Siyer Yazıları 16: Medîne

İnsanlar ve şehirler birbirine benzer.

İkisi de birbirine yurttur, yuvadır.

İnsan, eğer ruhu yoksa kemik yığınıdır. Şehir, eğer ruhu yoksa taş yığınıdır.       

İnsanın yolculuğu; yoktan var edilerek ruhlar âleminde başlar, doğması ile dünyâda devam eder. Şehrin yolculuğu da böyledir. Allah’ın “Ol!” demesi ile var olur. Medeniyet yapılması ile yeniden doğar.

Ben Yesrib olarak var edildim. Hurma bahçelerim, bereketli topraklarım, temiz havam Allah’ın bana lütfettiği nîmetlerdi. Üzerimde nice insanlar, kavimler, dinler yaşadı. Hepsine yurt oldum. Ama hiçbirine yuva olamadım. Meyve verdim, ağırladım, sakladım ama besleyemedim, barındıramadım, sâhiplenemedim. Birbirimize âit olamadık bir türlü çünkü bir şeyler eksikti. Tamamlanacakmışım hissi ile yaşadım hep, beklediğim bir şey vardı sanki ya da biri.

Zaman aktı, günler geçti, devran döndü ve Mekke’den bir haber geldi. Haşimoğulları’ndan Muhammed, vahiy meleğini görmüş, Allah’tan yeni bir din geldiğini ve peygamber olduğunu söylüyormuş.

“Muhammed? Nâmı Hicaz’ı saran Güvenilir Muhammed mi? O hâlde, o söylüyorsa doğrudur demiştir Mekkeliler, benim topraklarımda da anlatsalar o dîni!” diye beklerken duydum ki Ebû Bekir ve birkaç yakını dışında O’na inanan olmamış. İnanmadıkları gibi alay etmişler hatta zulme başlamışlar. Zulüm de vazgeçirmeyince inananları, boykota başvurmuşlar. Bunları Mekkeli Musab’dan duydum. Topraklarıma İslâm’ı öğretmeye gelmişti, insanlar hemen teslim oluyordu anlattıklarına. Öyle güzel şeyler söylüyordu ki sanki o eksik kalan yanım tamamlanıyordu Musab’ı dinlerken.

Ve bir gün....

O zamâna kadar Yesrib adıyla var olan bir şehrin, Medîne adıyla doğduğu o gün...

Halife Ömer’in dönüm noktası sayıp, târihin en başına yerleştirdiği o gün...

 “Ay doğdu üstüme Vedâ Tepesi’nden, şükür gerekti bana Allah’a dâvetinden”...

Allah’ın son elçisi, câhiliye devri insanlarının kurtarıcısı, beni şehir yapıp topraklarımda kıyâmete dek yaşayacak bir medeniyet inşâ eden Efendimiz, topraklarıma hicret etti.

Hicretten sonra tamamlandım. Beklediğim, gelmişti. O’na ve tüm inananlara yuva oldum. Besledim, barındırdım, sâhiplendim.

Öyle sâhiplendim ki âhiret yolculuğuna benim topraklarımdan uğurlandı Efendim.

Mescid-i Nebî’yi şefkatin, kucak açmanın, sâhip çıkmanın bir anıtı gibi topraklarıma dikti.

Câhiliye devrini bende bitirip, saâdet asrını bende başlattı.

On üç yaşındaydım. Hicretin üstünden on üç yıl geçmişti. Mekke fethedilmiş, yahudi kabîleler topraklarımı terk etmiş, İslâm tüm dünyâya yayılmaya başlamıştı ki Efendimiz hacca gitti. Dönüş yolunda Arafat’ta “Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım,” dediği o gün saâdetime gölge düştü. Cebrâil “Bugün sizin için dîninizi tamamladım,” âyetini getirdikten sonra da anladım ki vakit yaklaşmıştı.

Kendimi hazırladım. Kabrini kıyâmete dek topraklarımda taşıyacak, O’ndan hiç ayrılmayacaktım. Ve Efendimiz, Rabbine kavuştuktan sonra ashâbını ben tesellî edecektim.

Öyle de oldu. Ömer, “Muhammed öldü diyen olursa onu iki parça ederim!” diyerek kılıcını çekti, Fâtıma, “O’nun üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl razı oldu?” sözleriyle sitem etti, Bilal bir daha ezan okuyamaz oldu. Ama hepsi Ravzâ ile avundu. Ve Allah’a, Resûlü’ne kavuşacakları günü bekledi.

Allah Resûlü, “Beni görmeden bana îman eden kardeşlerimi görmeyi ne çok isterdim,” demişti hayattayken. O’nun bu isteği, kaderim oldu benim. Bana geldiği zaman ılık, yumuşak, tanıdık bir hava karşılar insanları bu yüzden. Sokaklarım hâlâ O’nun izini taşır çünkü, rüzgârım O’nun kokusunu estirir.

Ensarım ben.

Gelin...

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.