Bir bir yanarken şehrin ışıkları, son şarkısını çalıyordu çocuk… Kimseler görmüyordu onu. Başlarını çevirseler yüreklerine uzanan buz tutmuş parmaklarını hissedeceklerdi. Kimseler duymuyordu onu.
Son cümlesini yazdı. Son noktayı da koydu. Gazete için hazırladığı haber metnini tamamlamıştı. Yazı bittikten sonra gözden geçirilmesi gerekiyordu ama bunu sabaha bıraktı. Bilgisayarındaki birkaç fazlalığı sildi. Mail kutusunu temizledi. İnternet seçeneklerine geldi. Ve bir tuşla ‘geçmiş’i de sildi.
Uzaktan bakıldığında heybetli görünüşü ile ürperten dağ, yanına yaklaştıkça sizi içine çekmeye başlar. Etekleri bugün bir yerleşim merkezi hâlini almış olan dağa çıkmaya başladığınızda görürsünüz ki susuzluktan tek bir yeşil bitki yetişmemiş, bitki örtüsü yer yer dikenli çalılardan ibaret kalmıştır.
Beyaz büyük kapının ardındaki odaya girdi usulca. Ahşap döşemenin sesi yürümesine eşlik ediyordu. Etrafına bakındı. Eşyalar değişmişti ama duvarlar, pencereler, evin havası hala eskisi gibiydi.
Kâğıda düşen elif ‘öz’geçmişiydi insanoğlunun. Zira, bir noktayla başlayıp, diğer bir noktada son bulan; birinci tekil yalnızlıkla yol alan kuldur elif.
Gözleri derinlere dalmış, adeta o günü yaşıyordu yeniden. Gözlerini bana çevirirken huzur dolu bir tebessüm yayıldı yüzünde. Ve bu yüz, dilinin anlattıklarından çok daha ötesini anlatıyordu.
aşı sonu olmayan kopuk bir film şeridi hafızamdakiler… Bedenim artık, kendini çepeçevre saran bu yerde mücadeleden güçsüz; oysa ruhum, aksine güçlendi, kabına sığmaz oldu… Uçmak istiyor…