Siyer Yazıları 4: Ebvâ

Mekke ile Medîne arasında bir köyüm. Medîne’ye daha yakın olan Rabiğ kasabasına bağlıyım.

İnsanlar gelir ve gider, bâzen kalır bâzen geçer. Ses vermem, el etmem, dur demem.

Bir kalbim yok sanılmasın böyle yaptığım için. Birden çok kalp taşırım aksine. Bir anne ile evlâdının kalbi kaldı asırlar önce topraklarımda.

Ay gibi parlayan altı yaşındaki Muhammed’in, dadısı Ümmü Eymen’in eline sarılıp gözü yaşlı, ardına baka baka gidişine şâhit oldum. Kalbini bıraktı bir köşemde. Aldım Âmine’nin kabrinin yanına koydum ben de. Acıdıkça üfledim, sızladıkça sevdim ama böyle bir yara geçer mi? Acıyı dindiremedim.

Ben de anne oldum sonra, öksüzlük oldum. 

Hem bağrıma bastım, öpüp kokladım, koynumda uyuttum hem de onun yaşadığı kederle kolum kanadım kırıldı, sığınacak kucak bulamadım, mahzun kaldım.

Dünya hayâtındaki rolüm buymuş dedim. Hüzünlü bir toprak parçası olmak.

Annesi ve dadısı ile birlikte, hiç görmediği babasının kabrini ziyârete giden bir çocuğun sevinci geçti önce topraklarımdan. Annesi hem kendi yerine hem de doyamadığı kocası yerine sarıyordu evlâdını. İki kere öpüyor, iki kere çekiyordu kokusunu içine. Oğlunu babası ile buluşturacağı için mutluydu. Arada bir yardımcısı ile göz göze geliyor, heyecanla gülümseyip yavrusunun başını daha bir şefkatli okşuyordu. Medîne’ye doğru yol alırken hayran hayran baktım arkalarından. Şöhreti dillere destan Yusuf Peygamber olsa olsa bu kadar güzel bir çocuk olabilirdi, diye geçirdim içimden.

Bir ay geçti aradan. Yine göründüler ufukta anne, oğul ve dadısı. Güneş batıyordu arkalarında. Kızıllığı omuzlarına vuruyordu. Üç gölge olarak yaklaşıyorlardı. Derken durdular. Anne tüm gücünü toplayıp sarıldı oğluna. Alnından öptü O’nu, gözlerinden, avuçlarından. Saçlarını taradı elleriyle, sağa doğru yatırdı. Kokladı. Bir daha kokladı, sonra bir daha çekti içine ve o nefesle düştü başı omzuna.

Dadının omuzları çöktü, çâresizce tuttu yavrucağın elini. Anneyi topraklarıma emânet edip yavruyu dedesine götürdü. Medîne’de kalbinin bir parçasını bırakan çocuk, bende de bir parçasını bırakarak Mekke’ye döndü.

Bâzı geceler, gökte hiç bulut yokken ılık yağmur tâneleri düşerdi toprağıma. Tuzunu bırakırdı değdiği yere. Annenin kabri yeşillenirdi. Ben de serin bir rüzgâr yollar Mekke’ye, yanaklarına değip silerdim yaşlarını.

Çok zaman geçti. Acılar kabuk bağladı. Belki içten içe yine kanadı ama hayat devam etti.

Cebrâil’in yeni bir din getirdiğini, Allah’tan aldığı emirle bir Kureyşli’ye peygamber olduğunu bildirdiğini duydum bir gün. İnandım, itaat ettim.

Bir komutan geldi bir gün topraklarıma. Kokusundan ve ışığından tanıdım hemen, Muhammed’di. Askerleri ile birlikte gelmişti ama etrafta başka bir ordu yoktu ve savaş yapılmadı. Halkımla birbirlerine düşmanlık etmeyeceklerine dâir anlaştılar ve onlara yeni din olan İslâm’ı anlattı.

O an öğrendim ki Muhammed, son peygamberdir. Görmeden îman ettiğimi sanırken ne kadar yanılmışım. Küçücük bir çocukken görüp tanımıştım O’nu. Öyle merhametli, öyle hassas, öyle nazikti ki tavrı, o günkü mahzunluğunu hatırladım tekrar. Rabbinin O’nu yetim iken barındırmasına, yol bilmez hâldeyken yol göstermesine şükrettim. Ve Medîne’ye doğru yol alırken arkasından seyrettim.

Zaman hızla akmaya devam ediyordu. Ve İslâm da hızla yayılıyordu. Kalbinin bir parçasını taşıdığım Peygamber Muhammed, bir gün yine geldi. Annesinin kabri başında durdu. Eliyle toprağını düzeltti, sevdi. O ılık yağmur tâneleri düştü yine topraklarıma, tuzunu bıraktı. “Annemin şefkat ve merhameti geldi gözümün önüne,” diyerek hasretini dile getirdi. Sahâbe de ağladı O’nunla berâber, ben de ağladım. İkinci kez ayrılmalarına şâhitlik ettim anne oğulun. Ve Hudeybiye’ye doğru yol alışını ardından izledim.

Çok zaman geçmeden tekrar geldi Peygamber Muhammed. Bembeyaz ihram içinde görünce O’nu anladım ki Kâbe’ye gitmektedir. Âilesi ve inananlar ile birlikte geçerken topraklarımdan, durup namazını edâ etti. Secdeye vardığı toprak çiçek verdi, filizlendi sanki. Müminler Remade Mescid’ini yaptı yıllar sonra oraya.

Namazın akabinde devam etti yoluna. İlk haccına giderken baktım O’nun ardından, meğerki son haccıymış aynı zamanda, Arafat’ta vedâ etmiş ümmetine. Sonradan öğrendim.

Günü gelip ömrünün nihâyete erdiğini duydum.

Kâinat ardından ağlarken, ben ayrıldıkları günü hatırladım tekrar.

Belki de âhiret yurdunda kavuşacaktır annesine, diye tesellî ettim kendimi.

Âmine’nin kabrine dokunan ellerinin hâtırası ile “İnnallahe kâne alîmen hakîmâ” âyetini zikrettim, “Her şeyi hakkıyla bilen Allah’tır.”

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.