Köle
İnsanlık tarihinde kapkara bir lekedir kölelik. En güzel surette yaratılıp, yeryüzünün halifesi olmakla şereflenen insanın her şeyiyle bir başkasının malı olması… Hiçbir hakkı olmayan, en ağır şartlarda omuzlarına tahammülü imkânsız yükler konulan ve insan dahi sayılmayan “şey”lerdir köleler.
Duyguları, düşünceleri, istekleri olmayan; sadece ve sadece efendilerine hizmet etmek için yaratıldıkları zannedilen; hayvanlar kadar dahi değer görmeyen varlıklar… Sırtında şaklayan kırbaçlar, günlerce süren açlıklar, içi fare dolu karanlık zindanlar ve ellerine, ayaklarına, duygularına vurulmuş prangalarla köleler…
Acımasızca dövülen, en ağır hakaretlere uğrayan, iğrenç işlere koşturulan, ama yine de itaat eden, isyan etmeyi, haklarını aramayı akıllarından dahi geçirmeyen zavallı insanlar… Yeryüzünün her köşesinde sahte tanrılar ve o sahte tanrılara sunulmuş çaresiz kurbanlar… Cebi şişkin, ensesi kalın efendiler ve efendilerinin vahşi zevklerini yerine getirmeye hazır hizmetçiler, cariyeler, köleler…
Âmir b. Füheyre bu kölelerden sadece birisiydi. 585 yılında doğan Âmir, Teymoğulları kabilesinden Tufeyl b. Abdullah’ın kölesiydi.[1] O, efendisinin sürüleri arasında ömrünü tüketmeye mahkûm edilen; bugününde hakkı, yarınında ümidi olmayan; ölümüyle yok olacak, adı sanı kalmayacak siyâhi[2] bir köleydi. Tadını alamadığı, ne olduğunu bilmediği, hissedemediği hürriyet, onun için ya şarkılarda duyduğu bir kelime ya da masallarda anlatılan kuru bir hayal olmuştu. Âmir b. Füheyre, hayatının anlamını yitirdiği, umutlarının çürümeye yüz tuttuğu bir sırada İslâm’ın yüce Peygamberi ile karşılaştı.
Yirmi Üç Yaşında İmanı Seçiyor
İslâm davetinin henüz ilk günleriydi. Efendimiz aleyhisselâm güvendiği kimseleri İslâm’a çağırıyor, tebliğini gizli bir şekilde yürütüyordu. Mekke’nin her evinde İslâm konuşuluyor, Kureyşliler bu yeni dinden kin ve nefretle söz ediyorlardı. Zira bu din, atalarından miras kalan ve zulüm üzere inşa edilen hayat anlayışlarını, Kâbe’nin içine ve çevresine doldurulan sahte tanrılarını tehdit ediyordu. İnsanları bir tarağın dişleri gibi eşit gören, köleyle efendiye aynı safta namaz kıldırmak isteyen bu din yok edilmeli, kimse Müslüman olmamalı, Allah Rasûlü yapayalnız kalmalıydı.
O günlerde yapılacak en tehlikeli şey, herhalde Müslüman olmaktı. Bırakın Müslüman olmayı, İslâm Peygamberi ile konuşmak, Onunla birlikte görülmek dahi büyük cesaret gerektiriyordu. Bütün tehlikeleri göze alarak Müslüman olan ve Efendimizi destekleyen yalnızca bir avuç yiğit vardı. Es-Sabikûn el-Evvelûn[3] denilen bu ilk Müslümanlar yeryüzünün en cesur insanları, en yüce kahramanlarıydı. Bu kahramanlardan birisi olan Âmir b. Füheyre Müslüman olduğunda henüz yirmi üç yaşındaydı.[4] O, Peygamber Efendimiz Dâru’l-Erkam’a girmeden önce Müslüman olmuştu.[5]
Yirmi üç yaşındaki genç bir kölenin Müslüman olması, Kureyş’in ilahlarını hiçe sayması, efendisine isyan etmesi; göz ardı edilemeyecek, affedilemez bir suçtu. Hani Firavun kendisinden izin almadan Müslüman olan sihirbazları nasıl işkencelerle öldürdüyse, Âmir de cezalandırılmalı, yaşadığına bin pişman edilmeliydi. Onun bedenine sahip olanlar ruhuna da, duygularına da hâkim olduklarını düşünüyorlardı. Âmir, efendisi gibi düşünmeli, efendisi gibi inanmalı, efendisinin doğrularını sorgulamadan kabul etmeliydi. Şayet bir köle efendisine itiraz ediyor ya da efendisinden izinsiz bir şeyler yapıyorsa derhal terbiye edilmeliydi. Genç Âmir, Müslüman olmakla dünyalara meydan okumuş, acılar içinde öldürülmeyi göze almıştı.
Lât ve Uzzâ’yı Reddediyoruz!
Bathâ Vadisi işkence altındaki Müslümanların feryatları ve onlara zulmeden müşriklerin tehditleriyle doluyordu. Güneşin tepeye çıktığı bir saatte, ateş gibi yanan taşların üzerinde yirmi üç yaşında bir genç; elleri ayakları bağlanmış kırbaçlanıyor, sıcaktan yanmış bir zırhın içerisinde vücudu yakılıyor ya da gece gündüz aç susuz bir halde çölde bırakılıyordu.[6]
Kim daha güçlüydü? Âmir’in efendileri mi, yoksa bir olduğuna iman ettiği Rabbi mi? Âmir “Allah!” diyor, dedikçe dayak yiyordu. Efendileri onu bayıltıncaya, ne söylediğini bilemeyinceye kadar dövüyorlardı.[7]
Kureyş liderleri, Âmir ve Bilâl’in boynuna ipler takıyor, ipin ucunu çocukların ve serserilerin eline veriyorlardı. Âmir ve Bilâl Mekke sokaklarında sürükleniyor, vücutları kanlara boyanıyordu. Fakat tüm bu yapılanlar, onları davalarından vazgeçiremiyor; onlar suratlarına tükürenlere, kendilerini taşlayanlara son güçleriyle şunu haykırıyorlardı:
“ Biz, Lât ve Uzzâ’yı reddediyoruz! Buvâne’yi reddediyoruz!”[8]
Hakaretler, tehditler ve işkenceler Âmir’i dininden döndüremedi. Seyredenleri dahi dehşete düşüren ezâlar, onun imanını güçlendirdi sadece. Düne kadar kayıtsız şartsız bütün emirlerini yerine getirdiği sahipleri, onun bu durumunu bir türlü anlayamadı. Bir insan bunca eziyete nasıl katlanır, neye ve kime güvenerek kazanamayacağı bir savaşa girerdi? Kureyş’in önde gelenleri her ne olursa olsun bu savaşı kazanacaklarını düşünüyorlardı. Ancak bu kölelerin dinlerinden dönmeyişleri onları çılgına çeviriyordu. Şayet onları öldürürlerse onlar kahraman, kendileri ise kaybetmiş olacaklardı. İşte bu düşünceyle işkencenin dozunu her geçen gün biraz daha artırıyorlardı.
Ben Sadece Rabbimin Rızasını Kazanmak İstiyorum
Âmir ve arkadaşları Allah yolunda türlü ezâ ve cefaya maruz kalırken, İslâm’ın yüce kahramanı Hz. Ebû Bekir onları kurtarabilmek için çareler arıyordu. Ömrü boyunca bin bir zahmetle, gurbet diyarlarındaki panayırlarda elde ettiği tüm servetini, onları kurtarmak için harcamaya karar verdi. Âmir’in efendisi Tufeyl b. Abdullah’a gitti ve Âmir’i satın aldı.[9] Ayrıca Hz. Bilâl’i, Ebû Fükeyhe’yi, işkence altındaki hanım sahâbîlerden Hz. Lübeyne’yi, Hz. Nehdiyye ve kızını, Hz. Zinnîre ve kızı Ümmü Ubeys’i de zalim efendilerinden satın alarak hürriyetlerine kavuşturdu.[10]
Büyük bir servet harcayarak müminleri baskıdan kurtaran ve onları azad eden Hz. Ebû Bekir’i, ailesi dâhil kimse anlayamadı. Akrabası dahi olmayan bu zayıf köleleri, derilerinin rengi sebebiyle değersiz görülen zavallı insanları kurtarmakla eline ne geçecekti! Hz. Ebû Bekir bu soruyu soran babasına şöyle cevap verdi: “Ben sadece Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum.”
Kur’ân-ı Kerim, Rabbinin, Hz. Ebû Bekir’den razı olduğunu ve Ebû Bekir’i de razı edeceğini müjdeledi.[11]Cennete gitmek için sarp bir yokuşun tırmanılması gerekiyordu. O yokuşun tırmanılması ise kula kul edilmiş insanların özgürlüğü için mücadele göstermekle mümkündü.[12] Hz. Ebû Bekir bu mücadelenin önderi, Efendimizin en yakın dostu ve en büyük yardımcısıydı. Artık Âmir, Bilâl ve diğerleri, Ebû Bekir ailesinin saygıdeğer birer ferdi olmuşlardı.
Hicret Yollarında
Âlemlerin Rabbi, Rasûlüne omuz veren, rızasını kazanmak için dünyasından vazgeçen kullarını yalnız bırakmıyor, onlara hayal dahi edemeyecekleri eşsiz mükâfatlar sunuyordu. İşte Âmir b. Füheyre, Efendimiz aleyhisselâm ile birlikte hicretin planını yapıyor, tarihin en muhteşem seyahatinde Peygambere yoldaş oluyordu.
Allah Rasûlü ve Hz. Ebû Bekir hicret için yola çıkmış ve Sevr Mağarası’na gelmişlerdi. Mekkeliler her yerde onları arıyor, evlere baskın düzenliyor, onları canlı ya da ölü getirenlere servetler vaat ediyorlardı. Efendimiz Sevr Mağarası’nda üç gün kaldı. Bu süre içerisinde, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah Mekke’de olup bitenleri, akşam olduğunda Peygamberimize haber veriyor, gece yarısı olduğunda mağarayı terk ediyordu. Âmir b. Füheyre ise koyunlarını o çevrede otlatıyor; gece Efendimiz ve Ebû Bekir’e yemek hazırlıyor; sonra da sürüsüyle, Abdullah’ın ayak izlerini yok ediyordu.[13]
Üç gün geçip, ortalık bir nebze yatıştığında Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir ve kılavuzları Abdullah b. Uraykıt, Medine’ye doğru mukaddes yolculuğa çıktılar. Âmir b. Füheyre ne mi oldu? Rasûlullah onu yalnız bırakır mı hiç? Âmir’i, dostu Ebû Bekir’le aynı deveye bindirerek Medine’ye götürdü.[14]
Siz hiç Peygamberimizi gördünüz mü? Onunla bir saat baş başa sohbet ettiniz mi? Onunla birlikteyken ölümle burun buruna geldiniz mi? Peki, siz Hz. Peygamberin elinden süt içtiniz mi, mucize gördünüz mü hiç? Peygamber aleyhisselâm seksen kişiyi İslâm’a davet ederken siz orada mıydınız? Âmir b. Füheyre radıyallahu anh hicret yollarında tam bir hafta boyunca Rasûl’ün hemen yanı başındaydı.
Efendimizin Kâtibi
Sürâka b. Mâlik yüz develik ödülü hak etmek için Efendimizin peşine düştüğünde Âmir b. Füheyre, Nebiyi korumak için onu gözetliyor, Sürâka ile savaşmak için emir bekliyordu. Sürâka’nın atının ayakları kumlara saplandığında, Sürâka, Nebiyi öldüremeyeceğini ve O’nun Allah’ın Rasûlü olduğunu anlayıp da özür dilediğinde, Âmir olanları sevinçle izliyordu. Sürâka az evvel öldürmek istediği Peygamberden, ileride kullanmak üzere bir himaye yazısı istediğinde, Efendimiz onu kırmıyor, Âmir bir deri parçasına Sürâka’nın istediği yazıyı yazıyordu.[15]
Hicret yolcuları şiddetli sıcak altında yorulup mola vermek istediklerinde, Ümmü Mâbed adlı bir kadının çadırına misafir oldular. Yiyecek hiçbir şey bulamadıklarında sütü kesilmiş bir koyun gördüler. Efendimizin sağdığı koyunun sütünü Efendimizin eliyle içtiler.[16] Büreyde b. Husayb ve seksen arkadaşı Peygamberimizin karşısına çıktığında Âmir de oradaydı. Akşam vakti olup namaz kılınırken o seksen kişi de namaza duruyordu.[17]
Bir adım ötede karşılarına neyin çıkacağını bilemedikleri, ölümün hemen yanı başlarında kol gezdiği, sıkıntı ve eziyetlerle dolu ama Âmir için bir o kadar da zevkli olan yolculuk sona eriyor; karşıdan Medine’nin Kubâ kasabası gözüküyor; Âmir b. Füheyre için yepyeni bir hayat başlıyordu.
Vatan Hasreti
Allah yolunda eziyete uğrayan, canını hiçe sayan ve yurtlarını terk etmek zorunda kalan muhacirler ne kadar da yücedir! Yerini, yurdunu ve sevdiklerini terk ederek Allah’ın dini için gurbete, meçhule gitmek ne kadar da zordur! Medine’ye göç eden sahâbîler ilk zamanlar çok büyük sıkıntılar çekmiştir.
Hz. Âişe’nin anlattığına göre Medine, havası çok kötü olan hastalıklı bir yerdi. Hicret sonrasında Mekkeli Müslümanlar bu havaya alışamamış ve pek çoğu hasta düşmüştü. Hz. Ebû Bekir hastalanmış, hâlini soranlara derdini şöyle anlatıyordu:
“Ailesinin yanında sabahlayanlar, ölüm kendilerine takunyalarının kayışından daha yakın olsa bile ne kadar mutludur.”
Hz. Bilâl, Mekke’ye olan hasretini şiirlerle anlatıyor, onları Mekke’den hicret etmeye zorlayanlara beddualar ediyordu:
“Ah, bir gece olsun etrafımda izhir ve celil otları varken Mekke’de geceleyebilir miyim? Bir gün olsun Mecenne suyuna inebilir miyim? Şâme ve Tufeyl tepelerini görür müyüm bir daha? Allah’ım! Şeybe’ye, Utbe’ye ve Ümeyye’ye lanet eyle! Onlar bizi yurdumuzdan çıkardılar ve bu vebalı yere attılar.”
Hz. Âmir b. Füheyre de onlarla birlikte hasta yatıyor, Mekke’ye olan özlemini anlatırken şunu söylüyordu: “Ölmeden önce ölümü tattım.”
Sevgili Peygamberimiz onların bu hâline üzülmüş, Allah Celle’ye bu durumun düzelmesi için dua etmişti: “Allahım! Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir. Hatta ondan daha çok sevdir.”[18]
Allah Rasûlü, ensar ve muhacir arasındaki samimiyeti artırmak, onları birbirine ısındırmak ve muhacirlerin ihtiyaçlarını gidermek maksadıyla onları kardeş ilan etti. Âmir b. Füheyre de ensardan Hâris b. Evs b. Muâz’ın kardeşi oldu.[19]
Mekkeli müşrikler, İslâm’ı yok etmek amacıyla Bedir ve Uhud’a geldiklerinde, Âmir de Allah Rasûlü’nün yanında İslâm’ı müdafaa ediyordu.
Bi’r-i Maûne Faciası
Hicretin dördüncü yılı idi. Necid bölgesinde oturan Âmiroğullarının lideri Ebû Berâ Medine’ye gelmiş, Peygamberimiz ile görüşmüştü. Ebû Berâ Müslüman olmadıysa da, Peygamberimizden Necid halkına İslâm'ı anlatacak muallimler göndermesini istedi. Efendimiz aleyhisselâm, Necid halkının, ashâbına zarar vermesinden endişe ediyor, onları tehlikeye atmak istemiyordu. Ebû Berâ, Müslümanları koruyacağına dair söz vermiş ve onları himayesine almıştı.
Allah Rasûlü, Suffe ashabından yetmiş sahâbîyi seçerek Necid’e gönderdi. Bu sahâbîler mescidde yaşıyor, bütün vakitlerini Efendimiz ile geçiriyorlardı. Hz. Peygamber her gün onlara ders veriyor ve onların durumuyla bizzat ilgileniyordu. Kafile, Bi’r-i Maûne denilen yere geldiğinde içlerinden Harâm b. Milhân, Efendimizin mektubunu Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir b. Tufeyl’e götürdü. Harâm, Âmir’i İslâm’a davet edip Efendimizin mektubunu uzattığında Âmir ve adamları onu hunharca şehit ettiler. Sonra da kendilerini destekleyen kuvvetlerle Müslümanları muhasara ettiler. İslâm davetçileri kendilerinin savaşma niyetinde olmadıklarını, Rasûlullahın elçileri olduklarını söyledilerse de bunu onlara dinletemediler. Kılıçtan başka silahı olmayan müminler, kendilerinden kat kat fazla olan düşmanlarıyla kanlarının son damlasına varıncaya kadar savaştılar ve şehit oldular.
Kâbe’nin Rabbine Andolsun ki Kazandım
Âmir b. Füheyre de bu şehitlerin arasındaydı. O, kendisini öldürmek isteyen Cebbâr b. Sülmâ’yı İslâm’a davet etmiş, Cebbâr ise mızrağıyla ona saldırmıştı. Cebbâr’ın mızrağı Âmir’in sırtından girip göğsünden çıktı. Âmir son nefesini verirken: “Kâbe’nin Rabbine and olsun ki kazandım!” dedi.[20] Cebbâr bunu anlayamadı. Adamı öldüren kendisiydi ve o kazanmıştı. Bu adam neyi kazandığını söylüyordu? Ölen kazanır mıydı? Kafası karıştı, günler ve geceler boyu Âmir’in sözlerini düşündü. Araştırdı, sordu ve cennetin var olduğunu, Âmir’in de cennete gittiğini öğrendi. Cebbâr Müslüman oldu. İslâm davetçisi son nefesinde dahi bir kimsenin hidayetine vesile olmuş; şehit, âleme bir can daha vermişti.[21]
Âmir b. Füheyre’yi şehit eden Cebbâr ve Müslümanları katleden ordunun komutanı Âmir b. Tufeyl, Âmir’in cesedinin göklere yükseldiğini ve daha sonra yeniden yere indirildiğini bizzat gördüklerini ifade etmişlerdir.[22] Allah’ın Sevgili Rasûlü, Âmir b. Füheyre'yi meleklerin defnettiğini haber verdi.[23]
Efendimizin hicret arkadaşı, kâtibi, talebesi, cihad meydanlarındaki mücahidi Âmir b. Füheyre radıyallahu anh, şehit olduğunda henüz kırk yaşındaydı.[24] Sevgili Peygamberimiz, o ve arkadaşlarının şehadetine üzüldüğü kadar hiçbir şey için üzülmedi.[25] Dostlarını vahşi bir şekilde katleden zalimlere günlerce beddua etti.[26]
Hz. Âmir b. Füheyre ve kahraman arkadaşlarının uğrunda şehit düştüğü Rabbimizin rızası için yaşamak ümidiyle… Allah tüm şehitlerimizden razı olsun ve onların makamını yüce eylesin. Âmin.
[1] Tufeyl b. Abdullah, Hz. Aişe’nin anne bir kardeşi olup daha sonradan Hz. Ebû Bekir’le evlenen Ümmü Rumân’ın oğlu idi. Bkz: Belâzurî, Ensâb, I, 194; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 230; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 134.
[2] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 277; İbn Abdülber, el-İstîâb, II, 796; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 134.
[3] Vâkıa Sûresi 56/10; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 134; İbn Hâcer, el-İsâbe, V, 521.
[4] Âmir b. Füheyre şehit edildiğinde kırk yaşındaydı. Müslümanların Dâru’l-Erkam’a girmesinden önce Müslüman olduğuna göre yirmi üç yaşında olması gerekir.
[5] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 277; İbn Sâd, et-Tabakât, III, 230; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 134; İbn Abdülber, el-İstîâb, II, 796.
[6] İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 230; İbnü’l Esîr, el-Kâmil, I, 590.
[7] Halebî, İnsânu’l-uyûn, I, 481.
[8] İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 232; Lât, Uzzâ ve Buvâne Arapların taptıkları meşhur putlardır. Bkz. İbn Hişâm, es-Sire, I, 86-87.
[9]İbn Hişâm, es-Sîre, I, 277; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 134; İbn Abdülber, el-İstîâb, II, 796; İbn Hâcer, el-İsâbe, V, 521.
[10] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 340.
[13] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 130; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III,134; Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 109.
[14] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 131-133; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 134; Ebû Nuaym, Mârifetu’s-Sahâbe, IV, 2052.
[15] Buhâri, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Kettâni, Hz. Peygamberin Yönetimi, I, 274; Kemal Sandıkçı, “Âmir b. Füheyre”, DİA, III, 65.
[16] İbn Sa’d, et-Tabakât, I,230; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 132.
[17] İbn Sa’d, et-Tabakât, IV, 242; İbnü’l Esîr,Üsdü’l-ğâbe, I, 209; Ahmet Önkal, “Büreyde b. Husayb”, DİA, VI ,492.
[18] İbn Hişâm, II, 238-239; Belâzüri, Fütûhu’l- Buldân, 11; İbn Hâcer, el-İsâbe, V, 521.
[19] İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 231; Belâzurî, Ensâb, I, 194; Kemal Sandıkçı, “Âmir b. Füheyre”, DİA, III, 65.
[20] İbn Hişâm, es-Sîre, III, 196; Vâkıdî, el-Meğâzi, I, 349; İbn Sa’d, et-Tabakât, III,231; Belâzurî, Ensâb, I, 194.
[21] Vâkıdî, el-Meğâzi, I, 349; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 196; Belâzurî, Ensâb, I, 194; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, IV, 260.
[22] Buhâri, Meğâzi, 28; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 196; Vâkıdi, el-Meğâzi, I, 349; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, III, 352.
[23]Vâkıdi, el-Meğâzi, I,349; İbn Sa’d, et-Tabakât, III,231; Belâzurî, Ensâb, I, 194; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 231.
[24] İbn Sa’d, et-Tabakât, III,231; İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, I, 134; Belâzurî, Ensâb, I, 194; İbn Abdülber, el-İstîâb, II, 796.
Add new comment