a bağlılık ve sebatları denenmiş müminlerin O’nun liderlik ve rehberliğinde disiplinli bir toplum halinde birleşip bütünleşmelerine yardım edecekti. Ve kâfirler bunun, kendi cahili hayat tarzları için ölüm anlamına geldiğini de biliyorlardı. Hayatlarını kazandıkları tek ve en önemli kaynak olan ticaret için Medine'nin ne denli stratejik bir öneme sahip olduğunun da farkındaydılar. Medine'nin coğrafi konumu, Müslümanların, Yemen'le Suriye arasındaki ticaret yolunu kesmelerini ve böylece onların ve diğer putperest kabilelerin ekonomilerini kökten sarsmalarını mümkün kılacak nitelikteydi. Tâif ve diğer bölgeler hariç sadece Mekkelilerin bu yol üzerinden yaptığı ticaretin değeri yılda 200 bin dinar tutuyordu.

Akabe Biatı'nın ifade ettiği anlamı iyi bilen Kureyşliler o gece bu sözleşmeyi haber alınca büyük bir rahatsızlık duydular. İlk önce Medinelileri kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Fakat Müslümanların küçük gruplar halinde Medine'ye hicret ettiklerini görünce, Rasûlullah’ın da bir süre sonra hicret edeceğini anladılar. Sonra da bu büyük tehlikeyi engellemek için kesin bir tavır almaya hazırlandılar.

 

Hicret ve Sonrasındaki Güç Mücadelesi

Rasûlullah aleyhisselâm'ın hicretinden birkaç gün önce Kureyşliler onun (s.a.s) hayatına son vermek üzere Benî Hâşim hariç Kureyş'in her kabilesinden bir kişi seçtiler. Bunun amacı Hâşimoğullarını diğer Kureyş kabilelerinin tümü ile savaşı göze alamayıp, Efendimizin (s.a.s) öldürülmesinin intikamını almak yerine, kan diyetini kabule zorlamaktı. Fakat Allah'ın bir lütfu sonucu Efendimizin (s.a.s) hayatını hedef alan tuzak boşa çıktı; Rasûlullah (s.a.s) sağ salim Medine'ye ulaştı.

Mekkeliler bu kez, Medine'ye ulaştığından beri Hz. Peygamber'e (s.a.s) kin besleyen Abdullah b. Ubey'den faydalanmayı düşündüler. Abdullah, Medine'nin ileri gelen liderlerindendi ve halkı onu kral yapmaya karar vermişti. Fakat Evs ve Hazrec'in çoğunluğu Müslüman olup, Hz. Peygamber'i başkanları olarak kabul edince, onun kral olma konusundaki tüm ümitleri suya düştü. Bu nedenle Kureyşliler ona şöyle bir mektup yazdılar:

"Düşmanımıza sığınma hakkı tanıdınız. Açıkça söylüyoruz ki; ya onunla savaşır ve onu şehrinizden sürgün edersiniz ya da andolsun size saldırır, erkeklerinizi öldürürüz ve kadınlarınızı cariye ediniriz."

Bu mektup Abdullah b. Ubey'in kıskançlık duygularını alevlendirdi ve Efendimize çeşitli tuzaklar planladı. Fakat Hz. Peygamber tam zamanında gerekli önlemleri aldı ve onun düzenlerini bozdu.

Kureyşliler tehdit için bir fırsat daha buldular. Medine'nin ileri gelenlerinden biri olan Sa'd b. Muâz radıyallahu anh, Umre için Mekke'ye gittiğinde, Ebu Cehil, Kâbe'nin önünde onun yolunu kesti ve şöyle dedi:

"Siz, dinimizi reddedenlere sığınma hakkı verip yardım ederken, senin huzur içinde umre yapmana izin vereceğimizi mi sanıyorsun? Ümeyye b. Halef'in misafiri olmasaydın, buradan sağ çıkamazdın."

Sa'd ona: "Allah'a andolsun, eğer beni bundan alıkoyarsan ben de senden daha kötü bir intikam alırım ve senin Medine'den geçen yolunu keserim" cevabını verdi.

Bu olay, Mekkelilerin, Müslümanları Kâbe'ye hac ziyareti yapmaktan alıkoyacakları, Medinelilerin ise buna karşılık Suriye ticaret yolunu İslâm düşmanlarına kapatacakları konusunda bir ilâna neden oldu. Gerçekte Müslümanların, çıkarları bu ticaret yoluna bağlı olan Kureyşlileri ve diğer kabileleri, İslam'a karşı düşmanca tavırlarını tekrar gözden geçirmeye zorlamak için bu yolu dikkatli bir gözetim altında tutmaktan başka seçenekleri yoktu. İşte bu nedenle Hz. Peygamber  bu meseleye çok büyük önem vermiştir. Yeni kurulan İslam toplumunu organize etmek için gerekli ilk düzenlemeleri ve komşu Yahudi topluluklarıyla barış anlaşmaları yaptıktan sonra, bu bağlamda iki önlem almıştır.

 

Mekke-Şam Ticaret Yoluna Hâkim Olmak İçin Alınan Tedbirler

1) Peygamberimiz, Kızıldeniz'le bu ticaret yolu arasında yaşayan kabilelerle anlaşma yapıp onları Müslümanlarla tarafsızlık anlaşması imzalamaya ikna etmek üzere başarılı görüşmeler yaptı. Sahildeki dağlık bölgenin en önemli kabilelerinden biri olan Cuheyne ile tarafsızlık anlaşması yaptı. Daha sonra, Hicretin 1.yılının sonunda, Yenbu ve Zu'l-Uşayra'ya yakın bir yerde yaşayan Benî Damre kabilesi ile savunma anlaşması yaptı. H. 2.yılda Benî Müdlic de, Benî Damre'nin komşuları olduğundan bu anlaşmaya dâhil oldu. Daha sonra Müslümanların tebliğ çalışmalarının sonucunda bu kabilelerden birçoğu İslam'ı kabul ettiler.

2) Rasûlullah aleyhisselâm Kureyşlilere bir uyarı olsun diye bu yola art arda küçük askeri timler gönderdi ve bazılarında kendisi de bulundu. H. 1. yılda bu yola 4 sefer yapıldı: Hz. Hamza'nın, Ubeyde b. Hâris'in ve Sa'd b. Ebi Vakkas'ın (r.a) liderliğindeki seferler ve Hz. Peygamber'in liderliğindeki Ebvâ Seferi.  2. yılın ilk ayında aynı ticaret yoluna iki akın daha düzenlendi. Bunlar da Buvat gazvesi ve Zu'l-Uşayra gazvesi diye bilinirler. Tüm bu gazve ve akınlar hakkında önemli olan iki nokta dikkate değer:

Birincisi; bu akınlardan hiçbirinde ne kan döküldü ne de bir kervan yağmalandı. Böylece, bu akınların asıl amacının Kureyşlilere rüzgârın hangi yönde estiğini göstermek olduğu açığa çıktı.

İkincisi; Rasûlullah (s.a.s) bu akınlardan hiç birine hiçbir Medineliyi göndermedi. Seriyyelere sadece muhacirler katıldı. Böylece çatışma Kureyşliler arasında kalacak ve başka kabilelerin girmesiyle daha da yayılmayacaktı. Mekkeliler ise bu çatışmaya başkalarını sokmaya çalıştılar. Medine'ye saldırıp çevresini talan etmekten çekinmediler. Mesela, Kurz b. Câbir el Fihrî liderliğindeki çete, gerçek niyetlerini gösterecek şekilde, Medine’nin hemen dışındakilerin sığırlarını talan edip ele geçirdi...

Ebû Süfyân Başkanlığındaki Ticaret Kervanının Savaşı Tetiklemesi

Hicri 2. yılın Şaban ayında sadece otuz-kırk kişinin koruyuculuğunda, 50.000 dinar veya daha fazla değerde mal taşıyan Kureyş ticaret kervanı, Suriye'den Mekke'ye giderken Medine civarında kolayca engellenebilecek bir konumdaydı. Kervan binlerce liralık ticari mal taşıdığı ve çok iyi korunmadığı için, tecrübeli kervan lideri Ebû Süfyân, Müslümanların doğal olarak bir saldırı düzenlemesinden korktu. Ve tehlikeli bölgeye girer girmez, yardım çağrısında bulunması için bir atlıyı Mekke'ye gönderdi. Atlı adam Mekke'ye geldiğinde, eski bir Arap geleneğine uyarak, devesinin kulaklarını yırttı, burnunu kesti ve devesine ters bindi. Daha sonra gömleğini önden ve arkadan yırtıp acındırarak tüm sesiyle bağırdı:

-"Ey Kureyşliler! Suriye'den gelen kervanımızı korumak için yardım gönderin! Çünkü Muhammed ve adamları onun peşinde! Aksi takdirde mallarınıza kavuşacağınızı sanmam! Koşun, yardıma koşun!"

Bu tüm Mekke'de heyecan ve kızgınlık yarattı ve Kureyş'in tüm ileri gelenleri savaşa hazırlandılar. 900 silahlı asker ve 100 süvariden oluşan bir ordu, büyük bir coşku ve gösterişle savaş için yola çıktı. Amaçları sadece kervanı kurtarmak değil, aynı zamanda Medine'de güçlenen Müslümanların bu yeni tehdidine toptan bir son vermekti. Ticaret yolunu gelecekte tamamen güvenilir bir hale getirmek için bu yükselen gücü kırmak ve çevredeki kabileleri korkutup sindirmek istiyorlardı.

Etrafta olan olaylardan ve çevrenin durumundan her zaman haberdar olan Hz. Peygamber (s.a.s) karar verme zamanının geldiğini hissediyordu. Bu an kullanılmazsa İslami hareket ebediyen sona erebilir ve tekrar dirilmesine hiç bir fırsat kalmayabilirdi. Eğer Kureyş Medine'ye saldırırsa, Müslümanlar çok zor durumda kalabilirlerdi. İslam toplumu tehdit altındaydı. Muhacirler, Medine'de kaldıkları kısa süre içinde (iki yıldan az) henüz ekonomik durumlarını düzeltememişlerdi. Ensâr henüz denenmemişti ve komşu Yahudi topluluklar da düşmanca bir tutum içindeydi. Ayrıca Medine'nin içinde güçlü bir müşrik ve münafık grup vardı. Bunun da ötesinde komşu kabileler, Kureyş korkusuyla yaşıyorlar ve onlara dini açıdan yakınlık duyuyorlardı. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.s) muhtemel saldırı sonuçlarının Müslümanların lehine olmayacağını hissediyordu.

İkinci ihtimal ise, Kureyşlilerin Medine'ye saldırmayıp sadece bir kuvvet gösterisi ile kervanlarını sağ salim kurtarmaya çalışmalarıydı. Bu durumda da eğer Müslümanlar hareketsiz kalırsa bu onların şöhretini kötü yönde etkileyecekti. Bu çatışmada Müslümanların göstereceği bir zayıf tutum, diğer Arapları da cesaretlendirecek ve bölgede Müslümanların hayatını çok güvensiz bir konuma sokacaktı. Kureyş'in örnek olmasıyla, çevre kabileler onlara düşmanlık yapacak, Medineli Yahudi, müşrik ve münafıklar da Müslümanlara başkaldıracak ve sadece can, mal ve haysiyet güvenliğini tehlikeye sokmakla kalmayacak, aynı zamanda onların Medine'de yaşamasını bile zorlaştıracaktı.

Durumun dikkatle incelenmesi, Hz. Peygamber'i (s.a.s) bu kararlı adımı atmaya ve toplayabildiği güçle savaşa gitmeye yöneltti. Çünkü İslam toplumu, ancak bu şekilde varlığını koruyabilecekti.

Hz. Peygamber (s.a.s) bu büyük kararı verince, tüm Ensâr ve Muhaciri toplayıp her şeyi anlattı:

-"Allah size iki şeyden biriyle karşılaşmayı vadetti; kuzeyden gelen kervan veya güneyden gelen Kureyş ordusu. Hangisine saldırmak istiyorsunuz?"

Oradakilerin çoğu kervana saldırmak istediklerini söylediler. Fakat asıl amacı gözeten Rasûlullah, sorusunu tekrarladı. Bunun üzerine Muhacirlerden Mikdâd b. Amr (r.a) ayağa kalkıp şöyle dedi:

-‘Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın sana emrettiği yöne git, nereye gidersen biz seninle beraber geliriz. Biz, İsrailoğulları gibi: "Git ve Rabbinle birlikte savaş, biz burada oturucularız." demeyiz. Bilakis: "Git ve Rabbinle birlikte savaş; biz de son nefesimize dek sizin yanınızda savaşacağız" deriz.’

Peygamber (s.a.s) yine bir karara vardığını belirtmedi ve henüz İslam uğrunda hiçbir savaşta rol almayan Ensâr'dan bir cevap bekledi. Bu onların İslam uğrunda savaşmaya hazır olduklarını ispat edecekleri ilk fırsat olduğundan Rasûlullah (s.a.s) doğrudan onlara hitap etmeksizin üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Ensar'dan Sa'd b. Muâz (r.a) ayağa kalktı ve:

-‘Galiba bu soruyu bize soruyorsun’ dedi. Hz. Peygamber (s.a) "Evet" deyince Sa'd şu cevabı verdi:

-‘Biz sana inandık, senin getirdiğin şeyin hak olduğunu tasdik ettik.  Seni dinlemek ve sana itaat etmek üzere kesin söz verdik. Bu nedenle, Ey Allah'ın Rasûlü neyi dilersen onu yap. Seni Hak'la gönderen Allah'a andolsun ki seni deniz kıyısına kadar takip etmeye hazırız. Eğer denize girersen biz de seninle birlikte gireriz. Seni temin ederiz ki, hiç birimiz geride kalmayız ve seni terk etmeyiz...’

Ve Bedir Savaşı

Bu konuşmalardan sonra, kervana değil Kureyş ordusuna doğru yürümeye karar verildi. Bu karar basit bir karar değildi. Çünkü savaş alanına giden askerlerin sayısı 300’den biraz fazlaydı (86 Muhacir, 61 Evsli, 170 Hazrecli). Bu küçük ordunun birkaç atı vardı ve diğerleri toplam 70 deveye sırayla üçer dörder biniyordu. En önemlisi, savaş için yeterli silahı yoktu. Sadece 60 kişinin zırhı vardı. Bu nedenle hayatlarını İslam uğruna feda etmeye hazır olanlar hariç, savaşa katılanların bir kısmı bile bile ölüme gidiyormuş gibi korkuya kapıldı; İslam'ı kabul etmiş olmalarına rağmen, bu imanın kendilerinden canlarını ve mallarını feda etmelerini isteyebileceğini idrak edememişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) ve gerçek müminler ise, hayati risk taşıyan bu kritik anın önemini kavramışlardı. Bu nedenle Allah'a dayanarak dosdoğru Kureyş ordusunun geldiği güney batıya yöneldiler. Bu, onların başlangıçtan beri kervanı yağmalamak için değil, Kureyş ordusu ile savaşmak üzere yola çıktıklarını gösterir. Çünkü eğer kervanı yağmalamayı düşünmüş olsalardı, güney-batı yönünü değil kuzey-batı yönünü tutarlardı.

İki ordu Ramazan'ın 17. günü Bedir'de karşılaştı. Kureyş ordusunun İslam ordusundan üç kat fazla olduğunu ve daha iyi silahlandığını gören Hz. Peygamber (s.a.s) ellerini kaldırıp şöyle dua etti:

"Allah'ım! İşte Kureyşliler savaş teçhizatlarıyla övünüyorlar, Senin rasûlünün yalancı olduğunu ispatlamaya gelmişler. Allah'ım! bana vadettiğin yardımı gönder. Allah'ım! Eğer senin kullarından oluşan bu küçük ordu helâk olursa, o zaman yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak."

Savaşta Mekkeli muhacirler en ağır imtihanı yaşadılar. Çünkü yakın akrabalarına karşı savaşmak; öz babalarını, oğullarını, dayı ve amcalarını kılıçtan geçirmek zorundaydılar. Sadece Hakkı samimiyetle kabul etmiş ve bâtılla tüm bağlarını koparmış olanlar böyle zor bir imtihandan başarıyla çıkabilirdi.

Ensâr'ın imtihanı da kolay değildi; o zamana dek Müslümanlara sığınma hakkı tanıyarak Kureyş ve müttefiklerini sadece dışlamakla kalmışlardı, fakat şimdi ilk defa onlarla savaşacaklar ve uzun sürecek bir savaşın tohumlarını atacaklardı. Bu da büyük bir imtihandı ve birkaç bin kişilik nüfusa sahip bir şehrin tüm Arabistan'a karşı savaş yükünü taşıyacağı anlamına geliyordu. Şu da açık bir gerçekti ki, sadece kişisel çıkarlarını feda edecek kadar İslam'a bağlı olanlar bu cesurca adımı atabilirlerdi.

Sonuç: Allah, Muhacirlerin ve Ensâr'ın kendilerini feda etmelerini, samimi imanları nedeniyle kabul etti ve onları yardımı ile mükâfatlandırdı. Kibirli, iyi silahlanmış Kureyş ordusu, İslam'ın bu silahsız erleri tarafından yenilgiye uğratıldı. Onlardan 70 kişi öldürüldü, 70 kişi de esir alındı. Ayrıca bu öldürülenlerin içinde İslam'a en büyük düşmanlıklar yapan Kureyş liderleri de vardı.

Zaferin Önemi: Bu büyük zaferin, İslam'ı kendi adıyla anılan bir güç haline getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Batılı bir araştırmacı, Bedir savaşından önce İslam'ın sadece bir din ve bir devlet olduğunu, fakat savaştan sonra bir devlet dini ve hatta devletin kendisi olduğunu söyler.

*Bu yazı, Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî’nin Tefhimu’l-Kur’ân adlı eserinde yer alan  Bedir Savaşı’na dair tahlilini esas almıştır.

 

Yazar: