Kelebek Günlüğü


Bugün son olmalı…

Burada kalalı on birinci günüm… Hayata bir çizik daha attım gizlice… Buna ihtiyacım var. Belleğim o kadar zayıfladı ki…

Başı sonu olmayan kopuk bir film şeridi hafızamdakiler… Bedenim artık, kendini çepeçevre saran bu yerde mücadeleden güçsüz; oysa ruhum, aksine güçlendi, kabına sığmaz oldu… Uçmak istiyor…

Tamam artık, çözün beni de bitirelim şu oyunu… Hayata bu ince kablolarla tutunuyor olmak tutsaklıktan başka bir şey değil… Hareketsiz, takâtsiz, ümitsiz bir bekleyişle yattığım yere bağlı kalmaktan bunaldım… Üstelik sabahını göremeyeceğimi sandığım geceler acılarım dayanılmaz derecede artıyor… Hani bitecekti; böyle demişlerdi.

Haftalar önceydi… Baş ağrılarım dayanılmaz bir hâl alınca gelmiştim. Bir sürü test, tetkik derken, sonuçlar artık beyaz önlüklünün ellerindeydi. Bir elindeki dosyalara baktı, bir bana… Önünü alamadığım bir sabırsızlıkla ve soru sorar gözlerle bakınca, duymak istediğim o cümleyi söyledi: ‘Kısa bir süre sonra başın hiç ağrımayacak.’ Buna o kadar sevindim ki… Gülümsedim. Oysa o, anlam veremediğim yüzünün soğuk ve tuhaf ifadesiyle gözlerini önündeki kâğıt yığınına çevirdi. Dosyamı alıp çıktım, bir daha buraya gelmemeye kendi kendime de söz verdim…

Saat sabahın yedisi… Bir sabaha daha kavuşabilmiş olmanın şükrü ve mutluluğuyla yapılmış güzel bir kahvaltının ardından yollardayım… Oturan, ayakta duran, konuşan, susan, sabahın mahmurluğuyla olduğu yerde uyuklayan insanlar… Aynı yöne gittiğimiz ama duraklarımızın farklı olduğu insanlar içinde herkes gibi ineceğim durağı bekleyenlerden biriyim… Ayakta durmuş, otobüsün buğulanmış camlarından dışarıyı izliyorum. İnsan manzaraları geçiyor gözümün önünden; durakta bekleyen, karşıdan karşıya geçen, kaldırımlarda koşturan insanlar… Caddeler, binalar, duraklar geçiyor hızla… Sonra birden her şey yavaşlıyor. Sesler bir kuyunun derinliklerinden gelir gibi boğuklaşıyor… Yine o başımın mengeneyle sıkıştırılıyor hissi… İşte o korkunç ağrı… Başımdan kaynar sular dökülüyor sanki… Sonra sıtmaya tutulmuş gibi için için bir titreme… Bir buz kesiyorum, bir kaynıyorum kulaklarıma kadar… Baş dönmesinin verdiği mide bulantısı… Otobüsün soğuk demirlerini tutan ellerim, uyuşmaya başlıyor ve artık hissizleşiyor… Kalan son gücümle dik durmaya çalıştığım ve tutunmaya çalıştığım yerde dizlerimin bağının çözüldüğünü hatırlıyorum en son…

Birkaç saniye bile geçmedi sanki… İçersinden ‘Kan şekeri düştü herhalde’, ‘Tansiyon falandır’ seslerini seçebildiğim bir uğultuyla gözlerimi açıyorum. Yanına ne zaman oturduğumu hatırlamadığım teyze elime bir parça ekmek tutuşturmaya çalışıyor. Düştüğü sandığı kan şekerim yerine gelsin diye genç kız şeker uzatıyor… Yok bir şeyim, teşekkür ederim, iyiyim ben… Fakat nerdeyim? Hava almalıyım biraz…

Beşiktaş’ta iniyorum. Cadde boyunca ilerliyorum. Güçlü görünmek için takındığım maskeye rağmen, yüzümün soluk rengini gizleyemediğimi hissediyorum biran. Biraz deniz havası iyi gelecek. Karşıya geçmek için bekliyorum. Yine şu kırmızı, küçük, inatçı adam… Karşımıza dikildiğinde tüm yayalar onunla beklemek zorundayız… Oysa tek isteğimiz bir an önce karşıya geçmek… Ama, birilerinin yollarına devam etmesi için birilerimizin beklemesi gerek…

‘Baş ağrısından öleceğim!’ Artık bu cümleyi ne zaman kullanacak olsam susuyorum ve kendi kendime gülüyorum… Meğer insan, baş ağrısından ölmezmiş

Kim bilir ne zaman gelmiş, yerleşmiş küçük davetsiz misafirim. Arada bir varlığından haberdâr etmese ne güzel geçinip gideceğiz de… Tamam, başımın üstünde yeri var, ama misafirlik de üç güne kadar… Günler geçti, gitmedi. Giderken beni de beraberinde götürmekte kararlıymış… Ama ben, yerimden, yuvamdan, ailemden, dostlarımdan nasıl ayrılırım? Hem bu zamansız terk edişe nasıl katlanılır, nasıl alışılır? Üstelik benim daha yapacak işlerim var, geleceğe dair planlarım…

Bir gün, sahabeleriyle birlikteyken, Resûlullah (sav) yere bir çizgi çizdi ve: “Bu insanı temsil eder” dedi. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” dedi. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilâve etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.”

Başım dönüyor… Yok yok, başım duruyor, dünya dönüyor. Sonra birden o da duruyor, her şey duruyor, ben duruyorum.

Anlaşılan bu sefer de küçük misafirim kazandı. Zafer çığlıkları kulaklarımı çınlatmakta… Bu, kaçıncı yenilgi? Kaç sıfır? Sayamadım.

Saniye saniye dakika dakika tırnaklıyorken zaman hayatımdan; yapacak çok şey olmasına rağmen, yapacak bir şeyin kalmadığı bir anda; yarı hareketsiz yattığım yerde mavi gökyüzünü izlediğim penceremden bir kelebek süzüldü usulca içeri… Odanın içersinde şöyle bir iki tur attı nispet edercesine… Sonra alçaldı alçaldı… Gelip, yatağın ucuna kondu. Kanatlarını yukarı kaldırıp, soluklandı şöyle… Kaderimin aynı olduğu bir dostumla göz gözeyim şimdi.

Bugün son olmalı…

Burada kalalı on birinci günüm… Hayata bir çizik daha attım gizlice… Buna ihtiyacım var. Belleğim o kadar zayıfladı ki… Başı sonu olmayan kopuk bir film şeridi hafızamdakiler… Bedenim artık, kendini çepeçevre saran bu yerde mücadeleden güçsüz; oysa ruhum, aksine güçlendi, kabına sığmaz oldu… Uçmak istiyor…

Biliyorum. Artık, bir koza gibi bedenimi saran bu ince hortum ve kablolardan kurtulacağım. Acılarım dinecek ve ben kelebek olacağım. Şöyle bir uçacağım odanın içinde… Beni sarmalayan kozama son kez bakacağım yukarıdan… Sonra yükselip yükselip, gökyüzünün yeryüzüyle birleştiği yerde kanat çırpacağım, son kez

Yazar: 

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.