İmanın Tadına Varmak - II
Hz. Enes (ra)’den nakledildiğine göre Sevgili Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Üç şey vardır ki, onlar her kimde bulunursa imanın tadını bulur:
1- Allah’ın ve Resûlü’nün ona başka her şeyden daha sevgili olması.
2- Bir kimseyi sırf Allah için sevmesi.
3- Küfre dönmeyi, tıpkı ateşe atılmayı istemediği gibi istememesidir.”
Hani bazen, “Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış! De ki, bunlar dünya hayatında müminler içindir. Kıyamet gününde ise sadece onlara aittir…” âyetinin gölgesine sığınıp Allah’ın, bedenin gıdası olarak yarattığı yemeklerin helal ve temizlerinden en lezzetli bir yemeği yersiniz de tadı damağınızda kalır ya! İşte tıpkı bunun gibi, ruhun gıdası olan imanla benliğinizi doyurduğunuzda da tadı dimağınızda ve gönlünüzde kalır. Artık duygu ve düşüncelerinizde hep o manevi tadın izi vardır. İmandan uzak kalıp ruhunu aç bırakanlar ise tatsız tuzsuz bir hayat yaşarlar. Onlar, niçin yolculuk yaptığını, nereden gelip nereye gittiğini bilmeden yolculuk yapan şaşkın yolcular gibidir. Artık onları huzursuz, mutsuz ve sıkıntılı bir hayat beklemektedir.
Bazen bedeniniz hastalanır da ağzınızın tadı bozulur ve artık siz en lezzetli bir yemekten bile tat almaz olursunuz ya! İşte bunun gibi kalbiniz manen hastaysa imanın da lezzetini alamazsınız. İşte bu hadis-i şerifimiz, imanın doyumsuz tadını tadabilmeniz için gerekli olan üç temel şarttan bahsetmektedir. Bu üç şart, kalbinizin manen sağlıklı olduğunu gösteren işaretlerdir. Bunları madde madde ele almadan önce, her üç şartta da ortaya çıkan ortak vurgunun sevgi olduğunu tesbit etmeliyiz: Başta, sevgilerin en yücesi Allah (cc) sevgisi ve O’nun Elçisinin (sas) sevgisi; sonra da Allah (cc) için olan diğer sevgiler: Mümin kardeşe ve bizzat imana duyulan sevgi ki, bu sevgi, imanı kaybetmektense ateşe atılmayı bile kabul ettirecek kadar güçlü bir sevgidir. Sevgi insanoğlunun en büyük ihtiyacıdır. İnsan, ekmeksiz, susuz ve sevgisiz yaşayamaz. Asıl önemli olansa, insanın sevgisini kime ve nasıl yönlendireceğidir. Şimdi bunları görelim:
Allah (cc) sevgisi, bütün sevgilerin kaynağı ve varacağı son noktadır. Onsuz her sevgi eksik ve kusurludur. Müminler her şeyden çok Allah’ı severler. Ne babaları, ne oğulları, ne kardeşleri, ne eşleri, ne aşiretleri, ne kazandıkları mallar, ne kesada uğramasından çekindikleri ticaret ve ne de hoşlandıkları evler; onlara Allah sevgisinden, Peygamberinin sevgisinden ve Allah yolunda cihadın sevgisinden ileri olamaz. Olursa, Allah’ın azabının onları beklediğini bilirler. Zaten müminler bütün sevdiklerini de ancak Allah’ın izniyle severler. Allah’ı sevme iddiasının ispatı ise O’nun Peygamberine tâbi olmaktır. Yüce Allah, Peygamberine uyanları seveceğini ve günahlarını bağışlayacağını müjdelemiştir.
Allah’ın sevdiği ve Allah’ı seven müminlerde, kendileri gibi inanan kardeşlerine karşı alçakgönüllü, inançsız ve sapık inançlı kâfirlere karşı ise onurlu ve güçlü olmak; yine hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan Allah yolunda cihad etmek, Allah’ın yücelttiği en önemli karakterleri olarak kendini gösterir.
Allah sevgisinin kulda ortaya çıkışı ve kuvvetlenmesi, “marifetullah”; yani Allah’ı tanıma derecesiyle doğru orantılıdır. Yani marifetullah muhabbetullahı doğurur. Kur’ân-ı Kerim’de, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!” buyrulurken bu manaya da işaret edilmiş olmaktadır. Ebû Talib el-Mekki (ra) (ö.386/996) Kûtu’l-Kulûb adlı eserinde, Allah’a daha yakın olanların marifet (gerçek bilgi) sahipleri olduğunu, onların Allah’ın Zâtını tanıdıktan sonra O’nun (cc) sıfatlarını müşahede seviyesine ulaşacaklarını belirtir. Öyleyse marifet sahibi olan bu ariflerin Allah sevgisiyle avamın sevgisi nasıl aynı olabilir! Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen sapık inançlı kâfirler ise, marifetullahtan ve dolayısıyla sevgiden büsbütün uzaktırlar.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ı en veciz bir şekilde tanıtan İhlâs sûresinin, Kur’ân’ın faziletçe üçte birine denk sayılması; yine hadislerde, Allah’ın en temel özelliklerinden bahseden bazı âyet ve ifadelerin üstünlüklerinin vurgulanması, Allah bilgisinin (marifetullah) önemini açıkça ortaya koymaktadır. Sevgili Peygamberimizin (as), “Şüphesiz ki Allah’ın doksan dokuz ismi vardır –yüzden bir eksik-.Kim onları sayarsa cennete girer.” Hadisi de -İslâm’ın, bütünü gözeten yaklaşımı içinde yorumlarsak- Allah’ın isimlerini öğrenip anlayarak yaşayanları ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklananları cennetle müjdelemektedir. Allah’ı tanıyarak muhabbetullaha ulaşmanın yolu, Kur’ân ve sünnetten geçer. Biz Rabbimizi Kur’ân ve sünnetten öğrenirsek Rabbimizi en doğru bilgiyle tanımış oluruz. Böylece O’nun (cc) sevgisi bizde kökleşir ve artık biz bu sevgimiz sayesinde imanın doyumsuz lezzetini tatmış oluruz.
Allah sevgisinin bazı belirtileri vardır. Bunlar beşerî sevgilerde de kendini gösterir. Öncelikle, sevgiliye itaat sevginin başlangıcında kendini gösteren bir belirtidir. Allah’ı her şeyden çok seven müminler de Allah’a ve Resûlü’ne cân-u gönülden itaat ederler: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resûlü’ne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur…” Mümin olduğunu söyleyip itaatten yüz çevirenler daha işin başında sevgilerine ihanet edenlerdir.
Yanında sevdiği anıldığında sevenin değişik hallere girmesi; mesela kanının çekilmesi, renginin değişmesi, hakiki sevginin en başta gelen belirtilerindendir. Bu manada olmak üzere yanlarında Allah anıldığı zaman, Allah’ı çok seven hakiki müminlerin yürekleri ürperir. Bu ürperme, sevginin verdiği coşku ile saygı ve korkunun verdiği heybetin neticesidir. Allah’ın sonsuz büyüklüğü ve mükemmelliği ile nihayetsiz ihsanları karşısında biz kullara düşen, hayranlık, minnettarlık ve şükrün eşlik ettiği bir sevgiyle Allah’a yönelmek; nefse ve şeytana uymanın yol açtığı bir gaflet ve nankörlük sonucu Allah’a isyan etmekten ve böylece Allah’ın sevgisini kaybedip, azabına duçar olmaktan korkarak yaşamaktır ki, bunun adı takvadır.
Allah sevgisinin bir diğer belirtisi de Allah’ı çokça anmaktır. Sevgilinin adını dilden düşürmemek sevenlerin en başta gelen özelliklerindendir. Seven sevdiğini hem kalbi hem de lisanı ile çok anar. Yüce Allah, kendisini çok zikretmemizi emretmektedir. Akıllı müminler de Allah’ın emrine uyarak Allah’ı, ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken; (yani her durumda ve her zaman) anarlar. Böylece Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya ümit besleyen ve Allah’ı çok zikreden müminler, Allah’ın Elçisindeki (sas) en güzel örnekliğe uymaya hazır hale gelirler. Allah’ın Elçisine (sas) uymakla da –daha önce geçtiği gibi- Allah’ı sevme iddialarını ispatlamış ve O’nun tarafından sevilme saadetini elde etmiş olurlar.
Allah’ı zikretmek; kalple, bedenle ve dille yapılır. Kalple zikir, başta Allah’a iman etmekle, O’nun varlığını, birliğini ve kudretini gösteren delilleri düşünmekle, maddi manevi bütün nimetleri verenin Allah olduğunu hatırdan çıkarmamakla ve Allah’ı, zat, isim ve sıfatlarıyla tanımakla olur. Bedenle zikir, başta namaz olmak üzere zekât, oruç, hac, cihad ve diğer ibadetlerle Allah’ı anmakla gerçekleşir. Yaptığımız her işte, attığımız her adımda Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmek ise devamlı zikir halinde olmamızı sağlar. Dille zikir, tehlil, tahmid, tesbih, tekbir ve benzeri ifadelerle Allah’ı anmak; Kur’ân okumak, dua etmek, ilim müzakere etmek, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak gibi Allah’ı ve O’nun dinini hatırlatan şeyleri dile getirmekle olur.
Allah sevgisinin daha birçok belirtisi olmakla birlikte biz son olarak, Allah’ın sevdiğini sevmek ve sevmediğini sevmemekten bahsedeceğiz. Sevgilinin sevdiği her şeyi sevmek ve sevgilinin sevdiği şeylere uygun davranmak, sevginin en önemli göstergelerindendir. Bu manada olmak üzere Sevgili Peygamberimiz: “Sizi nimetleriyle besleyip yaşattığı için Allah’ı seviniz. Allah’ı sevdiğiniz için beni seviniz. Beni sevdiğiniz için de Ehl-i beytimi seviniz.” buyurmuştur. Burada Peygamberi sevmemizin, Allah’ın en sevgili kulu olmasından, Ehl-i beyti sevmemizin de Peygamberimizin onları sevmesinden dolayı olduğuna işaret vardır. Hakiki müminler, Kur’ân ve sünnette Allah’ın değer verdiği ve sevdiği bildirilen tüm şeyleri sever ve sevgileri doğrultusunda davranış geliştirirler. Bazen sevgi ve yönelişlerinin hikmetini bilmeseler bile bu onları sevgilinin arzusuna uymaktan alıkoymaz. Mesela Allah’ın Elçisi (sas), Allah’ın değer verdiğini bildiği için Hacer-i Evsed’i öpmüştür. Sahabîler de bu hususta O’nu izlemiştir. Hz. Ömer (ra), bir Hac esnasında Hacer-i Esved’i öperken söylediği şu sözlerle sevgilerine sahip çıkan sahabîlerin hissiyatlarına tercüman olmuştur: “Çok iyi biliyorum ki sen zarar ve fayda vermeyen bir taşsın. Peygamberi seni öperken görmeseydim ben de öpmezdim.” Müminler, Allah’ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemek konusunda, fıtratlarındaki tabi yönelişlere bile muhalefet edebilen sevgi kahramanlarıdır. Onlardan hiçbir topluluğu; babaları, oğulları, kardeşleri veya (diğer) akrabaları da olsa Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslerken göremezsin. Onlar, sevgilerine ve nefretlerine en Yüce Sevgilinin emirleri istikametinde yön verenlerdir. Böylece, amellerin en faziletlisine erenlerdir.
Hiç şüphesiz Allah’ı en çok seven kişi, O’nun Sevgili Elçisidir (sas). İmanın doyumsuz lezzetini de en coşkulu şekilde O (as) yaşamıştır. Sevgili Peygamberimizin (as) şahsında sevginin bütün belirtilerini en mükemmel şekliyle görebiliriz. Rabbini en iyi tanıyan O (as); O (cc)’na en fazla itaat eden O (as); O’nu en çok zikreden yine O (as)’dur. Hz. Âişe (ra) annemiz, Sevgili Peygamberimizin (as) –abdestsiz ve hatta cünüpken bile- daima Allah’ı zikrettiğini haber vermektedir.
Bir İslâm büyüğü, “Dünyada her şeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Sevginin tartısı da fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.” demiştir. Efendimizin (as) ve ashâbının hayatı da Allah yolunda, imanları ve sevgileri uğrunda yaptıkları fedakârlıklarla doludur. Müşrikler, İslâm davasından vazgeçmesi karşılığında O’nu (as), Mekke’nin en zengini yapmayı, en güzel kızlarıyla evlendirmeyi ve başlarına kral tayin etmeyi teklif ettiklerinde Sevgili Peygamberimiz (as), bütün bunları elinin tersiyle itmiş ve “Vallahi, eğer güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar ben yine davamdan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah muvaffak kılar; ya da (Allah yolunda) yok olurum.” mealindeki sözleriyle kararlılığını ortaya koymuştur. Sevgili Peygamberimiz (as), İslâm’ı tebliğ etmek için gittiği Taif’te ağır bir hakaretle karşılaşmış; Mekke’ye dönüş yolunda, Taif liderlerinin kışkırttığı ayak takımı tarafından kilometrelerce takip edilip taşlanmış; mübarek ayakları kanlar içinde kalmıştır. Bu haliyle, Mekkelilere ait bir üzüm bağına sığınan Peygamberimiz (as),burada ellerini semaya açarak Rabbine çok içli bir yakarışla seslenmiştir:
“İlâhî, kuvvetimin zayıfladığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi!..” diye duasına başlayan Efendimiz (as), “…Ya Rab! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam; fakat Senin merhametin bunları da göstermeyecek kadar geniştir…” sözleriyle Allah yolunda her türlü fedakârlığa hazır olduğunu ve sıkıntılara göğüs gereceğini ifade etmiştir. Gerçekten seven kimse, en zor anlarda bile sevdiğini incitecek söz ve davranışlardan kaçınır. Sevgili Peygamberimiz (as) de, oğlu İbrahim daha küçücük bir bebekken vefat ettiğinde, ona olan sevgi ve merhametinden dolayı gözyaşlarını tutamayarak ağlamış; fakat “Göz yaşarır, kalp üzülür. (Bunlar elde değildir) fakat biz, Rabbimizin razı olmayacağı hiçbir söz söylemeyiz. Ey İbrahim! Senin ayrılığınla çok hüzünlüyüz.” buyurarak sevgi hassasiyetini korumuştur.
Allah Resûlü (as) ve O’nun güzide ashâbı Allah yolunda ve insanlara Allah’ı sevdirmek için çilelere, işkencelere fedakârca katlanmış ve böylece sevgi imtihanından başarıyla geçerek, imanın tadını doyasıya yaşamışlardır.
Allah Resûlü’ne (as) karşı duyulan sevgi, Allah’a karşı duyulan sevgiden ayrı tutulamaz. Allah’ı sevmenin yolu, Elçisini sevmekten geçer. Çünkü Allah’ı bize en doğru şekliyle tanıtan O (as); bize O’nun (cc) yolunu öğreten yine O’dur. O’nu (as) sevmemizi isteyen, O’nu (as) bize gönderenin kendisidir. Yüce Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de, “Peygamber, müminlere kendi canlarından bile daha ileridir. (Kendilerinden bile fazla severler O’nu)…” buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (sas) de, “Ya Resûlallah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin.” diyen Hz. Ömer (ra)’e, “Hayır, Ben sana canından da sevgili olmalıyım.” buyurarak Allah’ın emrini tekrarlamıştır. Belki de çok iddialı bir söz söylememek düşüncesiyle ilk ifadesinde gerçek hislerini tam yansıtamayan Hz. Ömer (ra), bu sefer bütün duygu yoğunluğuyla “Canımdan da sevgilisin” diyerek sevgisinin gerçek durumunu ortaya sermiştir. Bunun üzerine Sevgililer Sevgilisi (as), “İşte şimdi oldu.” buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz (as), “Hiçbiriniz beni babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan fazla sevmedikçe iman etmiş olamaz.” buyurarak iman etmenin yolunun da, kendisini sevmekten geçtiğini haber vermiştir. Allah Resûlü’nü (as) sevmek, emrettiği veya yasakladığı her konuda O’na itaat etmeyi gerektirir. Hem öyle bir itaat ki, hükmünü bildirdiği herhangi bir şeyde müminler, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle O’na (as) teslim olmalıdır. Aksi halde iman etmiş bile sayılmazlar. Resûlullah’a (as) itaat, cennete girmeye vesiledir. O’na (as) itaatten yüz çevirenler, cennete girmeyi istemeyip; ayak diretenlerdir.