İmdat YAVAŞ –
İmam Buharî ve İmam Müslim’in müttefik olarak rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamber (sas) şöyle buyurmuşlardır: “İman yetmiş küsur şubedir; en yükseği ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ demek, en aşağısı ise eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır.”[1]
Hadis-i Şeriften anlıyoruz ki, imanın yetmişin üzerinde bölümü, sınıfı veya hasleti vardır. Bu bölümlerin her birine, Peygamber (sas) tarafından “iman” denilmesinin sebebi ise, bunların imanın bir delili ve işareti olmaları olsa gerek. Yoksa imanın aslı, kalp ile tasdik, yani kalben inanmak, kabul etmek ve boyun eğmektir.
Nitekim İmam Ebû Hanife’ye göre de imanın aslı “kalp ile tasdik”tir. Fakat O, bunu yeterli görmeyerek “dil ile ikrar”ı da mümin sayılmanın şartlarından biri, yani imanın bir cüz’ü (parçası) olarak kabul etmektedir. Buna göre, bir kimse içinden inansa fakat bunu diliyle söylemese- dilsizlik gibi de bir özrü yoksa veya diliyle ikrar etmesi durumunda onun için ölümcül bir tehdit bulunmuyorsa- ona mümin denilemez.
İmam Ebû Hanife’nin, dil ile ikrarı imanın bir cüz’ü ve şartı sayması, şöyle açıklanabilir: Bilindiği gibi, insan biri ruh ve diğeri ceset olmak üzere iki unsurdan oluşmaktadır. Ruhun sıfatı kalbin tasdiki, cesedin sıfatı ise dilin ikrarıdır. Dolayısıyla, insanın ruhen (batınî yönden) mümin sayılması için kalbin tasdiki, ceseden (zahiri yönden) mümin sayılması için ise dilin ikrarı gerekmektedir. Böylece, kişi her yönüyle (hem gizli, hem de aşikâre) mümin olmuş olur.
Bazı İslâm bilginlerine göre ise; iman sadece kalp ile tasdikten ibarettir. Yani, ahirette mümin sayılmak için dil ile ikrar şart değildir.
Evet, dil ile ikrar, dünyevi hükümler uygulanırken kişiye mümin muamelesi yapılabilmesi için gereklidir. Çünkü kişinin ikrarı olmasa, diğer iman ehli hakkında geçerli olan dünyevî hükümler onun hakkında geçerli olmaz. Öşür ve zekât vermesi, imam olmaya uygun olması, vefat edince namazının kılınması, Müslüman mezarlığına defnedilmesi ve benzeri gibi. Yani, “kelime-i şehadet”i söylemek vaciptir. Ancak, bir kimse bir hükmün vacip olduğunu bilse fakat uygulamasa, kâfir olmaz. Yoksa asi olan müminlerin hepsini tekfir etmek (kâfir olmakla suçlamak) gerekirdi.
Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimse ateşten çıkarılır.”[2] Görüldüğü gibi, bu hadis-i şerifte, kişinin imanı konusunda, sadece tasdikten ibaret olan kalbin durumuna itibar olunmaktadır. Onun için, kalbinde zerre kadar iman bulunan kişi ebedi cehennemlik olmaz.
Bir başka hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başka ilah olmadığını bilerek ölen kimse cennete girer.”[3]
Bu iki hadisin bize işaret ettiklerine gelince:
a) Birinci hadiste iman kelimesi yer almaktadır. Bununla anlatılmak istenen, peygamberlerin haber verdiği şeylerle ilgili olan şer’î manadaki iman (tasdik) olmalıdır. Yani peygamberlerin tebliğ ettiği hükümlere inanıp, onları kabul eden kimseye şeran mümin denilir ki, kişi bu tasdiki sebebiyle kendisini azaptan kurtarır.
İkinci hadiste ise bilmek kelimesi geçiyor ve “bilirse” yerine “inanırsa” veya “söylerse” denilmiyor. Demek ki, ikinci hadiste söz konusu olan kişi, şer’i imanı yokken sadece bilgisi sebebiyle cennete girmeye hak kazanmış olmaktadır. Bu da şöyle açıklanabilir:
Asi mümine şefaat etmek, peygamberler, veliler ve salih kimselere havale edilmiştir. Çünkü bu kimsenin, iman bakımından şeriatın zahiriyle irtibatı vardır. Ancak, dağların zirvelerinde, yeryüzünün uç taraflarında bulunan veyahut fetret zamanlarında yaşayıp ta emir ve yasaklar kendisine ulaşmayan kimse -tevhide aykırı hali olmaması ve asli fıtratı üzerine yaşayıp o hal ile ölmesi kaydıyla- cehennemde ebedi kalmaz; bizzat Allah Teâlâ’nın rahmeti ona şefaatçi olup onu ateşten çıkarır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; tevhide sarılanlar, her durumda umumi şefaatle cehennemden çıkarılacak ve cehennemde müşrik[4] ve muattıldan[5] başka kimse kalmayacaktır.
b) Her şer’i yasağın çiğnenmesi, yalanlama (küfür ve inkâr) sayılamayacağından, şarap içene ve benzeri günahları işleyene kâfir denilemez. Ancak, bazı yasakların yapılması Allah katında yalanlama (küfür ve inkâr) makamında değerlendirilmektedir. Dolayısıyla onları yapan kimse inandım dese dahi kâfir olduğuna hükmedilir. Zünnar[6]kuşanmak, Yahudi ve Hıristiyanların giydiği takkeleri giymek, Mushaf’ı pisliğe atmak veya üzerine oturmak veyahut öfkelenerek sayfalarını yırtmak ve benzeri fiiller bu kabildendir.
c) İman; zorunlu olarak sabit olan hükümlerin hepsini tasdik etmektir. Tevhit, nübüvvet, öldükten sonra dirilme, ceza ve diğerleri gibi. Buradan, kişinin mümin sayılması için, icmali imanın[7] 8 yeterli olduğu hükmünü çıkarmak mümkündür.
Fakat bazen tafsilat ta şarttır. Mesela; bir kimseye namazın farz oluşundan ve şarap içmenin haramlığından sorsalar, o da cevap veremese küfrüne hükmolunur. Bu yüzden, her mükellefin meşru olan her hükmü bilerek inanması ve Peygambere (sas) farzların farz, vaciplerin vacip ve sünnetlerin de sünnet olduğunu bilerek uyması vaciptir.
Yani, kişi şer’i meseleleri yerli yerinde uygulasa, fakat hükmünün ne olduğunu bilmese ve bu hüküm doğrultusunda inanmasa, amelleri batıl olur ve dini (imanı) sahih olmaz.
d) Mukallidin[8] imanı geçerlidir, fakat düşünmeyi ve istidlali terk ettiği için günahkâr olur. Burada kastedilen istidlal mantık ilmindeki istidlal değil, eserden yola çıkarak eserin sahibini ortaya çıkarmak şeklindeki akıl yürütmedir. Meselâ, harikulade bir durum mütalaa ettiğinde sübhanellâh demek böyle bir istidlaldir. Çünkü bu sözüyle kişi “böyle şaşırtıcı bir şeyi yaratmak Allah Teâlâ’ya mahsustur” demiş olur.
Bu yüzden Peygamber (sas) bedevi, çocuk, kadın, köle ve cariyelerin imanını kabul etmiş ve İslâm bilginlerince, taklit sahiplerinin imanının düşünce (nazar) sahiplerinin imanından daha güçlü olduğu söylenmiştir.
Bu nedenledir ki, itikadî meselelerde (dinin asıllarında) ihtiyatlı olmak gerekir. Çünkü bazen delilde şüphe meydana gelir ve bir süre sonra aksi ortaya çıkar. Onun için derin bilgiye sahip pek çok âlim koca karıların dinini edinin sözü gereğince halkın inandığı şekilde inanmışlar ve “Allah nasıl emrettiyse her şeyi O’nun murat ettiği şekilde kabul ettik” demişlerdir.
e) İslâm ülkesinde cehalet mazeret olmaz. Onun için, cahil bir kimsenin sarf ettiği küfür kelimesi geçerli olup onunla tekfir edilir.
Mesela, bir kimse bir kadınla evlenip ona İslâm’a dair sorular sorsa da bilmese kadın Müslüman sayılmaz. Ancak bu kişi, terim (ıstılah) bilmemesi sebebiyle değil, bozuk inancı ve büyük cehaleti sebebiyle kâfir olur.
Durumu bu şekilde olup inancını ifadede yetersiz kalanlara telkin yolu ile yaklaşmak en güzelidir. Yani “Biz bunu böyle bilip bu şekilde inanmaktayız; görünüşe bakılırsa sen de bu doğru inanca sahipsin” denildiğinde “evet” demesi yeterli görülerek mümin kabul edilmelidir. Dolayısıyla böyle kimselerin şehâdetlerini ret ve iptal etmek için bilimsel kavramlar kullanarak yaklaşmak büyük bir hatadır. Çünkü her kavramın anlamını ancak o ilmin âlimleri bilir, ümmi ve sıradan bir insan nereden bilsin! Bu kimsenin şehâdetinin sıhhati (geçerli olması) için, Peygamberin (sas) ismini ve peygamberlerin sonuncusu olduğunu bilmesi yeterli olup, babasının ve dedesinin isimlerini bilmesi şart değildir.
f) Kâmil iman; kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmenin yanı sıra tasdik ve ikrar doğrultusunda amel etmektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: Kim işini iyi yaparak yüzünü Allah Teâlâ’ya teslim ederse onun mükâfatı Rabbi’nin katındadır.[9]
Yüzünü teslim etmekten maksat ihlâstır ki, şirkten sakınmak ve gerçek itikada sahip olmak demektir. İşleri güzel yapmak (amelde ihsan) ise, şer’i amellerin özünde zaten mevcut olan güzelliğe ikinci bir güzellik vasfı katmak demektir. Yani kabul edilmesi için ameli, zahiri (açık) ve batınî (gizli bütün şartlarıyla yapmaktır. Meselâ, namazda tadil-i erkâna uymanın yanı sıra, kalp huzuru ve ruhani müşahedenin bulunmasını da gözetmektir.
Öyleyse, Kur’ân-ı Kerim’in öngördüğü bu güzel yapma (ihsan) meydana gelmedikçe, amel eden kimse hayvanların derecesine düşer ve amelleri de hayvanların amelleri gibi olur. Dolayısıyla müminin itikadını düzelttikten sonra amellerine de dinin açık ve gizli olarak güzel gördüğü şekilde yerine getirmesi gerekir.
g) Mümin, İslâm’ın öngördüğü gibi bir iman ve amel sahibi olsa fakat azabı gerektiren kötü işleri de yapmış olsa, azap gördüğü takdirde kalbine ve abdest organlarına azap edilmez. Çünkü kalbi iman yeri olup, şerefli bir mahaldir ve ibadet organları da ona tâbidir.
Nitekim mümin, dünyada zina ve benzeri fahiş kötülükleri yaptığı sürece imanı bir gölge gibi onun üzerinde durur, kötülüklerden dönünce imanı da ona geri döner. Yani, büyük günah işleyen kimse kâfir olmamaktadır. Aynı şekilde, cehennemde azap gören bir müminin imanı da kapıda durur ve kâfirlerin kalplerine işleyen ateş, Hakk’ın inayetiyle, o müminin iman mahalli olan kalbine işlemez. İşte bu yüzden, “imanın mutluluk ve kemale sebep olan ilim olduğu” söylenmiştir. Kısacası, müminin azabı kâfirin azabı gibi olmayıp, aksine herkesin azabı hâline göredir.
h) İman, en az zerre kadardır ve daha az olması düşünülemez. Zaten dünya kadar olsa sahibi asla azap görmezdi. İmana az veya çok denilmesi, zayıf ve kuvvetli olması yönüyledir. Yoksa iman da nefis gibi tek bir öz (cevher) olup azalmaz veya çoğalmaz. Nite¬kim nefis gerçekte tek bir öz olmasına rağmen, emmâre, levvâme, mülhime ve mutmeinne[10] şeklinde farklı mertebeleri bulunmaktadır.
İşte, nefsin böyle farklı dereceleri olduğu gibi imanın da farklı bölümleri (dereceleri, şubeleri) vardır ki bunlar şunlardır:
1- Allah’ın varlığına inanmak
2- Allah’ın birliğine inanmak
3- Allah’ın hayat sıfatı olduğuna inanmak
4- Allah’ın ilim sıfatı olduğuna inanmak
5- Allah’ın irade sıfatı olduğuna inanmak
6- Allah’ın kudret sıfatı olduğuna inanmak
7- Allah’ın sem’ (işitme) sıfatı olduğuna inanmak
8- Allah’ın basir (görür) olduğuna inanmak
9- Allah’ın mütekellim (konuşur) olduğuna inanmak
10-Meleklere inanmak
11-Kitaplara inanmak
12-Peygamberlere inanmak
13-Âlemin hadis olduğuna (sonradan Allah tarafından yaratıldığına) inanmak
14-Öldükten sonra dirilmeye (ba’s) inanmak
15-Kıyamet gününde durdurulup (vakfe) sorgulanacağına inanmak
16-Dünyadaki amellerden kıyamet gününde hesap vereceğine inanmak
17-Mizanın hak olduğuna inanmak
18-Sıratın hak olduğuna inanmak
19-Şefaatin hak olduğuna inanmak
20-Cennete ve onunla ilgili huri, gılman ve vildan nimetlerine inanmak
21-Cehenneme ve onunla ilgili derecelere, aglal ve enkale inanmak
22-Zinadan korunmak
23-Nikâh akdine riâyet etmek
24-Eşin hakkını gözetmek
25-Ana-Babaya iyilik etmek
26-Çocukları terbiye etmek
27-Akrabalarla ilişkiyi (Sıla-i rahim) devam ettirmek
28-Büyüklere saygılı olmak ve itaat etmek
29-Kölelere ve cariyelere (hizmetini görenlere) iyi davranmak
30-İdarecilik görevini liyakatle üstlenmek
31-Cemaate uymak ve ondan ayrılmamak
32-Ulu’l-Emr’e itaat etmek
33-İyilikte yardımlaşmak
34-Dini alametleri yaşatmak
35-İyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek
36-Dini korumak
37-Canı korumak
38-Had cezalarını uygulamak
39-Aklı (sarhoşluk ve cinnet veren şeylerden) korumak
40-Malı korumak
41-Nesli korumak
42-Kazif ve ta’zir cezalarını uygulamak sûretiyle ırz, namus ve şerefi korumak
43-Müslümanları her türlü zarar ve ziyandan korumak
44-Kelime-i Şehadet’i söylemek
45-Doğru sözlü olmak
46-Kur’ân’ı öğrenmek ve okumak
47-Şer’i mesele ve hükümleri (ilm-i hal) öğrenmek
48-Şer’i mesele ve hükümleri öğretmek
49-Taharete (temizlik) önem vermek
50-Örtünmek
51-Namaz kılmak
52-Zekât vermek
53-Cenazeyi teşyi etmek (techiz, tekfin, salât ve defin işlemlerini yapmak)
54-Oruç tutmak
55-Hacca gitmek
56-Adağını yerine getirmek
57-Yeminine sadık kalmak
58-Keffaretleri yerine getirmek
59-Mal hırsına kapılmamak
60-Makam hırsına kapılmamak
61-Kin tutmamak
62-Haset etmemek
63-Riya ve gösterişten uzak durmak
64-Nifak (bozgunculuk) çıkarmamak
65-Ucubdan (kendini liyakat sahibi görmek) sakınmak
66-Kibirlenmemek
66-Tevbeye devam etmek
68-Allah’ın gazabından korkmak (havf)
69-Allah’ın rahmetinden ümit var olmak (reca)
70-Hayâ sahibi olmak
71-Allah’a şükretmek
72-Vefakâr olmak
73-Sabırlı olmak
74-İhlâslı olmak
75-Allah’ı ve O’nun yaratmış olduğu varlıkları sevmek
76-Tevekkül etmek
77-Kadere boyun eğmek, isyan etmemek
İmdat YAVAŞ
[1] İmam Buharî’nin rivayetinde “altmış küsur” şeklinde geçen bu sayıyı, bazı hadis bilginleri “yetmiş yedi”ye kadar çıkarmaktadırlar. Bkz. Müslim, I, 63; Buharî, I, 12; Tirmizî, V, 10; Ebû Davûd, IV, 219; Nesaî, VIII, 110; İbn Mâce, I, 22; İbn Hibbân I, 387.
[2] Buharî. VI, 2707; Müslim, IV, 2260; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 594; Ahmed, Müsned, I, 416, II, 166.
[3] Müslim, I, 55; İbn Hibbân, I, 430; Hâkim, el-Müstedrek, I, 143, 502; Ahmed, Müsned, I, 65, 69; Beyhakî, Şu’abü’l-iman, I, 109.
[4] Müşrik; kendisinden putlara tapmak gibi tevhide aykırı eylem sâdır olan kimsedir. Bu yüzden, onun bilmesine itibar edilmez. Yani sadece Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetini söylemesi kafi değildir. Ancak söylediği sözün tevhîde aykırı olmaması durumu müstesnadır.
[5] Muattıl; kâinatın bir yaratıcısı olduğunu kabul etmeyendir. Yani “kâinatın yaratıcısı yoktur, cisimler, bu şekilleri içinde ezelî ve ebedîdirler” diyen kimsedir.
[6] Zünnar: Papazların bellerine bağladıkları uçları sarkık, ipten örülmüş kuşak.
[7] İcmali iman: İman esaslarına kısaca ve topluca inanmak.
[8] Mukallid: Başkasının sözünü delil olmaksızın kabul eden kimsedir.
[9] Bakara sûresi, 2/112.
[10] Nefs-i emmâre: Sahibine kötü arzu ve isteklere ve dininin emirlerine karşı gelmeyi emreden nefis.
Nefs-i levvâme: Rabbine isyan edince üzülen kişinin nefsi.
Nefs-i mülhime: (Allah Teâlâ’ya itaatte) henüz karar kılmamış olduğu için temizlenmesi gereken nefis.
Nefs-i mutmeinne: Olgunlukta birinci derecede olan nefis.
Add new comment