Add new comment

“Kurban derisini çeyiz sandığı gibi taşıyorduk.”

Orman fakültesini bitirip yüksek lisansa başladığım yıldı. Orman fakültesindeki tecrübelerimiz yabana atılamazdı.  Üniversitelerdeki gençlik faaliyetlerini devam ettirmek gerekiyordu. İstanbul üniversitesinin farklı fakültelerinde de benzer gayretler vardı. Öncelikle bunları tek çatı altında bir araya getirmek gerekiyordu. Bir başlangıç mahiyetinde, fakültelerde gayretleri ve samimiyetleriyle öne çıkan arkadaşlarla Garipçe ’de bir yaz kampı yaptık. İhtilalden sonraki ilk kampımızdı.

Kamp yaptığımız Garipçe Köyü, İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’le birleştiği bir noktadaydı. Şu anda orada, yeni yapılan Yavuz Sultan Selim köprüsü bulunuyor. O zamanlar Garipçe, askeri bölge sınırları içindeydi. Köye girişlerde, kontrol noktasından geçerken köyden kimi ziyaret ettiğinizi belirtmek ve kimlik bırakmak zorundaydınız. Bizdeki de cesaretti doğrusu. O nedenle kamp çadırı ve malzemelerimizi Sarıyer’den bindiğimiz bir kayıkla köye ulaştırmıştık. Çadırı, köyü ve denizi tepeden gören tarihi bir kaleye kuracaktık. Kale, Boğaz’ı kontrol altında tutmak için Cenevizliler tarafından yapılan ve hâlâ ayakta olan bir yerdi. Manzarası ise mükemmeldi; bir tarafta Boğaz, diğer tarafta uçsuz bucaksız Karadeniz, hemen alt tarafımızda ise şirin bir köy…

Akşam karanlık çökmeden çadırı kurmalıydık. Kamp çadırı kurmakta acemiydik, üstelik toprak çok sertti ve çadır kazıklarını toprağa sabitleyeceğimiz yeterli alet edevatımız da yoktu. Güç bela çadırı kurduk. Beyaz çadırımız, tarihi kalenin ortasında yeni açmış bir papatyayı andırıyordu. Lakin, acemice kurduğumuz çadırla daha ilk geceden rüzgâra ve aniden bastıran yağmura karşı iyi bir sınav verememiştik. Çadır bir sağa bir sola sallanıyor, başınıza  ha yıkıldım ha yıkılacağım diyordu. Yorgunluğumuza ve uykusuzluğumuza rağmen hepimiz çadırın bir direğine sıkıca yapışmıştık. Uzun bir müddet yarı uykulu, direklerde öylece asılı kaldık.

Bu sakin ve şirin köyde biz üniversiteli öğrencilere ilk günlerde yabancı gözüyle bakılıyordu. Şimdiye kadar bu köyde kamp yapan belki de ilk gruptuk. Kaleden minaresi görünen camide vakit namazlarını cemaatle kılmaya başladık. Kısa zamanda cami cemaatiyle sıcak bir yakınlığımız oluştu. Daha önce Sarıyer’deki tanıdıklardan ismini aldığımız köy azası Dursun abiyle bazen camide görüşüyorduk, bazen de o, bir ihtiyacımız olup olmadığını sormak için çadırımızı ziyaret ediyordu.

Namazları camide kılmamız etkisini hemen göstermişti. Köylülerin meraklı bakışları gitmiş, yerini gülümseyen bakışlara bırakmıştı. Köyün ilkokul çağındaki kızlı erkekli çocukları kaleye çıkıyor, köylerinin misafir abileri olan bizleri yakından görmeye çalışıyorlardı. Çocukların yaz tatilinde başıboş olduğunu görünce, arkadaşlardan birini onlara Kur’an öğretmek üzere görevlendirdik. Arkadaşımız her sabah köyün sevimli çocuklarına yaklaşık bir saat kadar elifbayı, namaz surelerini ve dini bilgileri talim ettiriyordu. Arada ilahiler ve marşlar söylüyor, kamp alanımızda top oynamalarına dahi müsaade ediyorduk.

İlk geldiğimizde mesafeli davranan köylüler, bir de baktık ki bize, mısır unuyla nar gibi kızarmış bir tepsi hamsi göndermişler. Kamp boyunca mercimek çorbası, menemen ve makarnaya talim eden bizler için bu güzel ikram, cennet taamı gibi gelmişti. Bu ikram sadece hamsiyle de kalmadı. Başka bir gün gelen ev yapımı bir tepsi baklavayı da afiyetle yedik. Gelenler tabak tabak da değil, tepsi tepsi geliyordu. Bu Karadeniz köyü gerçekten mükrimdi. Artık bizleri birer yabancı gibi değil, köylerinin  güzide misafirleri olarak görüyorlardı. Evet,  camide cemaate ve sabahları çocuklara Kur’an öğretmeye tam tekmil devam edilmeliydi!

Kampımız devam ederken köyden, bizimle fotoğraf çektirmeye gelen liseli gençler dahi oluyordu. Bazı günler tepenin hemen arkasında “Büyük Liman” denilen ve kumsalı da olan yerde denize giriyorduk. Akşamları ateşin etrafında sohbet ve muhabbet marşlarla devam ediyordu. Sanki hep birden bir feyz ırmağına dalıyorduk. Farklı bir renk katmıştık köyün hayatına. Kamp süresince arkadaşlarımızla daha sıkı dostluklarımız oluşmuştu. Bu kamp bizler için çok verimli olmuştu. Onun bereketiyle de önümüzdeki yıl fakültelerimizde yeni bir başlangıç yapacaktık.

Bu arada köylüler de bizi kendilerinden birileri gibi sevmişti. Bir akşam onlarla sohbet ediyorduk. Anadolu’dan gelen öğrencilere sahip çıktığımızdan, onların ihtiyaçlarına küçük de olsa bir katkı yaptığımızdan, bunun yeni bir fidana verilen can suyu mesabesinde olduğundan bahsettik. Söz açılıp öğrenciler olarak Kurban Bayramı’nda kurban derisi topladığımıza geldi. Öğrenci evlerimizin, bazı faaliyetlerimizin mali yükünü topladığımız derilerle çözdüğümüzü anlattık. Köylüler bunu duyunca, bu yıl kurban derilerini sizlere verelim diye bize söz verdiler. Bu bizi bir kat daha sevindirmişti.

Bizim için ilk olmasına rağmen çok bereketli bir kamp olmuştu. Bu vesileyle boğaz’ın en ucundaki bu sakin köyde güzel insanlar tanımıştık aynı zamanda.

Kamp bitmiş biz İstanbul’a dönmüştük. Çok geçmedi Kurban Bayramı geldi, her yıl olduğu gibi yine deri toplayacaktık. Hummalı bir şekilde deri toplama işi için hazırlık yapıyorduk. Her kurban geldiğinde, bizim “bayram” dediğimiz, ne kadar deri topladığımız ile ilgiliydi. Öyle ki, uzaktan bir kurban gördüğümüzde bizi hayvanın eti değil, daha çok derisi ilgilendirirdi. 

O yıllarda deri toplamak bütün vakıf ve dernekler için yasaktı; sadece THK’ye toplama yetkisi verilmişti. Vakıf ve derneklerin topladığı deriler yakaladığında el konuyordu. O nedenle biraz da derileri kaptırmamaya özellikle dikkat ederdik. O yaz gününde deri tuzlamak ise ağır bir işkenceye dönüşüyordu. Fırın gibi sıcak bir depoda sabahtan akşama kadar deri tuzlayan rahmetli Celalettin Şencan’ı hiç unutamam.  Ağır koku içinde, elleri tuzdan, yüzü kavurucu sıcaktan kıpkırmızı kesilmiş, tunca kesmiş yüzünden ter aşağı süzülüyordu. O ise hiç yüksünmeden ibadet aşkıyla işine devam ediyordu. Kardeşlerimiz hiçbir çıkarı olmaksızın o ağır deri toplama ve tuzlama işini şevkle yapıyorlardı.

Üst üste birkaç gece uykusuzluğa dayanmak zorundaydık. Ayrıca derileri yakalatmamak için de teslim yerine geceleri götürüyorduk. Yine bir gece yarısı derileri dericiye teslim etmiş, sabaha karşı emanet bir araçla dönüyorduk. Şoför arkadaşımızın yorgunluk ve uykusuzluktan gözleri kapanıp kapanıp açılıyordu. Ben her ihtimale karşı yola bakıp direksiyonu tutuyor, o ise şoför koltuğunda sadece gaza hafifçe dokunuyordu. İki kişi bir arabayı ilginç bir şekilde kullanıyorduk. Bir sonraki gece ise Sanayi Mahallesi taraflarında arkadaşlarımızca toplanıp, bir inşaata depolanmış derileri almaya gittik. Çoğunluk sığır derileri idi ve tuzlandığından iyice su bırakmıştı. İki kişinin dahi zor kaldıracağı ağırlıktaydı ve bir kamyonu dolduracak kadar çoktu. Onları bir hayli yüksek olan damperli kamyonun kasasına atmak maharet ve güç istiyordu. Derileri toplayan öğrencilerle birlikte her bir deriyi ikişer kişi tutarak bir ileri bir geri sallıyor ve o yükseklikteki kasaya güç bela aşırmaya çalışıyorduk. Sırıkla yüksek atlama yapan atletten daha kolay değildi işimiz. Gecenin karanlığında deriyi aşıramadığımızı; kocaman, ağır bir kütlenin tuzlu sularıyla başımıza boca olup altında kaldığımızda anlıyorduk. Bu arada ter topuğumuzdan çıkıyor, kuru kalan yerlerimizi de derilerden akan tuzlu sular ıslatıyordu. Öyle ki, her birimiz birer kokarca gibi kokuyorduk.

Bir defasında da kapalı kamyoneti ağzına kadar derilerle doldurmuş, arkasını brandayla kapatmıştık. Şoför mahallinde yer kalmayınca derilerin üzerinde ve tamamen kapalı bir kamyonette, teslim yerine kadar gitmek zorunda kalmıştım. O sıcağı ve ağır kokuyu hiçbir zaman unutamam. Üzerinize sinen bu kokudan kurtulmanız da hiç kolay olmazdı. Deri toplama işi sona erdiğinde bu kokuyla eve gitmeniz mümkün değildi. Buna da bir çıkış yolu bulmuştuk. Son gece toplanır, deri topladığımız arabalarla denize gider ve üzerimizdeki elbiselerle karanlıkta denize girerdik. Daha önce gece denize girmeyenler için başını suyun içine sokmak, ürperti veren bir duygudur. Kendinizi zifiri bir karanlığın içinde hissedersiniz. O hengâme içinde ilk anda ürperseler de bu duruma çabucak alışırdı arkadaşlarımız.

Birçok insan için, hele de bayramda arzu edilmeyecek olan deri toplama işi böyle ilginç ve neşeli bir finalle son bulurdu. Kurbandan sonra da günlerce maceralı deri toplama işimiz kulaktan kulağa anlatılır dururdu. Her gündeme geldiğinde ilk kez duymuş gibi, ne çok gülerdik o hallerimize… Biz o günleri çok sevmiştik.

Bayram bitmiş, biraz geç de olsa Garipçe'den bize haber ulaşmıştı. Köylüler köylerinde kamp yapan öğrenciler için kurban derilerini toplamış, gidip almamızı bekliyorlardı. Acilen bir araba ayarlamamız gerekiyordu ve Garipçe İstanbul’un öteki ucuydu. Ne kadar deri toplandığını da bilmiyorduk. O zamanlar arabalı arkadaşlarımız pek azdı. Deri taşıma gibi netameli bir işi de herkese teklif edemezdik. Nasıl olduysa oldu, Hayati Üstün abi geldi aklımıza. Biraz külüstür de olsa nihayetinde trafiğe çıkabilen kırmızı bir arabası vardı. Yolda yürümesine trafik polislerince müsaade edilemeyecek bir araçtı. Hiç olmadık yerde istop eder, bu durumda ancak birilerinin itmesiyle hareket ettiğini duyardık.  

Garipçe’den derileri almak için Hayati abiyle buluştuk. Araba bir hayli eskiydi; bir savaşın yorgun gazisiydi adeta. Yolda zaman zaman teklese de Hayati abinin kaptanlığında hızını bulunca birçok aracı solluyorduk bile. Derileri almaya değil de pürneşe gelin almaya gider gibiydik. İçten gülümseyen göz bebeklerinin ışıltısı, onun ay gibi yüzüne yansıyordu. Çehresine yansıyan gülümsemesi için bir bahis açılsa yeriydi. Geniş alnı nur gibi parlıyor, insana güven veriyordu. İddiasız iyilik abidesiydi. Bense, arabasına deri yükleyeceğimiz için biraz tedirgindim. Onun bu duruşu ve tavrı beni rahatlatmıştı.

Köye girmeden kontrol noktasında ziyaret edeceğimiz kişinin adını verdik, kimlikleri bırakarak köye yöneldik. Tepeden muhteşem bir deniz manzarası belirdi. Fakat biz manzaraya bakacak durumda değildik. Arzumuz, kazasız belasız bir an önce derileri alıp dönmekti. Dik yokuşu inerek nihayet sahildeki köye ulaştık. Kamp zamanımızda tanıştığımız Dursun abi ile cami yakınında buluştuk. Deriler tahminimizden fazlaydı ve hemen hemen tamamına yakını sığır derisiydi. Bizim arabamız ise ikide bir durduk yere bozulup, yolda bırakan cinstendi. Derilerin tamamını yükleme ihtimalimiz zor görünüyordu. Rahmetli Hayati abideydi gözüm. O yüzünü hiç ekşitmemiş, bilakis arabasına kurban derisi değil de çeyiz sandığı yüklüyormuşçasına gözleri fıldır fıldır dönüp gülümsüyordu.Bagajı derilerle doldurduk. Poşetteki deriler kalmıştı, onları da arabanın arka koltuk kısmına tıka basa yığdık. Bagajdan derilerin bıraktığı sular dışarı sızmaya başlamıştı. Araba lebalep dolmuş, ancak ikimizin oturabileceği kadar yer kalmıştı. O küçük araba bu kadar deriyi nasıl almıştı, hayret ettim?   

Köylülerle vedalaştık, köyün dik yokuşunu bir işi tamamlamanın sevinciyle hızla çıktık. İstanbul’a gelene kadar Hayati abiyle muhabbet ettik, yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görmedim. Yolculuk boyunca sık sık tebessüm ediyor, simsiyah sakalıyla bıyığı arasından bembeyaz dişleri fark ediliyordu.

Bu güzel ahlak, sahabe ahlakını hatırlatıyordu. Onun sıcak davranışı ve sevecen yüz ifadesini hiçbir zaman unutmayacağım. Zor zamanımızdaki bu fedakârlığının, ahiret gününde şahidi olacağım.

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.