İslâm'ın İlk Mescidi Olan Takva Mescidinin Düşündürdükleri
İslam Medeniyetine giden hicret yolculuğunun ilk önemli duraklarından biriydi Kuba. Burada İslam’ın ilk mescidi bina edilmişti. Her külfetten sonra gelen nimet gibi mukaddes hicret yolculuğunda çekilen külfetten, Peygamberimizin doğup büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kalışından sonra gelen nimet de temeli takva üzerine kurulan Kuba Mescidi olmuştu.
Yeryüzünde bina edilecek tüm yapıların ve özellikle de Allah’ın dininin şiarı olan tüm mabedlerin hangi manevi temele dayanması, hangi niyet ve amaç için inşa edilmesi gerektiğinin numune-i imtisali olmuştu Kuba Mescidi.
Amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini ve Mü’minin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu bildiren nebevî emir doğrultusunda ortaya konan bu değer ölçüsü, maddî olan bir binanın dahi takva gibi manevî bir temele dayanması gerektiğini kavramamızı istemekte; bozuk ve kötü niyetler üzerine bina edilen tüm yapılara karşı uyanık ve dikkatli davranmaya Mü’minleri sevk etmekteydi.
Toprağın imanla yoğrulması, alınların secde kıvamında toprakla buluşması ile mümkün olurdu. Bir beldenin İslamlaşması ve manen imarı da mescit merkezli yapılardı. Bu sebeple yerleşim yeri olarak tespit edilen bir beldede ilkin bir cami inşa edilirdi, sonra da onun çevresinde eğitim ve ilim yuvası olan medreseler. Toplumsal değişimin merkez üssüydü bu mekânlar. Namazı hayatın merkezine almanın ve her şeyi onun çevresinde şekillendirmenin dışa vurumuydu.
Allah’ın nurunun bir kandil misali toplumu aydınlattığı yapılardı mescitler, Beytullah olan Kâbe-i Muazzama’nın başka beldelerdeki izdüşümüydü.
Öyle buyurdu Rabbimiz: “(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)
Allah’ın nurunun akılları, gönülleri ve hayatı nurlandırabilmesi için gerekli şartlardan biri de takvaydı. Takva; sadece beden ülkesinin merkezi olan kalplerde değil, bir beldenin iman coğrafyası haline gelmesinin de alamet-i farikası olarak toprağa değer katan bir iman nişanesi idi.
Mescitler, takva üzerine yükselirse ve buralarda ibadet ve namazla; ilim ve hikmetle yoğrulursa gönüller, toprağın ve toplumun takva ekseninde dönüşümü mümkün olurdu.
“Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar.” (Nur,37)
Yeryüzü Mü’minlere mescit kılınmışken, Allah’a ve ahiret gününe iman eden gönül erleri, mescitler inşa eder, madden ve manen mescitleri şenlendirirlerdi. Sadece helal parayla yapılmış olması ya da sadece fiziki olarak temiz olması yeterli değildi; bizatihi bir mescidin dağınık ve birbirinden kopuk yaşayan insanları cemaat yapmaya ve toprağının da secde edilmeye lâyık hale gelmesi için temelinin takva üzerine kurulmuş olması gerekirdi.
İşte ilk mescidimiz olan Kuba Mescidi’nin temelinde de öncelikle Rasûlullah’ın ve ashabın imanı vardı. Hurmalığını vakfeden Gülsüm b. Hidm'in infakı, yapımında en üstün gayreti gösteren Ammar bin Yasir’in ihlası, Abdullah bin Revaha’nın şuur yüklü mısraları ve temizlenmeyi seven iman erlerinin tertemiz yürekleri vardı.
“İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 108)
Bir arınma iklimiydi takva mescitleri.
Takva mescidinde kurulan sohbet halkaları ve açılan Kur’an sofraları manevi bir gıda olur, beslerdi gönülleri ve kalpler ancak Allah’ın zikriyle doyuma ulaşırdı.
Takva mescitlerinde kılınan namazlar, birer ırmak gibi yıkardı toplumu, kirlerinden arındıran bir yağmur olurdu. Münkere, fuhşiyata ve tüm çirkinliklere çekilen set olurdu.
Bir yücelme vesilesiydi takva mescitleri.
Takva mescidinin mimarlarının kalplerinde Allah sevgisi, ihlas, samimiyet ve takva olmalıydı ki orada yapılacak ibadetler toplumu manen ihya edebilsin. Kılınan namazlar, Mü’minler için miraç olsun, onları dünyevi olandan uhrevi olana, şeytani olandan rahmani olana, nefsani olandan ruhani olana yükseltebilsin.
Var oluşun ve Biz olmanın adresiydi takva mescitleri.
Sadece bedenlerin değil ruhların toplandığı bu yapılarda tefrikaya, fitneye geçit verilmez; biz olmanın, aidiyetin ve cemaat olmanın hakkı verilirdi.
“Ey İman edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” emri uyarınca bir sadakat iklimi aranırdı bu yapılarda, korunmak için de gerekli olan bu idi. “Rükû edenlerle beraber rükû edin.” emrince sadece Allah’ın huzurunda eğilen bedenler, kula kul olmama iradesini cemaat halinde burada ilan ederlerdi. Menzili cennet olan bir seferde, salih bir daire içerisine giren saf olup kenetlenen Mü’minler, salihler arasına katılma duasını, ameli olarak bu mekânlarda yaşarlardı. “Ey Mü’minler, kurtuluşa ermek için topluca tevbe edin.” emrinin de adresiydi takva mescitleri. Felaha ermenin vizesiydi topluca edilen tevbeler. Evet, camilerde Mü’minlerin şahitler arasında adlarını yazdırma ve iyilerle beraber vefat çabası kalben, kavlen ve halen var oluşlarıyla kayıt altına alınırdı.
Bir eğitim ocağı, ilim yuvasıydı takva mescitleri.
Mescid bir mektep, bir medrese olur ilmen ve fikren donatırdı Mü’minleri. İstişareler buralarda yapılır, kararlar bu huzur ikliminde alınır, huzurun adresi belli olurdu.
Sakin bir limandı takva mescitleri.
Takva mescidleri, hayatın fırtınalarında savrulmaya yüz tutan insanlar için sakin bir liman olurdu. Atanmış değil, adanmış insanlar gözlenirdi mihraplarda. Huşu ile kılınacak namazın ön şartlarından biriydi adanmışlık. Adanmış imamların kıldırdığı namazlar yük değil kanat olur, toplumu yüceltirdi. Yormazdı cemaati, yorulmazdı Mü’minler; bir sonraki namazın özlemiyle kalpler mihrapta asılı dururdu.
Bir diriliş ve direniş üssüydü takva mescitleri.
Adanmışların kürsüsünden ve minberinden vahyin hayat veren çağrısı duyulurdu. Diriliş muştusu olurdu hutbeler ve vaazlar. Bazen direniş aşısı vurulurdu, gaflet uykusundan uyansın diye Mü’minler. Cesur imamların gür sesi; zalime yaman bir ihtar, mazluma bir teselli olurdu.
Tarih boyunca mescitlerden başlamak suretiyle yeryüzünde Mü’minlerin inşa edeceği mektep, medrese gibi tüm yapıların kuruluş aşamasında ve dahi sadece bir kurum olarak değil bir eser olarak yazılan tüm kitaplarda iman, ihlas, samimiyet ve takva aranırdı.
Mescide Karşı Mescid/ Dine Karşı Din
Asr-ı Saadette İslam düşmanları, içlerine sızarak ve kendilerinden gözükerek Mü'minleri aldatmak istemişlerdi. Bunun için de merkez üssü olarak bir mescid inşa etmişlerdi. Bu mescidin adı Dırar Mescidi idi. Ayet-i kerime Rasûlullah (s.a.s)’ı ve tüm inananları İslam toplumuna nifak sokmak isteyen bu tip girişimlere karşı dikkatli ve uyanık olmaya çağırmaktaydı.
“Bir de, müminlere zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, mü'minler arasına tefrika düşürmek için ve bundan evvel Allah Teâla’ya (cc) ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s)'e savaş açan kimseyi beklemek maksadıyla bir mescit yaptılar. Ve ‘Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.’ diye yemin edeceklerdir. Allah Teâlâ (cc) şahadet eder ki, onlar yeminlerinde yalancıdırlar.” (Tevbe, 107)
Bu ayet-i kerimenin iniş sebebi olarak Ebu Amir denilen bir adamdan bahsedilmektedir. Kimdi bu Ebu Amir?
Bilgili ama bilgisini şer amaçlı kullanan bir adam; Hanif dininden ayrılan, Tevrat ve İncil'in bütün hükümlerini ezbere bilen, Halk içinde üstün bir mevkie ve şöhrete sahip bir adam; ikiyüzlü davranan, ama niyetinin iyi olduğuna Allah adına yemin eden bir adam; Peygamberimiz Medine'ye hicret ettikten sonra itibarı zedelenen; hasedinden, kibrinden ve enaniyetinden dolayı Allah’a ve Rasûlü’ne savaş açan ve bu savaşta üs olarak Müslümanlara ait bir ibadet merkezi olan camiyi seçen bir adam… Üstelik bu adam, Rasûlullah’ın (s.a.s) methettiği ve meleklerin yıkadığı bir sahabi olan Hz. Hanzala (r.a)’nın da babasıydı.
Oğul cennetle müjdelenen bir güzel sahabi, baba ise kâfir ve lanetlenmiş biriydi. Hz. İbrahim ile babası putçu Azer gibi baba ile oğul arasında derin bir uçurum olabileceğinin örneğiydi.
Dırar Mescidi; evet bir camiydi; ama yapılış gayesi İslam’ı ortadan kaldırmak ve hak dini içten çökertmekti. Binanın fiziki yapısının ne olduğundan ziyade onun hangi amaç için inşa edilmesi gerektiğinin bir başka örneği olmuştu.
Bu mescidin inşa ediliş amaçları; Müminlere zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, Mü'minler arasına tefrika sokmak ve bu amaçları gerçekleştirmek için emir aldıkları Ebu Amir’in liderliğine zemin hazırlamaktı.
Ebû Âmir'in bu fasit eyleminde taşeronluk yapan ise münafıklardı.
Binanın kurucuları ikiyüzlü davranmaktaydılar ve “Biz bu mescidi ancak iyilik için bina ettik.” diye yemin etmişlerdi. Tüm bozguncular her zaman aynı şeyi söyler; ıslah ediciler olduklarını iddia ederlerdi.
Yapanların gerçek niyetlerini en iyi bilen Rabbimiz Rasûlü’ne hitaben: “O mescid-i dırarda ebediyyen namaz kılma! “ emrini vermişti.
Kâfirlerin inşa ettiği, bu ve benzeri mescitlerde namaz kılınmayacağı umumi bir emir olarak kayda geçmişti.
Rasûlullah (s.a.s), bu ayetle mescidi yaptıranların niyetiyle ilgili bilgiye sahip olunca sahabilerine: “Halkı zalim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe verin!” diye emir vermişti.
Bu zararlı girişimden hareketle tarih boyunca tüm Mü’minler İslam’ı içeriden çökertme ve nifak, fitne, fesat odaklı İslami görünümlü tüm girişimlere karşı tavır almışlardır. Bu tavır; Dırar Mescidi gibi bazen bir mabed görünümünde olmuş, orada namaz kılmamışlar; bazen âlim kisvesiyle ortaya çıkan bazı insanlar olmuş, onların batıl karışmış hak sözlerine itibar etmemişler; hatta çoğu zaman da oryantalistler ve münafıklar tarafından kaleme alınan birtakım kitaplar olmuş onlara karşı da temkinle yaklaşıp onları asla başucu kitabı yapmamışlar ve onların bal görünümlü baldıran zehirlerine karşı uyanık davranmışlardır.
Asr-ı Saddetten günümüze kadar Dırar Mescidi örneğinden hareketle firaset ve basiret ehli olan iman erleri hak ve hakikatin izini sürdüler ve bildiler ki:
Küfrün ve nifakın gölgesinde kılınan namazlarda hayır yoktur.
Hak söze batıl karıştıran sözde âlimlerin yaptığı çağrılarda hayır yoktur.
Allah rızası dışında dünyevi, ticari, hizbî kaygılarla üretilen; fitne ve fesat içerikli eserlerin okunmasında hayır yoktur.
Özellikle de din kisvesi altında ortaya çıkan, hak dine karşı olarak üretilen batıl sentezlere karşı tavır almak dün olduğu gibi bugün ve gelecekte tüm Mü’minlerin üzerine düşen bir vecibedir. Ne yaptığımızdan daha önemli olan, niçin yaptığımızdır. Ortaya koyduğumuz eylemlerin kime ve neye hizmet ettiği, kimlerle ittifak yaptığımız ve varlığımızın kimi hoşnut ettiği dikkate alınmalıdır.