Kuba Gülistan Oluyor

siyerinebi hz.muhammed kuba

Peygamberimiz aleyhisselâm, kendilerini karşılamaya çıkan coşkulu kalabalık ile Kuba köyüne girmeye başladı. Kuba, kuruldu kurulalı böyle bir coşku yaşamamıştı…

Peygamberler Sultanı, Kuba’ya girdiğinde, bütün herkes sokaklara döküldüğü gibi, kalabalık arasına karışamayan hanımlar da evlerinin balkonlarına, cumbalarına ve çatılarına çıkarak kalabalık arasında O’nu gözleriyle arıyor ve kendi aralarında “Hangisi O? Hangisi O?” diye soruşturuyorlardı…

İki Cihan Güneşi’ni karşılamaya çıkan Müslümanların çoğu, O’nu daha önceden görmedikleri için tanımıyorlardı. Bu yüzden büyük bir heyecanla hanımlar gibi onlar da “Hangisi O? Hangisi O?” diye birbirine sorup duruyorlardı…

Karşılayıcılarla öncelikli olarak Hz. Ebû Bekir (ra) konuştuğu için onlar da onu Peygamber zannedip heyecanla atılıyorlardı. Bu arada Peygamberimiz aleyhisselâm ise hiç konuşmuyor, yaşananları büyük bir memnuniyetle izliyordu…

Büyük bir heyecan ve coşkuyla misafirlerin en şereflisini karşılamak için birbiriyle yarışan Müslümanlar, gözlerini ve gönüllerini Nûr Yüzlü, Yıldız Tebessümlü zât ile doldurmuşlardı. İşte bu arada İki Cihan Güneşi üzerine, güneş yansıdı! Hemen yerinden fırlayan Hz. Ebû Bekir (ra), O’nu gölgelemek için çaba sarf edince, coşkulu kalabalık yeniden kaynaştı. Peygamber aleyhisselâm’ı yakından görüp tanıdılar ve O’nu selâmlama yarışına girdiler.[1]

Peygamber aleyhisselâm; Evs Kabilesi’nin bir kolu olan Kuba’da, Amr bin Avf oğullarından Külsûm bin Hidm’in evine misafir oldu. Külsûm bin Hidm (ra), önde gelen bir zât olup Medinelilerin eşrafından ve yaşlılarından, sâlih ve hanedan bir zat idi. Hicretten önce Müslüman olmuştu. Mekke’den Medine’ye Hicret eden birçok sahâbiyi önce o misafir edip ağırlamıştı.[2]

Peygamberimiz aleyhisselâm ve muhacir arkadaşlarını ağırlayan Hz. Külsûm (ra), öncelikle bu şerefli misafirlerine Ümmü Cirzan diye anılan hurma cinsinden, üzerinde yaş ve olgun hurmaları bulunan, taze yapraklı bir hurma salkımı getirdi…

- Buyur ey Allah’ın Rasûlü! Buranın en önemli ikramı olan Ümmü Cirzan hurması!

Hurmadan alıp tadan Peygamberimiz aleyhisselâm, onlar için de dua etmeyi unutmadı.

-“Ey Allah’ım! Ümmü Cirzan’ı bereketlendir!”[3]

Bir süre Peygamberimiz aleyhisselâm ile beraber kalan Hz. Ebû Bekir (ra), daha sonra Hubeyb bin İsaf’a misafir oldu…

Kuba, kuruldu kurulalı böyle bir gün görmemişti. Peygamberler Sultanı ile şereflenen Kuba köyü halkı, o gece, köylerine sabaha kadar nûr yağdığını gözleriyle görür gibiydiler! Külsûm bin Hidm’in evi, şerefli misafiri ile güzelim bir cennet bahçesi oluvermişti…

Allah ve Rasûlü aşkıyla yanıp kavrulan Medine Müslümanları, akın akın Kuba’ya gelerek, Allah Rasûlü ile buluştular. Bütün samimiyet ve sıcaklığıyla gönüllerini koydular ortaya!

- Hoş geldin, beldemize şeref getirdin ey Allah’ın Rasûlü!

O gönüller sultanıydı. Ashâbını çok seviyor, onları koruyup gözetiyordu. Bunun bir uzantısı olmalı ki, “Ben gidiyorum, siz de arkamdan gelirsiniz.” dememiş, önce sevgili ashâbını göndermiş, en son da kendisi hicret etmişti.

Peygamberimiz aleyhisselâm, Kuba’da bulunduğu süre içinde, Külsûm’ün evinden çıktıkça, Sa’d bin Hayseme’nin evine gider, orada Müslümanlarla oturur, sohbet ederdi…

Sa’d bin Hayseme bekârdı. Muhâcir Müslümanların bekârları onun evinde kalırlardı. Bunun için, Sa’d bin Hayseme’nin evine Bekârlar Evi” derlerdi. Bu evde, evsiz-barksız muhâcirler kaldıkları için oraya “Evsiz-barksızların kaldığı yer” anlamına gelen “Beytü’l-Gurâb” da deniyordu. Zaman içinde bu kutlu eve “Sohbet evi” denmeye başlandı. Yani o ev Kuba’nın “Dâru’s-Sa’d” adlı kurumu haline geldi.

Peygamberimiz aleyhisselâm başta olmak üzere, sahâbenin yaptığı düzenli sohbetler neticesi, Kuba Ashâbı bu evde yetişiyordu. Oldukça geniş ve büyük olan Dâru’s-Sa’d, çok sayıda sahâbinin yetişme merkeziydi artık.

Bir yandan ashâbının yetişmesi için gereken tedbirleri alan Peygamberimiz aleyhisselâm, bir yandan da sosyal faaliyetlerine sürekli yenilerini ekliyordu. Yine bu arada fırsat buldukça davetlere gidiyor, hastaları ziyaret ediyor, herkesin hal ve hatırını sorarak, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu.

Peygamberimiz aleyhisselâm, sevgili ashâbının etrafında büyük bir neşeyle dört döndüklerini görünce çok memnun oldu. Her biri işin bir ucundan tutmuş, hizmet yarışına girmişlerdi. Fakat ne zamandır Kuba’ya geldiği halde görmek isteyip de göremediği birini sordu:

“(Hazreclilerden) Es’ad bin Zürâre’yi göremiyorum! Es’ad nerede?”[4]

Peygamberimizin bu sorusu üzerine yerlerinden kalkan Sa’d bin Hayseme, Mübeşşir bin Abdulmünzir ve Rifaâ bin Abdulmünzir çok düşündürücü bir cevap verdiler.

- Yâ Rasûlallah! O, Buas günü bizden bir zatı öldürmüştü! Aramızda kan davası var! Bundan dolayı onun buraya gelmesi imkânsızdır!

Böyle bir cevap beklemeyen Peygamberimiz aleyhisselâm, başka bir şey sormadan sustu. Çünkü olup biteni O da biliyordu.

Evs ve Hazrec kabileleri arasında uzun yıllardır süren çok büyük düşmanlık vardı. O kadar ki, Hazrecîler Evsîlerin diyarına, Evsîler de Hazrecîlerin diyarına gitmekten korkarlardı.

Öte yandan Peygamberimiz aleyhisselâm’ın Pazartesi günü Kuba’ya geldiğini duyan Hz. Es’ad bin Zürâre, O’nun yanına gidemediği için kahrından ölüp ölüp diriliyordu âdeta. Rasûlullah’ı her şeyinden çok sevdiği, O da Kuba’ya kadar geldiği halde yanına gidememenin çilesini çekiyordu. Ne yapıp edip bir an önce gidip görüşmek istiyordu. Ne yazık ki Evs Kabilesi ile aralarında büyük kan davası vardı ve bu düşmanlık gittikçe şiddetlenerek artıyordu.

Daha fazla dayanamayan Hz. Es’ad (ra), Çarşamba günü, kendini kamufle edip, yüzünü gözünü iyice sarıp sarmalayarak, akşamla yatsı arasında Peygamberimizin yanına geldi.

Peygamber aleyhisselâm onu görünce çok memnun oldu…

“Ey Es’ad bin Zürâre! Evinden şuracığa nasıl gelebildin? Seninle şu kavim arasında geçmişte ne var”[5]

- Seni hak din ve Kitâb ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bir şey yok. Sadece İslâm’a girmeden önce aramızdaki Buas Savaşı’nda karşılıklı birbirimizin yakınlarını öldürmüştük. Açık bir şekilde kalkıp gelseydim, burada istenmeyen şeyler meydana gelirdi. Yoksa Seni görmeden nasıl dururum ben. Üstelik sen buralara kadar geldiğin halde! Sen bize böylesine yakın bir yerde bulunursun da ben seni selâmlamak üzere hayatım pahasına da olsa, nasıl kalkıp gelmem?

Kimseye görünmeyen Hz. Es’ad, o gece Peygamberimizin yanında kaldı. Hayatı boyunca unutamayacağı bu mazhariyet, onu öylesine mutlu etti ki, bu kan davasına bile şükretti!

Ertesi günü sabaha çıkınca, Peygamberimiz aleyhisselâm Es’ad bin Zürâre ile beraber, toplanmış olan ashâbının yanına çıktı. Bir yandan bütün ashâbına, diğer yandan da özellikle Sa’d bin Hayseme, Rifaâ ve Mübeşşir bin Abdulmünzir’e bakıp, Es’ad bin Zürâre’yi göstererek şöyle buyurdu…

“Onu himayenize alınız, koruyunuz!”

Bir anda sus-pus olan Ashâb, birbirlerine bakarlarken, bu üç sahâbi de öne çıkarak edeb dolu bir ses ve tavırla şöyle cevap verdiler…

- Yâ Rasûlallah! Onu Sen himayene al. Çünkü Senin himayendeki, bizim himayemizde demektir!

-“Herkes duysun ve bilsin ki ben Es’ad bin Zürâre’yi himayeme aldım!”[6]

Peygamberimiz aleyhisselâm böyle buyurunca kan davalıları olan Hz. Sa’d bin Hayseme, Hz. Rifaâ ve Hz. Mübeşşir bin Abdülmünzir ileri atıldılar:

- Es’ad bin Zürâre bizim de himayemizdedir artık!

Bu olayı gören ve duyan Evsliler hemen Peygamberimiz aleyhisselâm’ın yanına gelip, O’nu çok sevindirecek bir güzelliği dile getirdiler:

- Yâ Rasûlallah! Sen şahit ol ki, biz Evsliler olarak hepimiz Es’ad bin Zürâre’nin himayecileriyiz!

Bununla da yetinmeyen bu seçkin insanlar, birbirlerinin koruyucusu ve yardımcısı olduklarını anlatmak için, onunla el ele tutuşup, Amr bin Avf oğulları mahallesine kadar böyle gittiler. Sonra da Es’ad bin Zürâre’yi evine bırakıp döndüler. Böylece yıllardır en küçük bir yumuşama olmayan kan davası, bir anda tarihe karışmış oldu.

Bundan sonra, Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), Peygamberimiz aleyhisselâm’ın yanına sabah akşam gelmeye başladı…

Hz. Ebû Seleme bin Abdulesed başta olmak üzere, Medine’ye Hicret edenler, Kuba’ya indikleri zaman, orada içinde namaz kılacakları bir mescid yapma gayretine girmişlerdi. Peygamberimiz aleyhisselâm, Kuba’ya geldiği zaman, burada namaz kılmıştı.

Peygamberimiz aleyhisselâm gelinceye kadar, Ebû Huzeyfe’nin âzâdlısı Sâlim, içlerinde Hz. Ömer de bulunduğu halde, bu yerde bütün Muhâcirlere imam olup namazlarını kıldırmıştı. Böyle bir yerin oluşturulmasında Hz. Ammâr bin Yâsir’in sözlü arzusu da çok etkili olmuştu.

- Rasûlullah için, istediği zaman gölgesinde yatıp dinleneceği, gölgeleneceği ve içinde namaz kılacağı bir yer yapsak olmaz mı?

Sahâbîlerin hepsi aynı kanaatte olunca böyle bir yer oluşturulmuştu…

Rasûlullah aleyhisselâm, namazgâh edinmek arzusuyla Külsûm bin Hidm’in hurma kuruttuğu yeri kendine tahsis etmesini istedi. Hz. Külsûm, bunu büyük bir memnuniyetle kabul edince Peygamberimiz aleyhisselâm, namazlarını orada kılmaya başladı…

Kısa süre sonra Kuba’da bir mescid yapmayı düşünen Peygamberimiz aleyhisselâm hemen çalışmalara başladı. Mescid için yer düzeltilip hazırlanınca ilk talimatını verdi…

“Bana Harre’den taş getirin!”[7]

- Lebbeyk (derhal-hemen) yâ Rasûlallah!

Ashâb-ı Kirâm, Peygamberler Sultanının emrini yerine getirmek üzere harekete geçtiler. Kısa zamanda pek çok taş getirildi.

Peygamberler Sultanı, yapılacak mescidin plânını bizzat kendi çizdi. Daha sonra da mübarek elleriyle koca bir taşı alıp, kıble cihetine koydu.

Henüz burada misafirdi. Buna rağmen ilk iş olarak bir mescid yapılmasını istemiş ve hemen faaliyete geçmişti. Yapılmasını kararlaştıran ve ilk taşını koyan Peygamberler Sultanı, büyükler büyüğü Peygamberimiz aleyhisselâm idi. İlk taşı koyduktan sonra Sultan Peygamber, Sultan arkadaşına döndü…

“Bir taş da sen koy ey Ebû Bekir!”

Hz. Ebû Bekir (ra), bunu büyük bir memnuniyetle kabul etti.

- Lebbeyk yâ Rasûlallah!

Gidip koca bir taşı alarak, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın koyduğu taşın yanına, duvara bir güzel yerleştirdi.

“Sen de bir taş koy ey Ömer!”

- Lebbeyk yâ Rasûlallah!

Hz. Ömer (ra), koca bir taşı aldı ve Hz. Ebû Bekir’in taşının yanına koydu.

“Ey Osman, bir taş da sen koy!”

- Lebbeyk yâ Rasûlallah!

O da büyükçe bir taş alıp Hz. Ömer’in taşının yanına, duvara bir güzel yerleştirdi.

O an için Hz. Ali henüz Kuba’ya ulaşmamıştı. Burada olsaydı öyle görünüyordu ki, dördüncü taşı da ona koydururdu…

Sonra şöyle buyurdu…

“Şimdi de herkes getirdiği taşı koysun! Mescid inşaatı devam etsin!”[8]

- Lebbeyk yâ Rasûlallah!

Bütün herkes taşlara koşuşturdu… Böylece Kuba mescidinin duvarları, Allah rızasından başka hiçbir şey düşünmeyen bu seçkin ve şerefli insanlar tarafından yükseltilmeye başladı…

Ensâr hanımlarından Şemus binti Numan’ın bizzat görüp anlattığına göre; Kuba Mescidi yapılırken, Peygamberimiz aleyhisselâm, güçlükle kaldırabileceği ağır bir taşı veya kaya parçasını alır, Muhâcirlerden veya Ensârdan gelip, “Babam-annem Sana feda olsun yâ Rasûlallah! Onu bana ver! Senin yerine ben yeteyim taşıyayım!” diyenlere; “Hayır! Sen de git, bunun gibisini al taşı!” buyururdu.

Peygamber aleyhisselâm, mescid yapılıncaya kadar, böylece çalışmaktan geri durmamıştır. Bu kutlu inşaat esnasında, herkes büyük bir aşk ve vecd ile çalışıyordu…

Kısa süre içinde Kuba Mescidi tamamlanmış, Peygamberimiz aleyhisselâm, sevgili ashâbı ile beraber namazlarını orada kılıp, kıldırmaya başlamıştı…

Şimdiye kadar çeşitli sıkıntı ve problemlerle her şeyi ile sivri diken haline gelip batan Kuba, şimdi gülistan olma yolundaydı artık…

Sevgili ashâbı ile beraber Peygamber Efendimiz oradaydı çünkü…

Sallallahu aleyhi ve sellem


 


[1] Zehebî, Târîhu’l-İslâm; s. 333-334; İbnu’l-Cevzî, el-Vefâ’; s. 246, 252.

[2] Zehebî, el-İber; c. 1, s. 3; Ahmed Muhtar Paşa, Rıyâdu’l-Muhtar; s. 358.

[3] İbn Sa’d, et-Tabâkatu’l-Kübrâ; c. 3, s. 623-624; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hâmîs; c. 1, s. 337.

[4] İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sîre; c. 2, s. 137-138.

[5] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ; c. 1, s. 249-250.

[6] İbn Esîr, Usdu’l-Ğâbe; c. 2, s. 99.

[7] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf; c. 1, s. 264; Hâkim, el-Müstedrek; c. 3, s. 385.

[8] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned; c. 3, s. 212; İbn Sa’d, et-Tabâkatu’l-Kübrâ; c. 1, s. 235-236.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.