Hakka Yürüyen Muallimler

 

Hicretin dördüncü yılı…

Medine sokaklarında açan güllerin rengi bir başka bu günlerde. Sular durgun, bütün mahlûkat lâl kesilmiş, sessizliğinde bir hüznü saklamakta. Çöllerde bir heyecan, bir korku, bir diriliş var. Rüzgâr kum taneciklerini savururken göğe, derinlerden bir ses gelmekte: Medine’ye gelenler var!

Adâl ve Kâre kabilelerine mensup bir heyet, âlemlere rahmet olan Peygamberimizle görüşerek kendilerine ve içinde bulundukları topluma İslâm’ın esaslarını öğretecek muallimler göndermesini istediler. İstekleri reddedilmedi. On sahâbî, Allahsiyerinebi sümeyye olgaç hakka yürüyen muallimler muallim Resûlü tarafından görevlendirildi.  Ashâb-ı Suffe’de yetişen bu sahâbîler, Âsım bin Sâbit’in önderliğinde güzel yurt Medine’den, bir daha oraya dönmemek üzere ayrıldılar. Aralarında Zeyd bin Desîne ve Hubeyb bin Adiy de vardı. Sıla özlemi, hasret… Hele de Allah Resûlü’nden ayrılmak… Bu, çok daha zor geldi sevenlerine. Hiç düşünmeden “Anam babam sana feda olsun!” diyebilen dillere… Ama emir yine O’ndandı.(…) O’nun da üstünde mutlak bir yaratıcı vardı.

Recî suyu, kapat gözlerini! Görme, müşrik kılıçlarının altında ruhunu teslim eden muallimleri. Yağmur, inme yere! Rahmetini başka bahara sakla. Şehit kanları yeter toprağa. Doğma güneş, müşriklerin yüzleri kara. İhanet rüzgârı eserken,  yapraklar dökülüyor gözü yaşlı toprağa.

Zeyd bin Desîne ve Hubeyb bin Adiy, Bedir Savaşı’nda ölenlerin intikamı olmak üzere esir alınırken, diğerleri şehâdet şerbetini çoktan içmişlerdi.   Mekke’ye getirilen sahâbîler, misafir değil köleydiler ve şehit edileceklerdi. Mekke semaları karanlığı paylaşıyordu müşriklerin yüzleriyle. İntikam ateşiyle çepeçevre sarılmış yürekleri, bir zerre merhamete muhtaçtı besbelli. Ama Allah, merhamet sahibiydi. Resûlü’nü sevip, O’nun uğruna tereddüt etmeden canını sunan bu güzide ashâba merhamet ederdi. Merhametin tecellisi Hubeyb bin Adiy’in elinde olan üzüm salkımı, müşriklerin dünya perdesiyle kapanmış gözlerini ve gönüllerini aralamaya yetmedi.

Tenim vadisi ayağa kalk! Ashâb geliyor. Resûlullah sevdalıları geliyor. Kalk, karşıla onları! İçinde ırmaklar akan cennetleri müjdele onlara. Küfrü hürriyete tercih etmeyenlere müjdele… Attıkları her adım ve aldıkları her nefesle, adı ölüm olup aslında sevenin sevdiğine kavuştuğu bu kapıyı arayanlara müjdele…

O esnada her şey sükûna erdi. Bulutlar sıyrıldı, güneş parladı. Rüzgâr sustu.  Ağızdan çıkan bir çift söz, namaz kılmak istiyordu. Müşrikler şaşkın gözlerle onları izlerken onlar Rableri ile baş başaydılar. Ölümden korktu sanılmasın diye kısa tutulan namaz, bundan sonra örnek olacaktı tüm inananlara. Ve namaz kılacaktı öldürülmeden önce her Müslüman, ta ki kıyamete dek…

Ebû Süfyân’ın ağzından çıkan sözlerin ağırlığıyla eziliyordu gönüller: “Şimdi siz, çocuklarınızın yanında olsanız, Muhammed sizin yerinize burada olsa ne güzel olurdu, değil mi?” Yüreği Allah Resûlü’nün sevdasından pervane olan ashâbın cevabı, Resûlullah’a olan bağlılıklarının bir göstergesiydi: “Muhammed aleyhisselamın,  değil burada bizim yerimizde olmasına, bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile gönlümüz razı olmaz.” Bu sevda, Ebû Süfyân’ı bile kıskandırarak:  “Ben o kadar kral, hükümdar gördüm. Ama hiç birinin Muhammed kadar sevildiğini görmedim.” demesine sebep oldu. Ebû Süfyân! Sen bu sevdayı anlayamaz, anlatamazsın! Kalbi taşlaşan sevemez. Dünya perdesiyle perdelenmiş gözler, Allah için sevmek nasıl bir duyguymuş bilemez.

İki güzel insan şehit edildi. Onlar için bir daha ölüm yok… Bedenleri toprak olurken, ruhları bildiğimiz ama aslında tam olarak idrak edemediğimiz bir yerde, müjdelendikleri hâl üzereydi. 

Diriliş gününün sahibi olan Allah’ım! Bizlere de seni ve âlemlere rahmet kıldığın Gönüller Sultanı’nı sevmeyi nasip et.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.