'Bizim Evimiz Kur'an Medresesiydi'

Hocam öncelikle ilim yolculuğunuzu ve çocukluk döneminizi anlatır mısınız?

Memleketimizde babamızdan ilim tahsil ettiğimizden, bir seviyeye geldikten sonra hafızlığımı babamdan bitirmiştim. Babamız bizi dört erkek bir de kız kardeşimizi öyle karanlık bir devirde hafız yaptı ki gayreti takdire değer. Babam ve dedem Nakşi tarikatından Ali Haydar Efendi’nin şeyhi İsmet Efendi’nin Erbaa’daki hulefasından Bahrullah Efendi’ye müntesiplerdi. Dedem, müderrislerdendi. Dedemin vefatı da ayrı bir hengâmedir, onunla ilgili de biriki şey söyleyelim. Menemen hadisesi sırasında Türkiye’nin neresinde meşayıhtan bir zat varsa hapse atılmıştır. Mürettep bir hadise olduğu için bütün din adamları tehdit edilmiştir. Ahh… Çok hazin hikâyelerdir o tarafı. Babam da dedem de Menemen hadisesinde suçlanan zatları tanımadıkları, ilgileri olmadığı halde yine de altı ay hüküm giymişlerdi. Hâkimin sonradan ifade ettiğine göre bu hüküm onların Çorum’daki İstiklal Mahkemesi’ne gitmelerine engel olmuş. Dedem o üzüntüyle hapisten çıktıktan üç ay sonra vefat etti.

Evimiz Bir Kur’an Medresesiydi

Bizim evimiz tam bir Kur’an medresesiydi. Babam teheccüde kalkmanın bereketiyle soğuk kış gecelerinde dahi bütün aile efradını kaldırır, hepimize şefkatle davranır, o teheccüdünü kılarken biz abdestlerimizi alırız, sonra ders başlardı. Yazları evimizin arkasındaki bahçede Kur’an okurduk. Ortalık aydınlanırken bizim de gönlümüz aydınlanırdı. Seher vakitlerinden güneş doğuncaya kadar bütün aile Kur’an ile meşgul olurdu. Bir takım maddi sıkıntılar içinde yaşıyorduk fakat huzurluyduk. Bütün kardeşlerimin hafız olmasında çok genç yaşta vefat eden annemizin emeği çok büyüktür. Bizler babamız tarafından verilen günlük ezberlerimizi önce annemize dinletirdik, dersimiz yapmadan rahmetli annemiz bize yemek vermeyi geciktirirdi. Babam bize Kur’an okuttuğu, öğrettiği için evimiz defaatle jandarma tarafından basıldı, babam hapsedildi. Elhamdülillah artık onlar geride kaldı. Babam beni 1943’te İstanbul’da Çarşambalı Ali Haydar Efendiye gönderdi. Kendisi çok maruf bir zat idi.

Bu Dönem için Mühim Hadise

İstanbul’da bizleri bazen Ali Haydar Efendi bazen de Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi okuturdu. Ömer Efendi de Kelâmî Dergâhı müntesiplerindendi. Hatta 1944 veya 45 senelerinde Sami Efendi’yi onun evinde görmüştüm; zayıfça, vakur, güzel simalı, siyah sakallı bir zattı. Adetleri üzere koltuğa hep diz üstü otururlardı. Ömer Efendi gayet celalli, Hz. Ömer (r.a.) meşrepli bir zat olmasına rağmen Sami Efendi’ye gayet müeddebâne bir şekilde davranırdı. Hâlbuki Ömer Efendi oldukça yaşlı, Sami Efendi ona göre genç bir kimseydi. İstanbul’da bizler Karagümrük’te Üçbaş Camii’nin medrese olarak yapılan yerlerinde kalırdık, üç beş talebe Fatih Camii’nin üst katında o yıllarda gizli gizli İslâmî ilimle meşgul olurduk. Kimi zaman Ali Haydar Efendinin evinde ders yapardık. Hacı annemiz çok büyük bir hoşgörü ile davranırdı. Fatih Camiindeki o derslere zaman zaman gelen biri vardı ki onu rahmetle ve ismini zikretmeden geçmemek lazımdır. O da Necmettin Erbakan Beyefendidir. Ayrı bir ilim tahsil etmesine rağmen Fatih Camiinde şerri ilimleri okumak için vakit ayırır, bizlerle beraber ders alırdı. Bu o dönem için çok mühim bir hadisedir. Bugün cemiyet hayatımızda yaşadığımız pek çok müspet kuruluş onun cehdi gayreti ile olmuştur. Bunu söylemekte fayda vardır. Ali Haydar Efendi ile Ömer Efendi’den başka Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi gibi zatlardan da ders okumaya devam ediyorduk. 

Derslerinizi camide mi okuyordunuz? Fatih Camiinde de evlerde de okuyorduk.

Fakat hepsi gizlice oluyordu. Aşikâr olarak okumamız ne mümkün. Bir müddet de Silistreli Süleyman Efendi’den istifade ettim, bu sebeple her zaman dua ettiğim hocalarımdandır. Onu hayırla yâd etmek lâzım, çünkü o dönem mürtedlere karşı çok gayzı vardı. Gayreti diniyyesine şehadet ederiz. Kur’an’a hizmeti her zaman devam etmiş bir hocamdır.

Bu tedrisat ne kadar devam etti?

Sekiz sene devam etti. Ali Haydar Efendi’nin teşvikiyle Mısır’a gidinceye kadar. Kendisi bir gün burada ilim tahsilimizin devamını ve Mısır Ezher’e gidip ilmi çalışmalarını sürdürmemi istedi. Şifai Şerifin zevkini bana aşılayan insandır. Ondan Şerhi Akâid, Usulu fıkıh, Mirat okudum. Meclisi dersten ibaretti; her an istifade edilirdi, müstesna bir insandı. (Emin Saraç Hocaefendi bu sırada kalkıyor “Size Ali Haydar Efendinin nasıl çalışkan bir insan olduğunu göstermek istiyorum.” diyor ve Dürer kitabının yanına Ali Haydar Efendi’nin el yazısıyla aldığı son derece güzel bir hatla yazılmış Osmanlıca notlarını gösteriyor.) Şifai Şerifi okurken gözlerinden yaşlar nasıl süzülürdü bir görseniz. Hem ders mütalaası hem de maneviyat dersleriyle mezcedilmişti. O dönemin uleması çok farklı idi. Birbirlerine karşı çok sevgili idiler, kendisi de meşayıhtan birisi olmasına rağmen Sami Efendi Hazretleri kendisini ziyarete Çarşamba’ya geldikleri zaman ne kadar sevinçle karşılardı. İhtiram, muhabbet o kadar olurdu ki… Oturacağı yerleri düzeltir, hazırlanırdı. Ali Haydar Efendi, ilmi halinin dışında memlekette olup biten ile de çok ilgili idi. Rahmetli Adnan Menderese de çok büyük sevgisi vardı. Mısır’a gittiğimiz zaman Mustafa Sabri Efendi, Zahidü’lKevseri, İhsan Efendi hayattaydılar. Rabbimiz nasip etti, İstanbul’daki güzel bir muhitten Mısır’daki güzel bir muhite intikal ettirdi. Ezher’in lisesini okuduktan sonra Şeriat Fakültesini bitirdim. Kadılık mastırının bir senesini okuduktan sonra Abdülnasır’ın zulmüyle bırakmak zorunda kaldık. Gittiğimiz zaman Bağdat Oteli’nin 78. katlarını Kral Faruk bizlere tahsis etmişti. Abdülnasır gelince çıkartıldık.

İlim Hicreti Yaşadık

Mısır’da sizin yetişmenize katkısı olan Hocaefendilerden bahsedebilir misiniz?

Zahidü’lKevseri hocamızın evine Cuma günleri gider kendisinden ders okurdum. Vefatından 20 gün evvel bana icazet verdi ki benim için Ezher diplomasından daha kıymetlidir. Çünkü Zahidü’lKevseri Fatih silsileyi ilmiyesine müntesiptir. Düzceli’dir ve Fatih dersiamlarındandır. Mustafa Sabri Efendi’nin meclislerinden, derslerinden ve ilimlerinden de istifade ettik. Mısır’da dokuz sene kaldım. Yaşadığımız bir “İlim hicreti” idi. Bu müddet zarfında İstanbul’a hiç gelemedik. Çünkü gelseydik dönemeyecektik. Ezher Üniversitesinde tedrise başlamak için 1954 yılında Mısır’a gittikten dört yıl sonra İstanbul’dan bir mektup aldım. Ali Haydar Efendi’nin huzurunda ittifak ile Yekta Efendi’nin kerimesini bize, Ali Haydar Efendinin torununu da biraderim Osman’a uygun görmüşler. İlmi yönden önümde daha kat edeceğim uzun bir mesafe vardı. Niye önümüze bunu çıkarttılar diye endişe ettim, bir yanda bu duyguları yaşarken daha sonra kayınpederim olacak Ali Yekta Efendinin ailesine mensup olma imkânından dolayı çok mutlu oldum.

Hoca’nın sınıflarını bize verdiler. Bu gönlüme büyük bir teselli oldu. 60 ihtilaline kadar üç yıl muallimlik yaptık. Askerliği ikmal ettikten sonra bizi Ankara Evkaf Müdürlüğü’nde bir imtihana tabi tuttular. Arapça ve Osmanlıcayı rahat okuyacak kimseye ihtiyaçları varmış, herhalde nerede ne var tespit edip daha çabuk bu belgeleri yok etmek için. Çünkü malumunuzdur, daha sonra tespit olundu ki pek çok vesikamız, evrakımız hurda olarak kâğıt fabrikalarımıza satılmıştır. O vakitlerde birkaç saat içerisinde Evkaf Müdürlüğüne tayinimizi çıkarttılar. Fakat ben burada çalışmaktan müteessir olmaya başladım. O kadar ağırıma gidiyordu ki ağlıyordum. Babam bizi karanlık gecelerde Kur’anı Kerim okuttu, şu kadar senedir gurbetlerde tahsil yaptım ki hepsi dine hizmet etmem içindi. Şimdi bu mahzenlerde haramilere malzeme hazırlamak için mi çalışacağım şeklinde düşüncelerle muzdarip oluyordum.

Ecdadın Hizmeti Her Yerde

Eğitim sırasında geçiminizi nasıl temin ediyordunuz?

İlk gittiğimiz zaman oradaki Türk vakıflarının tahsis ettiği burslar ile ihtiyacımızı karşılıyorduk. Ecdadımızın hayır eli orada da imdadımıza yetişmişti. Sonra General Abdülnasır bütün vakıfları kaldırdı, bizlere çok cüzî burslar bağladı, onunla da geçinme imkânı yoktu. Mısır’a hayır sahiplerinden bir şey gelmesi de çok uzun zaman alıyordu. O vakit böyle vakıflar, hayır kurumları ne yazık ki ülkemizde yok idi. Bir hayli sıkıntılar çekildi. Oradaki unutmadığım tatlı hatıralarımızdan birisi de; yokluk sebebiyle sık sık oruç tutmak mecburiyetinde kalışımızdır. Ama hamdü senalar olsun ki bir defa bile tahsilimi yarıda bırakmayı düşünmedim. Allah Teâlâ bir azimet lütfetti. Kimi vakit gözümüz kararırdı, açlıktan… Bir avuç Türk talebesiydik ama azmettik, biliyorduk bizim için memleketimizde dua edenler vardır. Tek bir düşüncem vardı, memleketimize dönmek, ilmi çalışmalarda hizmet etmek. İstanbul’a geldikten bir müddet sonra düğünümüz oldu. Düğünümüzde çok muhterem zevat mevcuttu. Ömer Nasuhi Bilmen Efendi, Hulefai Esadiyye’den Sarıyerli Hacı Nuri ve Muhyiddin Efendiler, şu anda Fatih meydanındaki Fatih heykelinin olduğu yerde kayınpederimin büyük bir evi vardı. Düğün oranın bahçesinde yapılmıştı.

Ali Yekta Efendiyi Mısır’a gitmeden önce tanır mıydınız?

Daima Ali Haydar Efendiye geldiği için tanırdım. Ali Haydar Efendi, Yekta Efendiye “Sağ gözüm” derdi. Kayınpederim Ali Yekta Efendi, İstanbul müftü muaviniydi. Esad Erbili Hazretlerinin icazetli hulefasındandı. Bizim bundan haberimiz olmadığı gibi zevcesinin de haberi yoktu. Bir gün kitaplarını karıştırırken bu icazetini gördüm, kendisine sordum, bana: “O vazifenin sahibi Sami Efendi’dir, icazet o kitabın içinde öylece kalsın.” dedi. Sonradan öğrendim ki Sami Efendi ile Ali Yekta Efendi aralarında bu konuda ittifak olmuş. Tabii, Esad Efendinin iki mensubuna hilafet vermesinin maksadı o şartlarda herhangi birisine bir şey olursa hizmetin diğeri tarafından devamı olabilir. Bu kısmı bizce malum değildir. Malum olan Ali Yekta Efendinin bu konuyu hiç konuşmamasıdır. Türkiye’ye döndükten altı gün sonra İsmail Ağa Camiindeki Cuma namazının akabinde Ali Rıza Sağman Efendi yanıma geldi ve yandaki şahsa “İşte aradığın genç budur, Ezher mezunudur.” diyerek bizi anlattı. Meğer İmam Hatip Mektebi’nin bânîsi meşhur Celal Hoca imiş yanındaki, etrafına “Ben artık Medine’ye gitmek istiyorum, yerime birisini bulun.” diyormuş. Bana “Yarın İmam Hatip Mektebine gelebilir misin?” dediler. O zaman Cumartesi günleri de tedrisat vardı. Gidince Celal Hoca kendisine Hasan el Benna’nın damadı Said Ramazan Bey’den gelmiş bir mektup çıkardı ve okumamı istedi. Okuduk, sohbet edip ayrıldık. Ertesi gün Celal Hacı Bayram Camii’nde bir öğle namazında Mehmet Akif Aydın Bey’in babası hemşerimiz Bedreddin Beylerle karşılaştık. Bana “Biz hacca gidiyoruz hadi seni de götürelim.” dediler. Birden kararımı verdim hacca gidecektim, işimi de bırakacaktım. Muameleleri başlattık. Diyanetteki arkadaşlar “Biz Müşavere Kurulunda 500 lira maaşla çalışıyoruz sen 900 lira alıyorsun.” tarzındaki sözlerle beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Bu minval üzere belki bir saat mücadele ettik. Sonunda içlerinden söze karışmayan birisi dedi ki “Arkadaşlar hac kapısı bir tanedir, rızk kapısı bin tanedir, kardeşimiz gönlünü hacca hazırlamış, bırakınız.” Bu söz bana o kadar tatlı geldi ki. Evkaf’taki işi öylece bırakıp yola çıktık. Yol boyunca, Medinei Münevvere’de, Mekkei Mükerreme’de, Arafat’ta hep dilimde şu dua vardı; “Ya Rabbi, hükümet tasallutundan uzak, ulûmu şeriyyeye hizmet etmek kapısını bana fetheyle.” Elhamdülillah o hac başka bir hac oldu. Döndükten hemen sonra İlim Yayma Cemiyeti’nin Yüksek İslâm Enstitüsü talebeleri için ilk defa açtıkları yaz kursunda Ahmed Davudoğlu Hocayla birlikte tedrise başladık. Sonra İlim Yayma Cemiyeti’nden İsmail Niyazi Bey (Numan Kurtulmuş’un babası) bana bu tedrisi devamlı yapmamı teklif etti. Ve o günden bugüne kadar hayatım ilim tedrisi ile geçti elhamdülillah. Allah Teâlâ o yönden kapımızı açtı. Fatih medreseleri ulûmu diniyye merkeziydi. Fatih’e kadar dayanan köklü bir geleneği vardı. Biz o derin âlimlerin, güzel insanların sonuncularına yetişebildik. Şimdi o hocalarımın vazifelerini uhdeme tayin edilmiş olarak görüyorum. Yalnız başına olsam da ilim halkasını kurup tedrise devam ediyorum. Bir talebe dahi olsa dersleri bırakmazdım.

Her gün ders okutuyor musunuz? Haftada yedi gün dersim var. Bazı günler sabah ve akşam bazı günler de sadece sabahları okuyoruz. Perşembe günleri halk günü, herkese açık ders yapıyoruz. Pazartesi akşamları uzun bir süreden bu yana da bir kardeşimizin evinde ders yapıyorum.

Hangi dersleri okutuyorsunuz?

Tefsir, hadis, fıkıh, usul, bu dört ders bizim ana derslerimiz. Hadiste Meram’dan başlayıp Tâc, Süneni Ebi Davud, Süneni Tirmizi, Sahihi Müslim, İbni Mace, Muvatta’yı Arapça metinlerinden talebelerimle okumak suretiyle bitirdik. Şimdi Nesih’deyiz. Ayrıca 12 ciltlik Buhari’yi kelime kelime 4 meraci ile okumak suretiyle bitirdik. Şifai Şerif’i bitirir tekrar başlarız, şimdi yedinci defa okuyoruz. Tefsirden Celaleyn, Tefsiri İbn Kesir, fıkıhdan Kuduri, İhtiyar, Hidaye, Ahkamü’lHadis hep okunmuştur. Allah’a şükürler olsun.

Sizin ders halkanızdan bir talebeniz “İlim tedrisinden aldığım zevki başka hiç bir şeyden almıyorum” diyordu… 

Elhamdülillah. Allah kabul etsin. Tabii bu bir aşk işi, her zaman ilmi seven kardeşlerimiz oldu. Sayıları hiç azalmadı. Selefimizden gördüğümüz şekilde tedrise devam ettirdik. En zor dönemlerde Rabbimize dönüp sadece O’na iltica ettik. Hamd olsun ki hiçbir zaman bizi yalnız bırakmadı. Hep bizi korudu, muhafaza etti.

Sizin isminiz beraberinizde zikredilen Abdurrahman Efendi, Ali Yakup Efendi, Tevfik Efendi, Bekir Baki Efendi ve Nasuhi Bilen Efendilerden bahsedebilir misiniz?

Bu zatı muhteremler Osmanlı’nın son mümtaz şahsiyetleridir. Abdurrahman Efendiyi 1950’ye kadar Beyazıt Camiinde herkes gibi hayranlıkla dinlerdik. Ara sıra görüştüğümüz olurdu ama aramızda yaş farkı vardı. 1954 yılında oğlu Adnan’ı ilim tahsili için Mısır’a getirdiği zaman samimiyetimiz oluştu. Mısır’da kendisini oranın meşhur huffazı ile görüştürdüm. Abdurrahman Hocaefendi ile Rabbimiz hamd olsun yirmiye yakın kez hacca birlikte gittik. Yol boyunca hocaefendinin hususiyetlerini, meziyetlerini çok yakından tanıma fırsatı buldum. Bir kere gönlü Kur’anı Kerim’e ihtiramla dolu bir kişi idi. Bütün gününü Kur’anı Kerim ile geçirirdi… Haremi Şerif’teki hal ve hareketleri hep edep üzereydi. Bu konuda çok hassastı… Arafat’tan dönüşlerimiz hep yürüyerek olurdu… Önceleri Haremi Şerif’te namazdan önce özellikle Mısır’dan gelen hafızlara Kur’anı Kerim okutturulurdu. Şimdilerde bu geleneği kaldırdılar. Mustafa İsmail, Huserî, Abdussamet gibi hafızlar umumi mikrofondan bütün huccaca Kur’an ziyafeti verirlerdi. “Ehlül Kur’an olan kimse Allah’ın has kullarıdır.” Hadisi Şerifi her hatırıma geldiğinde Abdurrahman Efendi gözümün önüne gelir. Çünkü bu Hadisi Şerif, hocaefendinin haline son derece mutabıktır. Abdurrahman Efendi’nin hacda gösterdiği tevazularından bir diğerine değinmeden geçemeyeceğim. Hocaefendi Hicaz’a gitti mi kendisini tamamen siliyordu. Orada hep sıradan, sade bir kul olmak isterdi. Bir gün meşhur zenginlerden İbrahim Şakir Bey’in ziyafetine davet edilmiştik. Bana “Emin Efendi siz davete icabet ediniz, ben gelemeyeceğim.” dedi. “Hayırdır Efendim, neden gelemeyeceksiniz.” deyince, oraya gidince kendisine haddinden fazla ilgi alâka gösterileceğini bundan da rahatsız olacağını söylemişti.

Yine bir gün dışarıda kalacağını söyledi. “Nereye gideceksiniz Efendim?” diye sorunca “Kendimi biraz hesaba çekeceğim, bu geceyi ‘Kademi Saadette’ geçireceğim.” dedi. Nitekim dediğini yaptı ve o geceyi dışarıda geçirdi. Ertesi gün baktım biraz üşütmüş. Ben de kendisine “Hocaefendi keşke bu azimeti yapmasaydınız da bu rahatsızlığa yakalanmasaydınız.” dedim. O da “Hangisinde hayır olduğunu biliyor musunuz?” diye karşılık vermişti.

Hocaefendinin oralardaki hususiyetlerinden bir başkası da Mekke’den Medine’ye gidişlerinde hep taksiyi tercih etmeleriydi. Taksiye binildiği zaman şoförler radyoyu açmak isterler, hocaefendi de “Biraz Kur’anı Kerim okuyalım da radyoyu öyle açarsınız.” der ve okumaya başlardı. Aşk ile okudukça şoför de memnun kalır “Şeyh ente tekrau cemil, ikra, ikra” (Şeyh efendi güzel okuyorsun, devam et) derdi. Hocaefendi belli etmezdi ama gözü çok yaşlı bir zattı. Medine’de kaldığımız süre boyunca gizli gizli çok yaş dökerdi. Ne denli ince düşünceli bir yapıya sahip olduğunu vurgulamak için bir başka hususiyetini daha arz etmek isterim. Hac için kendisine tahsis edilen paraların tamamını “Bu paralar buralarda harcanmak için tahsis edilmiştir.” diyerek kullanırdı. Malumunuz hac vazifesi yerine getirildikten sonra umre yapılır. Vekil olarak geldiğinde hac için alınan ihramı çıkarır. Haremi Şerif’in etrafındaki fakirlere verir, ondan sonra “Şimdiki amel kendimiz için” der ve kendi parası ile yeni bir ihram alır, umreyi de onunla yapardı.

Hocaefendi dünyaya rağbet etmeyen çok zahit bir kimse idi. “Her kim Kur’anı Kerim ehli olup da kendisini herkesten müstağni saymazsa o kimse Kur’anı Kerim’e hürmet etmemiş.” olur mealindeki hadise uygun hareket ederdi. Hiçbir zaman kimseye zengin diye iltifat etmemiştir… Hocaefendi “Kifafı nefs” ile yaşamıştır. Parasının ancak geçinecek kadarını tutar, gerisini hep infakta kullanırdı. Bizim yolumuzun şöhret hevesini kaldırmaz. Tevazu ve hizmet yoludur. O’nun, benim yok biz vardır. Hocaefendi o güzel misallerden biri idi.

Kendisi anlatırdı: Esad Efendi bizzat hocaefendiye “La talebe velâ redde velâ iddehare” yani “İstemek yok, geleni reddetmek yok, para yığmak ta yok.” diye nasihatte bulunmuş. Hocaefendi de ömrü boyunca bu nasihati unutmamış ve aynıyla tatbik etmiştir. Vefatından beşaltı sene önceydi. Bir hayırsever insanımız Mevlit kandilinde Abdurrahman Efendi’ye ulaştırılmak üzere bir zarf gönderdi. Ben de bu emaneti hocaefendiye münasip bir ortamda ilettim. Hocaefendi zarfı şöyle bir açıp kapattıktan sonra “Subhanallah… Subhanallah…” diye hayretini dile getirerek “Dün üç aylığımı almıştım. Eczaneye, manava olan borçlarımı ödedim. Fakat bakkala olan borcumu ödeyemedim, param yetişmemişti. Bu yüzden çok daralmıştım. Fakat bugün bu zarf imdadımıza yetişti. İşte bu ehlullahın amelidir, onların halleri böyledir. Allah onlara kullarının sıkıntılarını ilham eder.” dedi. Menemen hadisesini hiç unutamazdı, hemen her fırsatta öfkesine de hâkim olamayarak etrafında bulunanlara anlatırdı. O devirlerde o denli sıkıntı çekmiş ki “Otuz sene hüküm verseler bana müjde gelecekti.” derdi. Fakat bir sene hüküm vermişlerdi.

Bu bir senelik mahkûmiyetinin bir kısmını Manisa’da bir kısmını da Adapazarı’nda çekmiştir. Manisa’daki hapishane arkadaşlarından birisi de Şerafettin Efendi idi. Kendisi Nakşi olup Yalova eşrafından bir zatmış. O da Menemen hadisesi yüzünden içeri alınan yüzlerce din adamından birisiydi. Malumunuz Menemen hadisesi sonrası tüm ülke genelinde yapılan tutuklamalar neticesinde 500 tane hocaefendi hapse atılmıştı. Bunlardan 32 kişi idam edilmiştir. Hatta idam edilenler arasında babaoğul da bulunuyordu. Tutukluluk süresince ayrı ayrı tutulan babaoğuldan, oğul idam edileceği zaman yürümekten âciz yaşlı baba sürüklene sürüklene götürülmüş ve oğlunun idam edilişi seyrettirilmiştir. Abdurrahman Efendi bu hadiseyi sürekli anlatırdı… Esad Efendi’yi çok hürmetle anardı. “Şeyhim, Efendim” gibi içten ifadelerle muhabbetini sıklıkla izhar ederdi. Şu beyti sürekli söylerdi;

“Ne yerden kârbârı gam göçer olsa konar bende Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben”

Arkasından da “Ben eslafın yetimiyim, yetimiyim” derdi… Abdurrahman Efendi gibi ilim irfan sahibi insanlar gerçekten kolay yetişmiyor. Onların nasıl yetiştiklerini anlatmakta insan zorluk çekiyor. Başta da söylediğim gibi hocaefendi gönlü kırık yaşamıştır… Kur’anı Kerim’e hizmet babında yetiştirdiği talebeleri de şahittir, son nefesine kadar hizmete gayret etmiştir.

Abdurrahman Efendi’nin Esad Efendi ile hukukunun nasıl oluştuğunu biliyor musunuz?

Esad Efendi’nin Adapazarı ve Hendek’te bir hayli ihvanı bulunuyordu. O yüzden kendileri sıklıkla buralara gelip giderdi. Bu esnada hukukları oluşmuş. Vefatından öncesi son iki senesinde Abdurrahman Efendi Ramazanlarda teravih namazlarını kıldırmış. Son derece enteresandır; Menemen hadisesinden sonra “Sen Esad Efendi’ye teravih namazını kıldıran kişisin, dolayısıyla onunla bir ilgin vardır.” gerekçesiyle Abdurrahman Efendi’yi de mahkûm etmişler. Sekiz sene devlet memurluğundan mahrum bırakılmış. Uzun süre de takip altında bulundurulmuş. Bu dönemde geçimini mukabelelerle sağlarmış. Abdurrahman Efendi’nin Fehim adında bir hocası varmış. Kendisi İstanbul Selimiye Camiinin imamlığında bulunmuş. 3540 sene kadar imamlık yapmış.

Esad Efendi, Kelâmî Dergâhı kapanınca bir müddet Erenköy’deki Rıza Paşa Konağı’nda kalmış. Yerleşmeden evvel konak bir tamirattan geçmiş. Abdurrahman Efendi de bu tamirat işinde bizzat çalışmış. Bu çalışmalar esnasında bir gün Esad Efendi konağa gelmiş. Güneşli bir hava imiş Abdurrahman Efendi ve diğer orada çalışanlarla bir müddet sohbet etmiş. Gerek çalışma ve gerekse güneşin bizzat onların üzerine vurması sebebiyle Abdurrahman Efendi’nin alnından şıpır şıpır ter akıyormuş. Hocaefendi alnındaki teri eliyle silmeye çalışınca terinin çok güzel koktuğunun farkına varmış. Bu koku birkaç sene boyunca hiç gitmemiş. Bunu Muhittin Efendi’ye söyleyince; “Ona nisbetil manevi kokusu derler. O koku Efendinin kokusudur.” demiş. Bunu Muhittin Efendi’ye anlattıktan sonra o kokuyu bir daha duymadığını anlatırdı.

Bizim şehadetimiz bir şey ifade etmez ama gerçekten de Abdurrahman Efendi bu dünyaya masum geldiği gibi masum, fazilet ve kemâl sahibi olaraktan ahirete göçmüştür. Allah Teâlâ ona da rahmet eylesin, yerini boş bırakmasın… Abdurrahman Efendi gerçekten de derdini, kederini gizleyen, kimselere sıkıntısını anlatmayan son derece ketum bir şahsiyetti. Bu hususiyetini hoca ile birlikte, nakledildikten üç ay sonra Menderes’in kabrini ziyaret ettiğimiz bir sırada anlattığı bir hadiseden sonra bir kez daha anladım. Adnan Menderes başvekil olduktan sonra şimdi ismini hatırlayamayacağım emniyet genel müdürünü Abdurrahman Efendi’ye göndermiş. Emniyet müdürü Adnan Menderes Bey’in selamlarını, hürmetlerini getirdiğini, kendisinin Hocaefendi ile bizzat görüşmeyi çok arzu ettiğini, ancak ülkenin içinde bulunduğu nazik ortam nedeniyle bunun şimdilik mümkün olmadığını belirtmiş. Başvekil ayrıca Hocaefendiden kendisi ve ülkemiz için “Yüce mihraptan” dua etmesini istemiş. Ardından da emniyet müdürü Hocaefendiye bir zarf takdim ederek “Başvekilimiz bunu kabul etmenizi istirham ediyor.” demiş. Hocaefendi zarfı açıp bir bakmış tam 500 lira. O zaman için çok kıymetli bir miktar. Bu paranın aylarca yettiğini söylerdi. O kadar uzun süre beraber olmamıza rağmen Hocaefendi bu hadiseyi bizlere anlatmamıştı. Bu arada Adnan Menderes Bey, Hocaefendiye önemli bir mesaj daha göndermiş. Ezanın aslına rücû ettirilmesinden dolayı halkın büyük teveccüh gösterdiğini oysa daha “Kâbei Muazzama’dan düşürülen yüzlerce taştan bir taneciğini yerine koyabildik, daha çok işimiz var.” tarzında sözleri de iletilmiş. Hocaefendi bu tanımlamayı hatırlatıp “Bunu düşünmek bir mümin işidir.” deyip Adnan Bey’in bu konudaki hassasiyetinden duyduğu memnuniyetini ifade ederdi.

am diğer zatlar ile ilgili hatıralarınızı da dinlesek sizden…

Çok uzun bir vakit lazım Allah nasip ederse diğerlerini de zamanı geldiğinde anlatırız.

Yeniden mümin olmak için neler tavsiye edersiniz?

 “Bir kimse bildikleri ile amel ederse Allah Teâlâ bilmediklerinin önünü açar.” buyuruyor Peygamberimiz (s.a.). Öncelikle bildiklerimizle hakkıyla amel etmeliyiz. Yine Peygamberimiz (sa.) “Size iki şey bırakıyorum, bunlara yapıştığınız müddetçe dalalete düşmezsiniz, sapmazsınız, o iki şey sünnetim ve kitabullahtır.” diyor. Kitabımıza ve Peygamberimizin sünnetine sarılacağız. Fasık ve facirlerin muhabbetiyle onların sözleriyle yolumuzu şaşırmayacağız.

Ayeti kerimede Allah Teâlâ “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” buyuruyor. Allah Teâlâ bu ayette iman edenleri takvaya çağırıyor. Namazlarımıza dikkat etmeliyiz, Kur’an tilaveti başta olmak üzere zikrullaha çokça devam etmeliyiz. Üç tane zikir faslı vardır: Kur’an, evrad ve dua, bunlara dikkat etmeliyiz. Tabii sadece bunlar kâfi değil aynı zamanda sadık kimselerle beraber olmaya azami gayret edeceğiz. Bunları yerine getiren kimse Allah’ın izniyle selamete çıkmış olur.

Kaynak: Dünya Bülteni