Çocukların bugünkü gibi çikolataya, şekere, gazoza kolay ulaşamadığı günlerdi… En büyük lüksümüz dedelerimizden, ninelerimizden kopardığımız kuruşlarla bakkaldan aldığımız horoz şekerleriydi. Eğer ayda yılda bir, küçük şişelerde satılan sarı ya da beyaz gazozlardan bulabildiysek bugün kendisine psp hediye edilen çocuklar kadar mutlu olurduk. Sizi bilmem ama çocukluğu Anadolu’da geçmiş bir memur kızı olarak benim en az gördüğüm şeydi çikolata! Şimdi bakıyorum da bizim çocuklarımız ne çikolata ne de şekerle mutlu olabiliyor. Ancak mp3ler, ipod, pspler mutlu ediyor onları. Oysa bunların lezzeti yok, tadı yok, kokusu yok. Hâl böyle olunca, onları elde ettiklerinde ne kadar mutlu olduklarını da çabucak unutuveriyorlar. Kırklı yaşlarında olup da bahçeden koparılmış ve hemen oracıkta tüketilmiş bir domatesin kokusunu, lezzetini ve o andaki mutluluğunu hatırlamayan var mıdır?
İşte o günlerde, ayını gününü hatırlamasak da çoğunlukla ninelerimiz, bazen annelerimiz, minicik ellerimizden tutar bizi camiye götürürlerdi. Bin bir dil dökerek peri kızlarına, prenseslere benzediğimizi söyleyerek başımıza örttükleri bembeyaz örtüleri de unutmamak gerek…
Orada, camiide, birileri bir şeyler okur, nineler iki tarafa hafif hafif sallanır, bir taraftan da beyaz başörtüleriyle gözlerindeki yaşları silerken; biz işin sonunu heyecanla beklerdik. İşin sonu, minare külahına benzeyen bir kâğıdın içindeki renkli şekerlerdi. Bazen bir sünnet düğününde, bazen bir ölünün kırkıncı gecesinde, bazen Regaip, bazen bir Miraç Kandili’nde tutuşturulurdu elimize o külahlar. İster lokum olsun içindeki, ister akide şekeri, isterse nane şekeri veya badem şekeri, ne zaman ve hangi sebeple verilirse verilsin o külahın ve içindekilerin toplamı “Mevlid Şekeri” idi. Ve biz… Anadolu’nun küçük kasabalarındaki küçük çocuklar… Mevlit şekerlerine bayılırdık.
Böyle tanışırdık Resûlullah’ın doğum günü ile…
Sonrasında ise Resûlullah bizim için ninemizin gözündeki yaş ve damağımızdaki şeker lezzeti olurdu.
Bin yıllık bir hikâyesi vardı Mevlid kutlamalarının. Önce Fatımilerde başladı onuncu asırda. Sonra Erbil Atabeyliği’nde daha geniş çaplı kutlamalara dönüştü. Kuzey Afrika’da bile önceleri Mevlid kutlama âdeti yokken, 13. asırda “halkın Hıristiyan bayramlarını kutlamalarını önlemek amacıyla” icra edilmeye başlanmıştı. Ancak son bir asırdır Anadolu coğrafyasında Mevlid’e sadece nineler ve “affedilmeyecekler”ine inanan ümitsiz günahkârlar sahip çıkıyorlar. Onlar her Mevlid’de Resûlullah’ı hatırlamaya, O’nu anmaya sonra doğumuna sevinmeye devam ediyorlar. O’na iyi bir ümmet olamadıklarını bildikleri anda da tövbenin ıslakçası akıyor gözlerinden. Gariptir, tam o anda bir Kur’an’dan başka bir Kur’an’a kaçıyorlar: “Yürüyen Kur’an” dan “Lafzatullah”a…
Çünkü biliyorlar ki O ne kadar “Rahmet Peygamberi” olsa da tövbeleri kabul eden Tevvab olandır…
O ne kadar “Raufur Rahim” olsa da affedecek olan : “el-Afüvv”dür , “el-Gaffar”dır.
O ne kadar “Rahmetel lil Âlemin” olsa da el-Halık O’dur, el-Ahir O, el-Evvel O…
O bir Rehberdir ki kendisine geleni götüreceği yer yalnızca O’dur.
İşte bu yüzden O’nu hatırlamak bayramdır Osmanlı’da. Hem de çoluk-çocuk, genç-yaşlı, bey-paşa, sultan-sadrazam demeden…
O doğdu ya…
O bu âleme hediye edildi ya…
O gün sultanların, paşaların saraydan çıkma vaktidir. Hem de en şaşalı tören elbiseleri ile…
O gün fakirlerin bir kere daha doyurulma vaktidir.
O gün Sultan Ahmed Camii’nde, tam da “Osmanlıca” bir şenlik var demektir: Edebin de adâbın da yolunca yordamınca…
Osmanlıdaki Mevlûd, evvelkilerdeki gibi ticaret şenlikleri değil, kadınlı-erkekli, sazlı-sözlü kutlamalar hiç değil.
Mevlûd Osmanlıda:
Çocuklara şeker,
Fakirlere sıcak çorba,
Kulaklara güzel ses,
Erkan-ı devlete Medine hurması,
Mevlidhana hil’at,
Okul çocuklarına tatil,
Yoksula sadaka,
Gecesinde fener alayı,
Ve illa bal şerbeti, gül şerbeti demek…
Ama hepsinden önemlisi “şükür” demek:
Ya gönderilmeseydi bu âleme “ol Mustafa” ?
Ya O gelseydi de biz O’na gelmemiş olsaydık?
Ya bazıları gibi, Tanrı birdir deseydik de “Muhammedün Resûlullah” demeyenlerden olsaydık.
Osmanlı bunun şükrünü hem sünnetine uyarak; hem de Mevlid kutlaması ile doğduğu günü, diğer günlerden ayırarak yapmıştı.
Hz. Peygamber’e, pazartesi günü oruç tutmanın fazileti sorulduğunda “Bu benim doğduğum ve bana vahiy indirilen gündür” [1] diyerek bir bakıma bu güne önem atfetmiştir.[2]
Biz ise Mevlânâ’nın dediği gibi tam bir mirasyedi gibiyiz.
“Dini babandan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükürden çevirdin. Mirasyedi mal kadrini ne bilsin?” diyor. O haklı! Müslüman anne-babadan doğup, Müslüman bir çevrede büyüdüğümüz halde buna şükretmek, ayda yılda bir bile gelmez belki aklımıza.
O’nun gibi bir Peygamber’in ümmeti olduğumuz için bir şükür vesilesi idi Mevlid. Ama mirasyediler gibi kıymetini bilemedik. Sonunda baba öldü. Mal yendi bitti. Şimdilerde evlat yeniden “Kutlu Doğum” haftası ile kaybettiklerini bulmaya çalışıyor.
Nitekim Mevlid kutlamalarına karşı çıkan Cezayir’deki ıslahatçı âlimler bile “Yeni nesillerin inanç ve milli şuurunun güçlenmesi amacı ile Mevlid’i yeni bir takım etkinlikler ile kutlama yolunu tutuyorlar artık…[3]
“Düne ait ne varsa dünde kaldı cancağızım… Bugün artık yeni şeyler söylemek lazım…”
Gelin Noel’i, yeni yılı, 14 Şubat’ı kutlamaktan vazgeçelim. Ama “Kutlu Doğum”un da içini dolduralım. 20 Nisan’da değil, 11 Rebiulevvel’de rastladığımız her cana “Bu gece uyuma dostum! Bu gece uyuma!” diyelim. Babamızdan kalan mirası bereketlendirelim. Onların düzenlediği Fener Alayları’nı biz de düzenleyelim. Ta ki biz de bilelim O’nun “nur saçan bir kandil” olduğunu [4]… Ama biz Fener Alayı’nı ta sehere kadar yapalım. Bir kez daha doğsun Mustafa (sas) 12 Rebiulevvel’in seherinde. Biz tekbir getirelim, salâvat çekelim, ellerimizi uzatalım birbirimize, musafaha edelim.
“Biz her dem yeniden doğarız… Bizden kim usanası…” desin Yunus yine.
Kerahati şükürle geçirelim: Bizi Kendisine kul, Habibi’ne ümmet eylediği için…
Sonra kalkalım yine Sultan Ahmed’e gidelim. Tıpkı Osmanlı gibi az da olsa, bazen Eyüp, bazen Yıldız, bazen Beyazıt’a da gidebiliriz.
Ama biz, Resûlullah’ın misyonu-mesajı-sünneti üzerine yapılan panelleri dinleyelim akşama kadar. Öğlen arasında, panelden çıkışta kapıda bize yine şeker ikram etsinler külahlarda. İçinde akide şekeri mutlaka olsun ki çocuklarımıza ikram ederken, bu şekerin manasını, ona neden bu ismin verildiğini anlatabilelim onlara. Ama biz külahın içine bir de sürpriz hadis-i şerif bırakalım. Müjdeleyenlerden olsun o gün için. Ola ki bir yetime, başka bir Yetim’den, yetim başı okşamakla ilgili bir hadis-i şerif çıkar. Bir borçluya, “Rabbinin her an onun yanında olduğu” ile ilgili bir hadis…
Sonra biz kahveli-çikolatalı-meyveli şekerler de ekleyelim içine…
Akşamı hep beraber kılalım cemaatle. Sultan Ahmed büyük. Hepimizi alacak camiiler var. Mesela biz bir yıl beraber Atik Ali’ye takılalım. Ertesi yıl Ahi Çelebi olsun. Onlar da dopdolu cemaat tadını alsın.
Akşam yemeği için bir sponsor bulalım. O’nun çok sevdiği “tirit” yemeğinden dağıtsın misafirlere. Tatlısız olmaz! Bir parça sıcak arpa ekmeği üzerine bir parça “hays” sürülsün de biz de bakalım Fatıma (ra)’nın düğün yemeğinin tadına. Bakarsınız belki de ertesi yıl da “herise” yeriz!
Sonra her sene naat yarışması yapalım. 1.yi o gece Süleymaniye’de ilan edelim. Ama önce Vesiletu’n Necat’tan, uygun bulduğunuz bir bölüm dinleyelim. Hatta evvelinde “Kaside-i Bürde”den de bir bölüm okunmalı bence. Aralarda yine ilahiler söylensin, dereceye giren naatlar okunsun. Bu Mevlid’e padişah gelemez ama konjonktür müsaitse, zamanın cumhurbaşkanı, başbakanı gelebilir belki.
Yalnız biz, 1.ye de mevlidhanlara da hil’at giydirmeyelim. Şair Ka’b b. Züheyr’e giydirilen Hırka-i Saadet’in sembolüdür, mevlidhana giydirilen hil’at. Biz takım elbise giydiremeyeceğimize göre iyisi mi 1.ye ve Mevlidhanlara bir umre hediye edelim.
Eğer 12 Rebiulevvel yaz aylarına denk gelirse biz yine buz gibi bal şerbetleri, gül şerbetleri dağıtalım cemaate.
Ama kışa denk gelirse bir değişiklik yapalım. Pahalı da olsa salep dağıtalım O’nun ümmetine. Şöyle dumanı üzerinde, bol tarçınlı… Sponsor bulması da zor olmaz. Ne de olsa inananları hedef kitle seçen şirketler çabuk büyüyor artık. Biz yine irmik helvası dağıtalım çıkışta. Üzerindeki dondurması bizim farkımız olsun. Ağanın eli tutulmaz, 40 yılda bir de olsa Helva-i Hakanî de ikram edilebilir. Zira insanlar o gece dua cümlelerini daha kolay ve daha çok zikredeceklerdir.
Sonuçta Mevlid bitecek, külah, içindeki şekerlerle birlikte çantaya atılacak. Osmanlıda sarayın Mevlid kutlamaları Kanuni dönemine rastlar. Ola ki koca sultana yakınında Fatiha okumak isterseniz ya da kim bilir Peygamber, zifiri karanlıkta Baki’ye nasıl giderdi diye merak ederseniz, yanınızdaki kankalardan da güç alarak! Hazire’yi de ziyaret edebilirsiniz. Ama önce hiç konuşmamak, sadece tefekkür etmek üzerine birbirinize söz vermelisiniz. Türbeden çıkışta başınızı çevirip kapının tam üstündeki pencerenin kilit taşına bakarsanız, siyah minik bir Haceru’l Esved parçası da göreceksiniz…
Eh artık gitme vakti…
Yine konuşmadan, Süleymaniye’den Karaköy’e salının. Zira Eminönü’ndeki son vapur çoktaaan kalktı. Binin Karaköy- Kadıköy veya Üsküdar vapuruna.
Üst kata çıkın,
Açık bölüme oturun.
Mehtaba bakın.
Derin bir nefes alın.
“Ya Rabbi!” deyin;
“Ne Cemalinden ne Habibinden…”
Yüklemi koymayın.
İmzanız bir damla gözyaşı olsun…
Add new comment