İmanın Şubeleri – II


B) İmanın İkinci Şubesi:

Allah Teâlâ’nın fiilleri ve İlahî hükümlerle alakalı bir derece olup, inanıp tasdik edilmesi gereken şu dört iman konusunu içermektedir:

1. İman bi’l-Melaike (Meleklerin varlığına inanmak):Meleklerin, Allah Teâlâ’nın kulları ve Onunla Peygamberler arasındaki elçileri olduğunu tasdik (kabul) etmektir.

Melekler kadına veya erkeğe ihtiyaç duymazlar, çünkü onların erkeklik veya dişilikleri yoktur. Melekler Cenâb-ı Allah’a mutlak itaat halindedirler, çünkü onlar için isyan veya itaatsizlik asla söz konusu değildir. Nitekim Kur’ân’da; meleklerin, Allah Teâlâ’nın buyruklarına asla karşı gelmedikleri ve emrolundukları şeyi aynen yaptıkları[1] beyan edilmektedir.  

Meleklerin Cenâb-ı Allah’a isyan veya buyruklarına itaatsizlik edebileceğini düşünmek veya söylemek, nassı (âyetleri) inkâr anlamına gelir ki bunun sonucunda kişi kâfir olur.

Harut ve Marut ismli melekler insan suretine büründükten sonra; “Biz sizi imtihan için gönderildik, sakın ola ki size öğreteceğimiz şeylere inanarak (aldanarak) kâfir olmayın!”[2] dedikten sonra insanlara sihir ve büyü yapmayı öğretmek suretiyle zahirde ma’sıyet (suç, günah) işlemiş görünseler de, bu davranışları insanları sınamak için İlahî emre istinaden olduğundan, yaptıklarının hakikatte isyan değil bilakis itaat olduğu anlaşılacaktır.

İblis’e (Şeytan) gelince o, melekler zümresinden değil cin taifesindendir. Kur’ân’da istisna şeklinde olsa da adı meleklerle birlikte anıldığı[3] için, İslâm bilginlerinden bazıları onun da bir melek olduğunu vehmetmişler, fakat hata etmişlerdir. Çünkü melekler, Allah Teâlâ’nın Nur isminin tecellisinden yaratılmış soyut varlıklar (ukul-i mücerrede) olduklarından onlarda günah ve isyan kirleri (zulmet-i ma’sıyet) olmaz.

Gerçi akıl (mantık) kurallarına göre, melekleri isyan etmezler diyerek övmekle, aynı zamanda isyan etmelerinin imkânından da söz edilmiş olunur. Fakat olması mümkün ve caiz olan şeylerin, her zaman gerçekleşmediği de unutulmamalıdır. Nitekim “teklif-i ma-la yutak (gücünü aşan şeylerden kulu sorumlu tutmak)” veya “ta’zib-i beri (suçsuzu cezalandırmak)” gibi. Yani bu gibi fiilleri gerçekleştirmek Cenâb-ı Allah için mümkün (gücü dâhilinde) ise de, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Melekler tek sınıftır ve hepsi itaatkârdır. İnsanlar ve cinler ise yapıları gereği mümin ve kâfir olmak üzere ikişer sınıftır ve itaatkârları olduğu gibi asileri de vardır. Dolayısıyla melekleri insanlarla ve cinlerle mukayese etmemek gerekir.

Melekler konumları itibariyle iki kısımdır:

1) Ervah-ı müheyyeme: Bu gruba dâhil olan melekler, Allah aşkıyla mütemadiyen Hakk’ı müşahede (seyir, temaşa) ile kendilerinden geçmiş bir halde olduklarından, ne varlık (âlem) bilirler ne de yokluk (adem).

2) Müdebbirat: Bu gruptakiler ise, yeryüzü semasında takdir olunan ve feleklerle insan ve diğer varlıkları ilgilendiren işleri yürütmeye vekil kılınmış meleklerdir. En seçkinleri; Cebrail tenzil (vahiy indirmek), İsrafil nefh-i Sur (Sur’u üflemek), Mikail ifaza-i erzak (rızıkları dağıtmak) ve Azrail kabzı ervah (canları almak) ile görevlendirilmiştir. “Katibeyn” denilen ikişer melek de, her sabah ve akşam insanları takip işine vekâlet etmekte olup, bunlardan sağda olanları yapılan hayırları (iyilikler), solda olanları ise işlenilen şerrleri (kötülükler) yazarlar (kaydederler).

Cinler gibi melekler de çeşitli şekil ve kılıklara girebilirler ki “insan-ı kâmil” de böyledir. Ancak, şekillerinin değişmesiyle asıl yapılarının da değiştiği anlaşılmasın; onlar hakikatte yine cin, melek veya insandırlar. Çünkü bir şeyin şekli ve kılığı değişince aslı (hakikati) değişmez. Nitekim Cebrail (as), Dıhye isimli sahabinin kılığına girerek Peygamber (sas)’in huzuruna gelmekle,[4] gerçekten Dıhye olmamış hakiki yapısı gene melek olarak kalmıştır.

“Her şey kendine has özelliklere sahip olarak var olur” kuralına göre hareket etmek her ne kadar caizse de, “Cebrail (as) insan kılığına girdiği zaman, acaba insana has özellikleri de taşımakta mıdır?” şeklinde soruşturmak iyi bir şey değildir. Bu gibi konularda en iyisi edebe riayettir. Çünkü “Meleklerden herhangi birini küçümseyen (alaya alan) veya ayıplayan kişi kâfir olur” hükmü verilmiştir.

Alay ve düşmanlık etmek kastıyla değil de, ölümün kötülüğünü anlatmak maksadıyla söylenmesi hariç, “Senin yüzün bana Azrail’in yüzü gibi (kötü) geliyor” diyenin kâfir olacağı gibi. “Ben Cebrail ve Mikail’i bile şahit olarak kabul etmem (onlara güvenmem, sözlerini değerli ve güvenilir bulmam)”, “Hem bir melek olacaksın hem de böyle yapacaksın, yazık sana!” demek de böyledir.

2. İman bi’l-Kütüb (Kutsal Kitaplar indirildiğine inanmak): Allah katından bazı İlahî Kitap ve Sayfaların (Kütüb ve Suhuf-i İlahîyye) indirildiğini tasdik etmektir.

Bazı haberlere göre sayıları yüz dört olan bu İlahî Sayfaların dördü büyük (hacimli) Kitap şeklinde olup şunlardır: Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’ân-ı Kerim. Bunların “Kitap” ismiyle anılmayı hak edenleri yalnızca Tevrat ve Kur’ân-ı Kerim olup, diğerlerine “Kitap” denilmesi mecazidir; çünkü diğerleri az sayıdaki sayfalardan ibarettir.

Kütüb-i Münzeleye iman; hepsinin Allah katından gönderildiğine ve öncekilerin mensuh olmayan (nesh edilmemiş, yani yürürlükten kaldırılmamış veya yenisiyle değiştirilmemiş) ve Kur’ân-ı Kerim’in reddetmeyerek kabul ettiği bütün hükümlerine inanmak ve kabul etmek demektir. Çünkü dindeki temel inanç ve ibadet esasları (usul-i şerai’) hiç değişmemiş, hatta sonraki Kitaplarda da varlığını muhafaza eden detay kabilinden bazı ameli hükümler (ahkâm-ı ameliyye) bile olmuştur. Hz. İbrahim’in (as) dinine uymak gibi.

Kur’ân-ı Kerim’e icmalen (topluca) inanmak her kese farz, fakat tafsilatına (bütün teferruat ve detaylarına) inanmak farz-ı kifayedir (yani her kesin bu şekilde iman etmesi şart değildir). Aksi halde, insanlar çok büyük sıkıntı yaşarlar ve hayatları mahvolurdu.

Öyleyse, Muhammed Ümmeti olarak bizler, Kur’ân’ın tafsilatına imanla mükellef değiliz, fakat tafsilatıyla amel etmekten sorumluyuz. Diğer İlahî Kitaplara ise, tafsilatıyla inanmakla yükümlü olmadığımız gibi, tafsilatıyla amel etmekten de sorumlu değiliz. Yani, Kur’ân-ı Kerim’in dışındaki İlahî Kitaplara karşı sorumluluğumuz, onlara topluca inanmaktan ibarettir.

Kur’ân-ı Kerim, hem nazmı hem de manası bakımından “muciz” yani, benzerini ortaya koymaktan varlıkları aciz bırakandır. Nitekim Arapçayı en iyi ve en güzel konuşan Arap edip ve şairleri dahi onun en kısa bir sûresinin bile benzerini ortaya koyamamışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’i önceki İlahî Kitaplar da haber vermekte olduğundan, onu inkâr (redd) eden kâfir olur.

Neml sûresindeki “besmele”yi[5] inkâr etmek de küfürdür. Sûre başlarına teberrüken (mübarek sayarak) konulan diğer besmeleler ise, aslında bir tek besmele ve bir tek âyet hükmünde olup, bazı âyetlerin bazı sûrelerde tekrarlanması gibi, aynı besmele sûre başlarında tekrarlanmaktadır. Zahir bilginleri, besmelenin Kur’ân’ın aslından olup-olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerse de, Hakikat Ehli; “Besmelenin Kur’ân’ın aslından olduğunda şüphe yoktur” diyerek, aksini söylemeyi küfür saymışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’e imanın gereği olarak; onu tazim (yüceltme)’den geri durmamak, âyet ve hükümlerini küçümsemek yahut hafife almak veya başka iş ve söz ile meşgul olan kimselerin yanında okuyarak ona saygısızlık yapmaktan şiddetle kaçınmak her müminin asli görevidir.

Kur’ân-ı Kerim’e “mahlûk (yaratılmış)” diyen küfre girer. Çünkü o, hakikati yönüyle İlahî Kelamdır ve mahlûk değildir. Lafzı bakımından ise hadistir; yani sonradan meydana gelmiştir, dolayısıyla mahlûktur. Fakat lafız yönüyle hadis olması asıl (hakikat) yönüyle hadis olması sonucunu doğurmaz. Nitekim bir kimse yeni elbiseler giydiğinde kendisi de yenilenmez.

3. İman bi’r-Rusul (Peygamberlere inanmak): Cenâb-ı Hakk’ın, yaratılmış varlıklar içerisinden seçerek onlarla kendisi arasında iletişim vasıtası olarak görevlendirdiği nebi ve Resûlleri tasdik etmektir.

Peygamberler, diğer varlıklara göre üstün meziyetlere sahip seçkin kimseler olduklarından Cenâb-ı Hakk’tan birtakım feyizler alırlar ve içlerinden biri olmaları hasebiyle de aldıkları bu feyizleri hemcinslerine iletirler. Çünkü bütün insanlar direkt olarak Cenâb-ı Hakk’tan feyiz almaya muktedir olmadıklarından, dini hüküm ve İlahî buyrukları bilmek ve böylece Cenâb-ı Hakk’a her yönden kurbiyyet (yakınlık) sağlamak için Peygamberlerin aracılığına ihtiyaç duymaktadırlar. Zira insan aklı sınırlıdır ve tek başına her hakikati kavramaya yeterli değildir. Bu sebepten, hususi bir rahmet olsun diye ve İlahî hikmetin bir gereği olarak Peygamberler gönderilmiştir.

Peygamberlerin peygamber olarak gönderildiklerini ispat etmek ve insanları bu hususta ikna etmek için mu’cizeler gösterirler; basireti (kalp gözü) açık olanlar gerçeği kavrar ve iman ederler, manen kör olanlar ise hakikati reddeder ve kâfir olurlar.

İnsan yaratılışı bakımından bütün yaratılış biçimlerine sahip olduğundan ve bütün kemalatı (mükemmellikler) ihtiva ettiğinden, Peygamberler meleklerden daha üstün ve faziletli (efdal)’ dirler.

Eğer, “Meleklerin insanlardan daha yüksek bazı makam ve mertebeleri var!” denilecek olursa, “Peygamberlerde de üstünlük ve faziletlerin en büyüğü (fazilet-i cem’iyyet-i kübra) vardır” deriz. Nitekim Resûlullah (sas) Mirac gecesi Beyt-i Makdis’te diğer Peygamberlere imam olduğu gibi, Beyt-i Ma’mur’da meleklere de imam olmuş, fakat Arş’ tan daha yücelere doğru yolculuğu sırasında meleklerin en faziletlisi olan Cibril (as) kendisine yol arkadaşlığı bile edememiştir. Çünkü bu yolculuk, bütün kemal tecellilerini cami’ (toplayan) çok özel bir seyahattir. Melekler ise her ne kadar “nur”dan teşekkül etmiş ve mücerred (Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden soyutlanmış) bir akla sahibi iseler de, kemalleri (yetkinlikleri) insanın kemalinin bir parçası mesabesindedir.

İnsan ve cin topluluklarında her kesin kendine göre bir mertebesi vardır. Kâmil insanın (insan-ı kâmil) mertebesi ise bunların hepsinin üstündedir. Dolayısıyla, insanın yükseldiği “müşahede” makamına meleklerin yaklaşması bile mümkün değildir.

Çünkü “müşahede (kalp gözüyle yani manen görme)” ve “rü’yet (beden gözüyle görme)” için yalnız nurani bir yapıya (kemal-i letafet) ve mücerred bir akla sahip olmak yetmez. İlave olarak “cem’iyyet” yani akıl ve nefsin aynı kişide birleşmesi de gerekir ki, bu durum kimde daha mükemmel bir şekilde gerçekleşirse, onun rü’yet ve müşahedesi daha yüksek olur.

Peygamber (sas) Efendimiz, ruhlar âleminde (âlem-i ervah) bilfiil peygamber olduğu gibi, kıyamete kadar da bilfiil peygamberdir. Çünkü O’nun Allah katından getirdiği din nesh edilmeyecek yani yerine bir başka din gönderilmeyecektir.

Denilebilir ki; peygamberlik mertebesi (mertebe-i nübüvvet) dinin zahirinde baki kalmış ve velâyet mertebesi (mertebe-i velâyet) “kutb-i vücud” ta ve diğer “aktab” ta ortaya çıkmış, getirdiği Hanif Dini de onlar sayesinde ayakta durmaya devam ettiği için ümmetinin âlimleri peygamberlere bedel olmuştur.

Peygamber (sas), Peygamberlerin sonuncusu (Hatemü’l-Enbiya) ve getirdiği İslâm dini de kıyamete kadar baki olduğundan, O’nun halen bilfiil peygamber olduğuna inanmak vacip (yani mümin sayılmak için zorunlu)’dir. Bu nedenle, bir kimse Peygamberin (sas) peygamber olduğunu bilse (tasdik etse), fakat son peygamber olduğunu bilmese (kabul etmese), mümin olmaz. Şerefli ismini bilmek (tasdik etmek) de İslâm’ın şartları arasındadır.

Diğer Peygamberler ise, ruhlar âleminde bilfiil peygamber olmayıp, yaratılışlarındaki şartlar tamamlandıktan sonra özel (sınırlı) bir zaman diliminde bilfiil peygamber olmuşlardır. Kendileri dünyadan göçtükten sonra getirdikleri dinler de nesh edilmiş olduğundan, artık onlara bilfiil peygamber demek için bir neden kalmamış bulunmaktadır. Bu yüzden, onların yaşadıkları zaman diliminde peygamber olduklarına inanmak yeterlidir.

Hz. İsa (as), ahir zamanda yeryüzüne indiğinde yeni bir din getirmeyerek Peygamber (sas) Efendimizin dinini yürütmesi (yani peygamber değil bir veli olarak gelmesi) gerekir. Çünkü bunun aksi bir durum nassa (Kur’ân-ı Kerim’e) aykırıdır.

Öyleyse, “Hz. İsa’nın inmesi velâyetin (velâyet-i amme), Mehdi’nin ortaya çıkışı ise hilafetin (hilafet-i hassa) sonlandırılması içindir.” diyebiliriz.

Peygamberler Allah katından aldıkları her türlü bilgiyi insanlara aynen (ilave, eksiltme veya değişiklik yapmaksızın) tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerin ilki Hz. Adem (as) ve sonuncusu Hz. Muhammed (sas) olup, sayılarının yüz yirmi dört bin veya iki yüz yirmi dört bin olduğu “haber-i vahid”[6] ile sabittir. Fakat en güzeli, rakam telaffuz etmeden hepsinin peygamberliğinin hak ve kendilerinin de sadık (emin, güvenilir ve dosdoğru) kimseler oldukların tasdik etmek ve öylece inanmaktır.

Evliya (veli kullar) niyet, söz ve fiil bakımından günah işleme hususunda korunmuş (mahfuz)oldukları gibi, Peygamberler de masumdurlar yani asla günah işlemezler. Fakat konu ile ilgili nassın (âyet-i kerime ve hadis-i şerifler) yorumlanması (tevil) ve âlimlerin onlardan çıkardığı hükümlere (ictihad) dayalı olarak, Adem (as)’in cennette iken yasak meyveden yemesi gibi, “zelle” adı verilen bazı küçük hatalar işleyebilmeleri söz konusudur.

Gerçi Adem (as)’in bu hatası, insanın yeryüzüne halife tayin edilmesi ve ondan diğer insanların türemesi gibi sayısız İlahî hikmet ve faydalara önayak olduğundan, bu uzaklaşma (bu’d) aslında yakınlaşma (kurb) hükmündedir. Nitekim Peygamber (sas)’den sadır olan bazı hatalar da (sehviyyat), ümmetin dinini daha iyi öğrenmesi (teşri’-i ümmet) gibi İlahî hikmete dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Bazı hatalar ise müşahede yoğunluğundan (istigrak-ı müşahede) kaynaklandığından bunlara hata (sehiv) bile denilemez.

Ama biz yine de “hata” diyelim; çünkü Peygamberlerin her yönüyle masumiyetini yani hata bile işlemeyeceklerini kabul etmek, onlardan bu gibi hataların ortaya çıkmasındaki İlahî hikmet ve faydaları göz ardı etmek olur.

Bu nedenle, şâyet imamın kendisi hata etmeseydi, imama uyanların (me’mum) yapacakları hatanın hükmü anlaşılamazdı. Buradan çıkarılacak hüküm ise şudur: İmamiyye Mezhebi mensuplarının iddialarının aksine olarak, imamın ma’sumiyet (ismet) sıfatına sahip olması şart değildir.

4. Hudus-i âleme iman (Âlemin hadis olduğuna inanmak): Âlemin (kâinat), bütün unsurlarıyla hadis olduğunu (yani yok iken sonradan ortaya çıktığını, ezeli olmayıp varlığının bir başlangıcı bulunduğunu) tasdik etmektir.

Bir şeyin yokluktan (adem) varlık (vücud) sahasına çıkmasına / çıkarılmasına “hudus” denilir ki buradan; her ne kadar bilimsel metotla veya keşif yoluyla hiç kimse henüz tespit edebilmiş değilse de, alemin bir başlangıcının olduğu anlaşılmaktadır.

Adem (as)’den önce “Can kavmi ” yaratılmıştır. Can kavminden önce dünyada her biri binlerce yıl hayat süren beş tür topluluk var idi. Bunların yaratılışından önce uzayıp giden zamanı ise Allah Teâlâ bilir.

Hz. Adem, Can kavminden altmış bin yıl sonra yaratılmış ve kendisine yedi bin yıl süren “devr-i sünbüle (başak çağı)” verilmiştir. Hatta Adem (as)’den önce yüz bin Adem (as) daha geldiği bildirilmektedir.

Bütün bunlar da bize, filozofların (hukema) iddialarının aksine, bu âlemin hadis olduğunu yani kadim olmayıp varlığının bir başlangıcı bulunduğunu göstermektedir. Çünkü şâyet âlem hadis değil de kadim olsaydı, kıyamet, yeniden dirilme ve Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda toplanmanın (ba’s ve haşr u neşr) olmaması gerekirdi. Hâlbuki bu hakikatlerin varlığı nass (Kur’ân-ı Kerim) ile bildirilmiştir. Nitekim filozoflar, âlemin kadim olduğu görüşünü ileri sürmekle haşri reddetmiş olduklarından, tekfir edilmişler yani küfre girmekle suçlanmışlardır.

Ancak şu hususa açıklık getirmeliyiz ki; burada filozoflar âlemin sûret bakımından baki olduğunu iddia etmeleri nedeniyle küfürle suçlanmışlardır. Yoksa “âlemin sureti fani (sonlu, ölümlü), hakikati (melekûtu) ise bakidir!” demek küfür değildir.

Çünkü her varlığın aslı, özü (cevher-i aslisi) ve mayasının hamuru bakidir. Nitekim insanın da “acbu’z-zenebi”[7](kuyruk sokumu kemiğinin altında bulunan ve insanın ilk yaratılışında olduğu gibi yeniden diriltilirken de bedenin özünü oluşturacak olan, iğne başı büyüklüğündeki kemik veya bir tür genetik şifre) ile ruhu baki, cesedi ise fanidir.

Kısacası, Allah Teâlâ ezeli ve ebedi (kadim ve baki), fakat O’nun dışındaki bütün varlıklar mutlak sûrette hadistir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu varlıkların ilki akıldır.”[8]Yaratılmış ilk varlık olarak akıl hadis olduğuna göre, akıldan sonra var edilen diğer bütün varlıkların hadis olması kaçınılmazdır.

Ancak “bir varlığın hadis olması onun baki olmasına engeldir” diyemeyiz. Çünkü fani olmak bazı durumlarda mutlak manada fani olmayı gerektirmez. Mesela yedi varlık (Arş, Kürsü, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Ruhlar) bazı İslâm bilginlerine göre hiç fena bulmayacak (yok olmayacak)’tır. Bazılarına göre ise bunlar bir an için de olsa yok olacaktır. Elbette ki işin doğrusunu en iyi Allah Teâlâ bilir.

İlgili Yazılar:

İmanın Şubeleri – I

İmanın Şubeleri – II

İmanın Şubeleri – III

 

 


[1] Tahrim sûresi 66/6.

[2] Bakara sûresi 2/102.

[3] Bakara sûresi 2/34.

[4] Buharî, İman: 1; Müslim, İman: 1.

[5] Neml sûresi 27/30.

[6] Haber-i vahid: Mütevatir olmayan, yani Hz. Peygamber (sas)’e ulaşıncaya kadar her dönemde çok sayıda ravi tarafından değil de isnadının her tabakasında sadece bir ravi tarafından nakledilen haber, hadis.

[7] Acbu’z-zeneb: Kuyruk sokumu kemiğinin altında bulunan ve insanın ilk yaratılışındaki gibi yeniden diriltilirken de bedenin özünü oluşturacak olan, iğne başı büyüklüğündeki kemik veya bir tür genetik şifre.

[8] Tirmizî, Nevadiru’l- usul, II, 354; İbn Hacer, Fethu’l- bari, VI, 289.

Yazar: 

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.