Sevgili okuyucularım! Bugün sizlerle Hz. Peygamber efendimizin evine gidelim. Hz. Âişe annemizin odasında hasta yatağında yatan sevgili Peygamberimizi evinde ziyâret edelim, kendisinden bir şeyler öğrenelim. Öğrendiklerimizi uygulamaya koyalım ve hayatımızı güzelleştirelim.
Hz. Peygamber efendimiz, vefatından önceki günlerini Hz. Âişe annemizin odasında geçirdi. Rahatsızlığı ilerleyince mescide gidemedi, imam olup cemaatine namaz kıldıramadı. Hz. Ebû Bekir'i imamlığa tayin etti. O da Hz. Peygamber hayatta iken on yedi vakit imam olup cemaate namaz kıldırdı. Perşembe günü yatsı namazında başladığı imamlığı pazartesi sabah namazına kadar sürdürdü. Hz. Peygamber'in vefatından sonra da halife seçildiği için iki yıl da halife olarak namazlarda imamlık yaptı.
Hz. Peygamberin rahatsızlığı esnasında, yakınlarından ve ashâbından ziyaretçileri çoktu. O, zaman zaman evinde, zaman zaman çıktığı mescidde ümmetine nasihatlerini ve sohbetlerini devam ettiriyordu. Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz de yapılan konuşmaları can kulağıyla dinliyorlar ve ezberliyorlardı.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber efendimizin yedi çocuğundan altısı, kendinden önce vefat etmişti. Ölümünden önceki rahatsızlığı esnasında hayatta olan tek çocuğu, kızı Hz. Fâtıma'ydı. Fâtıma da Hz. Peygamberin son günlerindeki devamlı ziyaretçilerinden biriydi. Onun, son günlerini Hz. Âişe annemizin odasında geçiren babası ile ilgili bir hâtırasını Hz. Âişe annemiz şöyle anlatır:
"Hz. Peygamber, kızı Fâtıma'yı yanına çağırdı; o da yürüyerek babasının yanına gitti. Yürüyüşü, babasının yürüyüşüne çok benzerdi. Hz. Peygamber, kızını yanına oturttu ve onunla özel olarak bir şeyler konuştu. Bu konuşmadan sonra Fâtıma ağladı. Sonra tekrar yanına çağırdı ve yine ona özel olarak bir şeyler söyledi. Bu sefer Fâtıma, güldü. Ben, hayatımda gülmenin ve ağlamanın birbirine bu kadar yakın olduğunu görmedim.” Orada hazır bulunan annelerimizden Hz. Ümmü Seleme der ki: “Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Fâtıma'ya o gün ağlamasının ve gülmesinin sebebini sordum. Şu cevabı verdi: "Babam, önce bana kendisinin vefat edeceğini haber verdi; ben de ağladım. Sonra, ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı ve benim cennette İmran kızı Meryem hariç, diğer kadınların hanımefendisi olacağımı müjdeledi; bunun üzerine çok sevindim ve güldüm." (Tirmizî, Menâkıb, 60; İbn Sa’d, Tabakât, II, 247; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 282)
Saygı değer okuyucularım! Bu hâtırayı siz, hem katıldığınız çeşitli sohbetlerde dinlemiş hem de değişik kitaplarda okumuşsunuzdur. Dinledikten ve okuduktan sonra, belki de üzerinde fazla düşünmeden ve derinlemesine tefekkür etmeden bir iki damla gözyaşı akıtıp geçmişsinizdir. Hâlbuki bu hâtıralar, üzerlerinde derinlemesine düşünelim diye anlatılmaktadır. Öyle ise gelin, şimdi derin derin düşünelim:
Çocuk, bir insanın canı ve ciğeridir. Hemen hemen her insan, kendisi için istediği bütün iyilikleri çocuğu için de ister. Kendisi için istemediği kötülükleri çocuğu için de istemez. Müslüman bir anne-baba, her şeyden önce çocuğunun dünya ve âhiretinin mâmur olmasını ister.
Yukarıda geçen hâtırada Fâtıma, rahatsızlık çeken babasının vefat edeceğini öğrenince ağlıyor, kendisinin öldükten sonra cennete gireceğini ve babasına kavuşacağını öğrenince de seviniyor.
Sevgili okuyucularım! Ölüm, kaybolmak ve yok olmak değildir. Ölen yakınlarımız için "babamı kaybettim, annemi kaybettim, dedemi kaybettim" dememiz çok yanlıştır. Gazetelere verilen ölüm îlânlarında bu ifâdelerin kullanılması hiç doğru değildir. Bu ifadeler, öbür dünyaya inanmayanların kullandığı sözlerdir. Bizim, şöyle dememiz gerekir: "Babam rahmetli oldu, annemin dünyasını değişti, dedem hakkın rahmetine kavuştu." Çünkü ölen hiçbir insan, kaybolmaz. Kâfirler, hayatın ölümle sona erdiğine inandıkları için öyle diyorlar. Hâlbuki biz, asıl hayatımızı öbür dünyada yaşayacağımıza inanıyoruz. Peki, gerçek hayatımızı yaşayacağımız o sonsuz dünyada ben cennete girerim, çocuklarım da cehenneme girerse halim nice olur? Hz. Peygamber efendimiz gibi biz de, çocuklarımızı, kendileri ile cennette buluşacağımız müjdesi ile müjdeleyebiliyor muyuz? Bu müjdeyi kendilerine veremiyorsak yazıklar olsun bize!
Çocuklarının sadece dünyası için çalışanlar, aslında çocuklarına yazık etmiş olduklarını ne zaman anlayacaklar? Onların eğitimini, giyimini, yemesini ve içmesini düşünenler, çocuklarının âhiretini ne zaman düşünmeye başlayacaklar? Çocukları için ev, araba, akar (gayr-i menkûl), şirket veya para bırakanlar, onlara bir yâd-ı cemil, güzel bir hâtıra, iyi bir isim neden bırakmıyorlar? Bir baba, vefat ederken çocuğunun kulağına “Üzülme yavrum! Seninle kısa zamanda (inşâallah) cennette buluşacağız!” diyebiliyorsa, o babanın alnından öpmek lazım. Toplumumuzda alnından öpülecek böyle kaç baba var?
Saygı değer okuyucularım! İçinde yaşadığımız hayat, asıl hayatımızı kazanabilmemiz için Yüce Allah tarafından bize bir fırsat olarak verilmiş iken, biz bu fırsatı değerlendiremiyoruz. Savrulan insanlarla birlikte biz de savruluyoruz. Çocuklarımız da bizimle birlikte savruluyorlar. Biz, çocuklarımızı ne kadar basit şeylerle sevindiriyoruz; daha doğrusu avutuyoruz, değil mi? Onlar da asıl hediyenin, gerçek mükâfâtın ne olduğunu bilmedikleri için, kendilerine aldığımız basit hediyelerle seviniyorlar. Bir horoz şekerine, bir çikolataya, bir meyve suyuna sevinen küçük çocuklar gibi.
Saygı değer okuyucularım! Bakınız! Biz, sıradan insanlar değiliz. Biz, müslümanız. Biz, Yüce Allah’ın kulu, Hz. Peygamber’in ümmetiyiz. Yüce Allah, bizim rabbimiz; Kur’ân, bizim düstûrumuz; Hz. Peygamber, bizim imâmımız; cihad da bizim yolumuzdur. Lütfen gevşemeyelim ve istikâmetten ayrılmayalım!
Size, bol bol Kur’ân ve hadis okumanızı tavsiye ederim. Bir de sık sık, içinde bulunduğunuz hayattan sıyrılarak Hz. Peygamber’in evine uğramanızı ve oradan bir şeyler öğrenmenizi isterim.
Add new comment