Allah Rasûlünün Huzurunda Bir Kureyş Lideri: Utbe b. Rabîa

Toplantıya katılanlar huzursuzdu. Aynı konuları konuşmaktan sıkılmışlardı. Bir türlü çözüm bulamıyor her geçen gün fire veriyorlardı. Gençleri, köleleri, kızları, kadınları bir bir ellerinden kayıp gidiyordu. Hele şu son hadise hiç de iyi olmamıştı. Hamza’nın Müslüman olması onlara büyük bir darbe indirecekti. Onu o kadar sinirlendirmemeli ve üzerine gitmemeliydiler. Ne de olsa peygamberlik iddiasında bulunan yeğeni idi ve Hamza elbette O’nun tarafında yer alacaktı. Olan olmuştu. Yeni arayışlara girmeliydiler. Akraba ve ataları tüm Arapların ortak noktasıydı. Öyle şeyler söylemeliydiler ki herkesin kafası karışmalıydı. Hatta Muhammed’in bile… 

Huzursuz kıpırdanışlar yerini, yılandan keskin zehirli cümlelere bırakmaya başladı.

“Muhammed’in işi yaygınlaştı, işlerimizi karıştırdı!”

“Sihirde, kehanette, şiirde en bilgininiz kim ise araştırın da topluluğumuzu dağıtan, dinimizi ayıplayan şu adamın yanına varıp kendisiyle bir konuşsun.”

Herkes birbirine bakındı.

Utbe… Evet, evet Utbe…Utbe b. Rabîa… En uygun kimse… O, ne diyeceğini ve nasıl söyleyeceğini bilir. Utbe şöyle bir toparlandı. Bakışlarını düzeltti. Kendisine biçilen bu payenin hakkını verircesine konuşmaya başladı.

“Vallahi, ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidini işitmişimdir ve bunlarhakkındaki bilgilere vakıfım. Ben kalkıp Muhammed’in yanına varayım. Onunla konuşup kendisine bazı şeyler teklif edeyim. Hangisini kabul ederse, istediğini kendisine veririz. Bu sayede artık bizimle uğraşmaktan vazgeçer.”dedi.

Toplantıdakiler görevi üzerlerinden atmış olmanın memnuniyetini yaşıyorlardı.

Utbe kalktı ve tekliflerini sıralamak üzere Allah Elçisi’nin yanına vardı. Arap belagatinin en güzel cümlelerini sıralamak, O’nu yolundan vazgeçirecek en cazip teklifleri sunmak, halkın bölünmüşlüğünü hatırlatarak yüreğini burkmak ve akrabalarını hatırlatarak can damarından vurmak üzere konuşmaya başladı.

İlk hitabı özenle seçmişti. Akrabalık bağından yararlanarak ona yakın olduğunu hatırlatacak amma velâkin aynı akrabalık bağlarıyla onu zehirli oklarla peşpeşe vuracaktı. Gerçek niyeti diyemediklerinde gizliydi.

“Ey Kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki; kabile içinde aramızda şeref ve soyca üstün birisin. (Böylesin, böyleydin ama bu konumu artık hak etmiyorsun.)

Fakat kavminin başına büyük bir iş getirdin(Başımıza bela oldun).

Onların topluluklarını dağıttın(Mekke’nin birliğini bozdun).

Akıllarını akılsızlık saydın(Kendini üst mevkiye çıkardın).

Onların dinlerini ve ilahlarını ayıpladın(Tanrılarına hakaret ettin).

Onunla babalarından gelmiş geçmiş olanları tekfir ettin(Bağlılıklarını sarstın).

Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın yoksa Haşim mi?

Sen mi daha hayırlısın yoksa Abdulmuttalib mi?

Sen mi daha hayırlısın yoksa Abdullah mı?

Eğer bu kişilerin daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, bunlar senin ayıpladığın ilahlara tapıyorlardı.”

Utbe tam on ikiden vurduğunu düşünüyordu. Öyle bir kıskaca almıştı ki Allah Rasûlü’nün vereceği her cevap aleyhine olacaktı. Ona ağır bir darbe indirmiş olmanın keyfiyle konuşmaya devam etti. Bırakmamalı, konuşmasına fırsat vermemeli, galip geldiği iyice belli oluncaya kadar konuşmasını sürdürmeliydi. Sorular Muhammed’in hazır belini bükmüşken suçlamalarla devam etmeli, dizlerinin bağını çözüp yıkılmasını izlemeliydi.

“Biz hiçbir zaman kavmine senden daha uğursuz gelen bir kimse görmedik.

Topluluğumuzu dağıttın. İşimizi karıştırdın (işimize çomak soktun).

Araplar içinde bizi rezil ettin. Kureyşliler içinde bir sihirbaz, bir kâhin türemiş, dedirttin. (Kâhinlere karşı çıkıyorsun ama sen o konuma düştün.)

Vallahi biz kılıçlarımızla birbirimizi yok etmeye kalkışacağımız, çığlık koparılacak andan başkasını beklemiyoruz. (Savaşmamız gerekirse onu da yaparız. )

Gel sen beni dinle (sadede gelelim):

Sana bazı şeyler teklif edeceğim!

Onların üzerinde dur, düşün! Belki bazılarını kabul etmek işine gelir.

Allah Elçisi sabır taşını kıskandıracak bir şekilde “Söyle Ebû’l-Velîd! Dinliyorum.” dedi.

Utbe bütün iyi niyet maskesini takınarak çirkin tekliflerini bir bir sıraladı. Kendi helakini hazırladığının farkında bile değildi.

“Ey Kardeşimin oğlu! Eğer mal elde etmek istiyorsan, en zenginimiz oluncaya kadar senin için mal toplayalım.

Eğer, şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni üzerimize efendi yapalım ve sensiz hiçbir işe karar vermeyelim.

Eğer kral olmak istiyorsan, seni kendimize kral yapalım.

Eğer bu sana gelen şey sana görünüp de kendinden uzaklaştırmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise seni tedavi ettirelim.”

Utbe; mal, mülk, şeref, şan, şöhret, liderlik ve iktidar gibi kendince iyi bildiği tüm dünyevi hırsları bir çırpıda sıralayıvermiş ve onu artık ikna ettiğini düşünmeye başlamıştı. Muhammed’in vereceği bir cevap kalmamıştı. Öyle düşünüyordu. Sözün bittiği yerdi. Bütün niyetler açığa çıkmış Muhammed bir şey diyememişti. Öyle olmasını arzu ediyordu.

Kendi içlerinden çıkmış, ümmetine çok şefkatli Allah Rasûlü:

“Ey Ebû’l-Velîd Söyleyeceklerini bitirdin mi, diye sordu.

Utbe evet, deyince, Efendimiz sen de şimdi beni dinle, dedi.

Öyle yapayım, diye cevap veren Utbe savunmalara karşı kendini hazırladı. Gerçi verilecek hiçbir cevap onu tatmin ve ikna edemezdi ya neyse.

Habîb-i Kibriyâ,Utbe’nin hiç beklemediği bir şekilde konuşmaya başladı.

Önce besmele çekti ve “Hâ- Mîm, dedi. (Kur’ân) Rahman ve Rahim Allah’tan indirilmiştir. Bilen bir kavim için ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir Kitab’dır.

Olamaz. Olmamalıydı böyle. Muhammed konuşmaya başlamıştı. Ama Kur’ân’la konuşuyordu. Kendi cümleleri değildi bunlar.

Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi, artık dinlemezler.

Utbe miydi burada tarif edilen?

Ve dediler ki bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır.

Yok yok, burda kastedilen, Amr b. Hişâm’dır namı diğer Ebû Cehil.Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil de olabilir. Belki de Ukbe b. EbîMuayt. Mekke ulularını küçülterek aklı sıra kendini yüceltecek.

De ki: Ben de ancak bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık ona yönelin, ondan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!

Utbe b. Rabîa’nın benzi sararmaya başlamıştı.

Onlar zekâtı vermezler, ahireti inkâr edenler de onlardır.

Hem kendilerini tarif ediyor hem uzaklara sesleniyor gibiydi. Hem yaşlılara izah ediyor hem gençlerin gönlünü fethediyor gibiydi. Hem kötülüğe sesleniyor hem iyiliğe davet ediyor gibiydi.

Şüphesiz iman edip iyi işler yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır.

Gerçekten Allah bir miydi? Her şeye kâdir miydi?

De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz. O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve…

Elbette gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını herkes bilir.

Bundan başka duman halindeki göğe yöneldi, hem ona hem de yeryüzüne isteseniz de istemeseniz de gelin buyurdu. İkisi de isteyerek geldik, dediler.

İstemeyenler bir tek Mekke’nin uluları mıydı?

Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Biz yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu aziz, alîm olan Allah’ın takdiridir…

Utbe b. Rabîa ne olduğunu neye uğradığını şaşırmıştı. Muhammed’i altedeceğim derken oturmuş onunla beraber Kur’ân okuyor, dinliyor ve düşünüyordu. Dinledikleri beşer sözü olamazdı. Bunu hissettiğinde iliklerine kadar ürperdi. Peki sonra? Sonraki ayet Utbe’yi derinden sarsacak ve Utbe dayanamayarak Muhammed’in ağzını kapatacaktı.

Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Âd ve Semûd’un başına gelen gibi bir kasırgayla uyarıyorum.(Fussilet Suresi41/1-13 )

İşte sözün bittiği yer asıl burasıydı. Utbe iyi biliyordu ki Muhammed asla yalan söylemezdi. Ve onun sözü yalanlanmazdı. Hele ki peygamberler boş konuşmazlardı. Üstelik Âd ve Semûd kavminin helakhikâyeleri biliniyordu. Bilginler onların nasıl korkunç bir şekilde yurtlarında dizüstü çöküp kaldıklarını, korkunç bir ses ve şiddetli sarsıntıyla nasıl bakakaldıklarını anlatır dururdu. Böyle benzetmeler inanmasalar da Mekke için felaket demekti.

Allah Elçisi, Kur’ân-ı Kerim okumasını bitirdiğinde, Ey Ebû’l-Velîd! Hiç işitmediğini dinlemiş bulunuyorsun.Artık işte sen, işte o, buyurdu.

Utbe, Efendimizin yanından kalktı ve arkadaşlarının yanına geri döndü. Beti benzi atmış, aklı karışmış ve ürpermiş bir halde duruyordu.

Arkadaşları ondaki bu hali sezip gidişinden başka bir halde dönüşü hakkında konuşmaya başladılar. Utbe lafı dolandırmadı ve görüşünü paylaştı:

“Ben şimdiye kadar benzerini işitmediğim bir sözü dinlemiş bulunuyorum.

Vallahi, o ne şiirdir ne kehanettir.

Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Siz bu işi bana bırakın. Şu adamı üzerinde durduğu şeyle baş başa bırakın. Aradan çekilin. Ondan uzak durun. Vallahi, kendisinden dinlemiş olduğum söz büyük bir haber olacaktır.

Eğer onu Araplar öldürürlerse sizden başkasıyla O’nun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefinizdir.”

Kureyşliler hakikati sezen herkesi karaladıkları gibi onu da karaladılar ve aynı nakaratı tekrarladılar: Vallahi, ey Ebû’l-Velîd, O seni de diliyle büyülemiş.

Şeytana iş bırakmayan müşrik liderler tespit yapmakta geç kalmamışlardı. Etkilenen hiçbir lider yalnız bırakılmamalı ve vicdan muhasebesi yapmasına müsaade edilmemeliydi.  Aslında Kur’ân okunması ve yasaklanması aldıkları en büyük tedbirdi lakin her şeye rağmen işitenler olabiliyordu işte bu şekilde. Ebû Cehil, Muhammed’e düşmanlık yapmamayı tavsiye eden Utbe b. Rabîa’yı bir daha hiç yalnız bırakmadı. Her fırsatta onu kandırılmış ve korkak olmakla itham ederek Rasûlullah’la olan düşmanlığı körükledi. İleriki yıllarda Bedir savaşına çıkmak bile istemeyen Utbe,Ebû Cehil’in acımasız ithamlarına dayanamadı hatta kendini ispatlama uğruna mübarezeye katılan üç kişiden biri oldu. Müslüman olan oğluna rağmen kendini, müşrik oğlunu ve akrabalarını bir hiç uğruna heba etti. Sonunda korktuğu kasırga Mekkelilerin üzerine Bedir’de çökmüş oldu. Müşrik liderler bir avuç müminle, onlara yardıma gelen meleklerin eliyle darmadağın oldular ve diğer cehennem dostlarıyla birlikte helak olup gittiler.[1]

 

Siyer-i Nebi Dergisi 26. Sayı / Mart-Nisan 2014

 


Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.