Bir Kişinin Hidayeti

                                                 

عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ  رضى الله عنه  أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ :..فَوَاللَّهِ لأَنْ يَهْدِىَ اللَّهُ بِكَ رَجُلاً وَاحِدًا خَيْرٌ لَكَ مِنْ أَنْ يَكُونَ لَكَ حُمْرُ النَّعَم

Sehl İbni Sa’d radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre kendisi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlemiştir:

“Allah’a yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın, senin sebebinle bir tek kişiye hidayet verip doğru yola iletmesi, senin için, kızıl develerin olmasından (ve bun­ları tasadduk etmenden) çok daha hayırlıdır.”[1]

Dinimiz kalplerin fethini, beldelerin fethine, beldelerin yıkılıp yok ol­masını, kalplerin fesâdına tercih eder. Bu sebeple cihadın değişmeyen gayesini, Allah’ın dinini yüceltmek ve yaymak (i’lây-ı kelimetillah) olarak belirlemiştir. Böylece Müslümanlar elinde harb, bir imha vasıtası olmaktan çıkmış, ihyâ hareketi haline gelmiştir. Bir başka ifade ile cihad, tebliğ hareke­tine dönüşmüştür. Bunun böyle olduğuna hadisimizin vürud sebebi şehâdet etmektedir.

Vürûd Sebebi

Kaynaklarda belirtildiğine göre, Hayber Savaşında, kuşatmanın uzayıp gittiği bir sırada Hz. Peygamber bir gün akşam, “Bu sancağı yarın öyle birine vereceğim ki, Allah Teâlâ onun eliyle Hayber’in fethini bize nasip edecek. O Allah’ı ve Rasulü’nü sever, Allah ve Rasulü de onu sever” buyurur. Mücahidleri tatlı bir merak alır. Herkes sancağın kime verileceğini tah­min etmeye çalışarak ve fetih müjdesiyle sevinerek geceler. Tabii her mücahid, o bahtiyarın kendisi olmasını arzu eder.

Sabahleyin Hz. Peygamber, çevresinde merakla toplanıp, biraz da kendilerini Hz. Peygamber’e göstermeye çalışan mücahidlere, “Hz. Ali’­nin nerede olduğunu” sorar. Hz. Ali gözlerinden rahatsızdır. Hz. Ali’ye haberci gider ve Ali Hz. Peygamber’in huzuruna gelir. Efendimiz, Hz. Ali’nin gözlerine tükürüğünden sürer (veya püf, diye üfürür) ve Hz. Ali’ye, yazın sıcağından, kışın soğuğundan zarar gelmemesi için dua eder. Ali’nin rahatsızlığı geçer. Hz. Peygamber sancağı Ali’ye verir, Ali’­nin, görevini sorması üzerine şöyle buyurur:

“-Onlara yavaşça sokul, sahalarına in, sonra kendilerini İslâm olmaya da­vet et. Onlara gerekli olan İslâm esaslarını haber ver. Ey Ali, Allah Teâlâ’nın senin sayende tek bir kişiye hidayet vermesi, iyi bil ki, sana kızıl develer bahşe­dilmesinden (senin kızıl develerin olmasından) çok daha hayırlıdır.”

Uzun bir kuşatma dönemi ve Hz. Ebû Bekr ve Ömer gibi büyük sahâbîlerin önderliğinde gerçekleştirilen saldırılarla alınamamış olan Hayber’deki Kamûs Kalesi’ne fetih hücumu yapmak üzere gönderilen sancaktar Hz. Ali’ye, Hz. Peygamber’in verdiği bu talimat, asıl mesele­nin, İslâm’a davet olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir.

“Tek bir kişinin senin irşadınla Müslüman olması, sana kızıl develer veril­mesinden daha hayırlıdır.” Fetih heyecanına kendisini kaptırması çok muhtemel olan komutana, asıl meselenin, insanların İslâm’a kazandırıl­ması olduğu bundan daha çarpıcı biçimde nasıl anlatılabilirdi?

Hz. Peygamber’in bu beyanı ve uygulamalarını dikkate alan İslâm bilginlerinin bir kısmı, harpten önce, düşmanın İslâm’a davet edilmesini mutlak surette gerekli (vacib) görmüşlerdir. Bir kısım âlimler de “o zamana kadar İslâm, kendilerine tebliğ edilmemişse böyle bir davetin ya­pılmasının vacib olduğu, değilse, müstehab (sevaplı ve isabetli bir dav­ranış) olduğu görüşünü benimsemişlerdir.

“Kızıl develer”, o gün Araplar için en kıymetli varlıklardır. Hadîs-i şe­rîf, bir kişinin Müslüman olmasına vesile olmanın, dünyanın en kıymetli mal varlığına sahip olmaktan daha hayırlı olduğu ilkesini ilan etmekte­dir. Burada görüldüğü gibi, uhrevî ve manevi kazancın, maddî kazançla kıyaslanıp anlatılması, mesajın tam anlamıyla ortaya konulmasını temin içindir. Bu demektir ki, dünyanın en büyük kazancı, bir insanın İslâm ile tanışmasını sağlamaktır, bir tek kişinin hidayetine vesile olmaktır. Bunun içindir ki, ister harpte ister sulhta olsun, Müslüman olduğunu söyleyen ve kelime-i şehâdet’i getiren herkes Müslüman ve mü’min olarak kabul edilir ve ona artık Müslüman muamelesi yapılır. Dilsizlerin veya herhangi bir mâniden dolayı konuşamayanların iman ettiklerine dair işaretleri geçerli sayılır.

İslâm Tebliğinin Temeli

Hz. Peygamber’in kavli ve fiilî mucizelerine, Hz. Ali’nin faziletine, cesaretine, Hz. Peygamber’in emirlerine ölesiye bağlılığına, Allah’ın ve Rasulü’nün sevgisini kazanmış olduğuna dair işaretler ihtiva eden hadi­simizdeki bu “bir gönlün İslâm ile aydınlanmasına vesile olma” teşviki, çağ­lar boyu, hiç bir engel tanımadan İslâm mesajının uzaklara, daha uzak­lara götürülmesinin ana sebebi olmuştur. Her türlü eğitim ve irşad faali­yetlerinin, ilmî gayretlerin yeni ufuklarda yeni muhataplara ulaşma he­define yöneltilmesi, hep “Bir gönül de benim sayemde İslâm ile tanışsın ve dirilsin.” düşüncesinden kaynaklanagelmiştir. Bir gönlün İslâm’a açılma­sını sağlamayan fetih, âdeta asıl amacına ulaşamamış bir fetih olarak değerlendirilmiştir.

Mâbed, Mekteb, Tekke Üçlüsü

Bilindiği gibi İslâm’ın özel bir misyoner teşkilâtı olmamıştır, ama mabediyle, mektebiyle ve tekkesiyle İslâm kurum ve kuruluşları bu amaca yönelik olarak çalışmışlar, dünyaya bu gözle bakmışlar ve gidebildikleri, ulaşabildikleri yerlere İslâm’ı götürmenin tatlı heyecanını yaşamışlardır. Cihad erleri ile gönül erleri aynı çizgide birleşmişler ve birbirlerini takviye etmişlerdir. Bazen gönül erleri önceden gitmiş, cihad erleri peşlerinden gelmiş, bazen cihad erlerinin fethettiği yerlerde gönül erleri fethin sürek­liliğini sağlamak için gayret göstermiş. Her iki halde de İslâm’ı birlikte taşımış ve tanıtmışlar, sürekli insanların kurtuluşuna, mutluluğuna ve­sile olabilmek için çalışmışlardır. Onlar medeniyet öncülüğünü böyle gerçekleştirmişler, kula kulluk değil, Allah’a kulluğu insanlara öğretmek için seferber olmuşlardır.

İspanya sahillerine ayak basar basmaz, İslâm’ı Avrupa içlerine ta­şıma niyetinin sonucu olarak, gemileri yaktırıp geri dönüş düşüncelerini ortadan kaldıran Tarık b. Ziyad ile Orta Asya’nın göbeğindeki Yesi’de müridlerine başta Anadolu olmak üzere dünyaya yayılmalarını tavsiye eden, her birini bir yöreye yönlendiren Ahmed Yesevi arasındaki paralellik ve eylem birliği ne kadar anlamlı değil mi? Akıncılarla gezginci dervişler hep gönül fetihlerinin öncüsü olmamışlar mıdır? “Arkasına çil çil kubbeler serpen ordu”  gönülleri İslâm ışığıyla ay­dınlatma düşüncesinden başka ne ile izah edilebilir?

Gönüllerin ve ülkelerin İslâmlaştırılmasında fevkalâde büyük bir et­kiye sahip olan bu ilke, bu bir kişinin Müslüman olmasına vesile ola­bilme gayreti, tarihimizin en belirgin ve ayırıcı özelliği olmanın yanında, günümüzün de en büyük cihadı konumundadır. Çok çeşitli sebeplerle İslâm’a düşman edilmiş gönül ve kafaları, İslâm mutluluğu ile tanıştıra­bilmek, insanlık hizmetinin ta kendisidir. Günümüz Müslümanlarının, her türlü olumsuz şartlara ve aleyhteki gelişmelere rağmen, temel ey­lemleri ve en büyük mutlulukları bu olmalıdır. Hizmet, bu hedefe yöne­likse hizmettir, kazanç, bu yönde ise kazançtır.

Bir gönlü İslâm’a açma amacına yönelik her girişim ve faaliyet kutlu bir eylem, soylu bir hizmet, mübarek bir cihaddır. Beldelerin fethi, işte ancak bu şartla hedefine ulaşmış olacaktır.



[1] Buhârî, Fedâilu'l-Ashâb 9, Meğazi 38, Cihad 102,143; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 34.

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.