Yeni yorum ekle

Mekanı Umuda Çeviren Potansiyel: Kurucu İrade

Hâlâ ortada durmaktadır “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu. Ömrü harcamanın ilkesi nedir? Neye savrulmalıdır tek tek geçen günlerimiz, ne adına? Rasulullah (s.a.s)’ın mesajı bu sorunun cevabını sunuyordu hicret sonrası Medine’lilere. Ve tabi ki günümüze de… Gönülleri hoş etmenin, gam ve keder dumanlarını dağıtmanın, insanı fıtrat çizgisine çekmenin işlevini görüyordu inci gibi sözleri. İnsanlar dinledikçe bir hayat neşesi, bir varoluş ilkesi buluyorlardı yaşamlarına. Ve hemen o mesaja kucak açıp “ömrümün varı” diyerek büyük bir iman sıçramasıyla uzaklaşıyorlardı cahiliyenin gam, kasavet dumanının içinden. Bu çağrı hayat damlatıyordu insanlığa.

“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız.”[1] Çünkü İslam’ın mesajı, sanılanın aksine ölüm sonrasını yaldızlamaz. Dünya hayatını Müslümanca tesis etmeyi, sağlam bir örneklik oluşturmayı, sıkı ve muttaki bir ömür çıkarmayı teklif eder.

“Ey inananlar! Allah'tan, sakınılması gerektiği gibi sakının, başka değil, Müslüman olarak ölmeye bakın!”[2] Yani ölmeden önce kurulacak hayat düzeni mühimdir, ölmeden önce tadılacak, temas edilecek hayat ve o hayattaki klas, müstakim duruş değerlidir. Yoksa her can ölümü tadacaktır. Fakat ancak bazıları yaşamı ve yaşamda Hakk’ın esmasını hissetmenin hazzını da tadacaktır. “Gerçekten yaşamış olmak” âleme yeni bir fikrin penceresinden bakmaktan ve bu zikre gözün, kulağın açılmasından ibarettir. Yani “Zikreden kimse ile zikretmeyen kimse diri ile ölü gibidir”[3] Demek ki herkes ölüyor bu inkâr edilemez bir gerçek. Ama herkes gerçekten yaşıyor mudur? Bu soru tarih boyunca insanlığın eşiğinde durduğu müşküldür. İnsanlar ölümden sonra hayat var mı diye tartışır dururlar da, asıl meselenin ölümden önceki hayat olduğunu anlamazlar.  O vakit, var mıdır ölümden önce bir hayat? Varsa nasıl kurulmalıdır?

Bir Yaşam Teklifi: Medine

Allah’ın Elçisi Medine’ye hicret ettiğinde kucağında mal ve mülkle gelmedi. Kusva’nın çöktüğü yer… İşte her şeyi, bütün umudunu o yeryüzü parçacığı üzerine bina edecekti. Mekânlanmaya yetecek bir mekân ve mekânı umuda çevirecek bir potansiyel. Hepsi bundan ibaretti. İnsan için dünyaya yönelik kâfi tutum budur. Dünya değersizdir evet. Fakat dünyanın değeri yok demek, yaşamın da değeri yok demek değildir. Yaşamın karşısına ölümü koyup, yaşamı ölümden sonra tükenen bir gerçeklik olarak tanımlamak da doğru bir yaklaşım olamaz. Yaşam ölümden sonra da devam edecektir. Yani intikal var, halden hale geçmek var, mekân değiştirmek var. Dolayısı ile İslam’ın insanlığa teklifinin büyük bir yekûnu ölüm öncesini kapsar.

Allah’ın Elçisi bize güzel yaşama sanatını öğretmek, güzel mekânlanmayı anlatmak için gelmiştir bir yönüyle de… Bu lezzeti tadan kimse güzel ölmeyi de becerecektir zaten. Değil mi ki ölüm bile bir idrak olayıdır. Yani ölüm bir yaşam olayı değildir. Ölüm yaşanır mı? Elbette ki hayır. Yaşamla bir araya nasıl gelsin ölüm? Bir değişimin adıdır ölüm, bir yeniden doğma. Ayrılığa ölüm diyoruz belli ki. Varlığımızı devam ettirdiğimiz yerde yaşam da devam ediyor ya. Demek ki övülecek şey yaşamdır. Güzel yaşama sanatının baş müderrisi, Efendimiz (s.a.s) Yesrib’e geldiğinde kucağında Yesrib’i Medine yapacak bir yaşam projesi de vardı. Bir yaşam mimarı olarak gelmişti. Yesrib’teki kaosu, Medine’deki düzene çevirecekti. Kalpleri üst üste koyan, tuğlası yürekler olan o büyük ustanın, duvarlarını ördüğü kaleden fitnenin sızamadığı adalet burcunun zirvesi Hz. Muhammed (s.a.s)’in ayağını basması ile gelmişti barış Medine’ye. Hayat gelmişti, takatsiz bacaklara can, durgunlara zindelik, kalplere iman gelmişti.

Yesrib’e Esen Medine Rüzgârı

Yesrib’te Evs ve Hazrec kabileleri yaşıyordu. Bunun yanında Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayza’dan oluşan yahudi kabileleri de vardı. Yahudiler şehrin egemenleri idiler. Evs ve Hazreç Yemen asıllı Arap kabilelerdendi ve ilk zamanlarda Medine’li Yahudilere tabi olarak yaşıyorlardı. Yahudiler siyasi ve ekonomik güç olduklarından onlara en aşağılık muameleleri yapmaktan çekinmeyen bir tutum sergiliyorlardı.

Siyer kaynakları Fidyevn adlı yahudi bir kabile reisinin evlenecek Hazrecli ve Evsli kızların ilk geceyi kendi yanında geçirmelerini şart koştuğunu, Hazrec ve Evs’in bir müddet buna engel olmadığını, daha sonra Hazrec reislerinden Mâlik b. Aclân’ın, kız kardeşinin düğün gecesinde gelinle birlikte kadın kılığına bürünerek Fidyevn’in konağına girerek onu öldürdüğünü zikrederler.[4] Bu süreç sonrası çıkan çatışmalarda Hazrec ve Evs, yahudilere karşı bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Fakat Yahudiler çok geçmeden en iyi bildikleri yöntemlere başvurmuş, iki kabile arasını kızıştırmış, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki ezelî rekabeti tahrik ederek fitne çıkmasına sebep olmuşlardı.

Hazrec ile Evs arasındaki savaş 120 yıl devam etmiş ve Arap tarihinde iki kabile arasında bu kadar uzun süren başka bir husumet olmamıştı. Defalarca savaşmışlardı. Bu savaşların en kanlı olanı hicretten beş yıl önce vuku bulmuş olan Buâs harbidir. Her iki tarafın da ağır kayıplar verdiği bu savaşta Evsliler Nadîr ile Kurayza’nın yardımıyla kalabalık Hazrec kabilesini mağlûp etmişlerdi. Görülüyor ki tarihte kardeşleri birbirine düşürmenin kurucu gücü hep Yahudi olmuştur. Bu misyon onlardan düşmüş değildir. Hâlen dünyada, fitne lobisinin en yetkin aktörü Yahudi değil midir. Yahudi’nin projesi “Savaştır, aradan çekil ve izle.” taktiğine dayalıdır. Oysaki Rasûlullah (s.a.s)’ın getirdiği proje “Buluştur, barıştır ve hayat ver.” hedefine yönelik olacaktı.

Nübüvvetin 11. yılında başladı Medine’nin hayata dönüş projesi. Hac için Medine’ye gelen altı Hazreçli Akabe’de Rasûlullah (s.a.s)’la görüştükleri anda hissetmişlerdi ilâhî mesajdaki kuşatıcı huzuru. Çünkü o duyguyu tatmayalı çok olmuştu. Toplum bir yılan sepetine dönmüş, kimin kimi ısırdığı belli değildi. Bu altı kişi yurtlarına döndüklerinde kabilelerine İslâm’dan bahsettiler ve yıllardan beri birçok aile yuvasını söndüren, çocukları babasız bırakan Yahudi fitnesini bu yeni çağrının sona erdirebileceğini düşündüler. Ne isabetli bir karardı bu. İnsan, asr-ı saadetteki sahabe profiline hayran kalıyor. Bu nasıl bir tanışıklıktır? Günümüzde bile maalesef İslam mesajı görüldüğü yerde, bu berraklıkla idrak edilip, taşıdığı kurucu potansiyel hemen keşfedilemiyor. Gözdeki bu keskinlik, kalplerdeki bu anlayış, akıllardaki bu izan ne mükemmeldir. Bu keşfediş ne muhteşemdir. İman, sonra hemen teslimiyet ve ardı sıra da adanmak. Bu bakışla Yesrib’liler ardından ikinci Akabe biatına koşa koşa geldiler. Daha Rasûlü görmeden imanını tutuşturanlar ve iman ile kardeşlik ateşini alevlendirenler vardı aralarında. Yürekleri daha şimdiden kor olmuş yiğitler…

Rasûlullah (s.a.s) aralarından on iki başkan seçti. On iki nakib. Bunlar barış elçileri idiler. Toplumun on iki burcuna dikilmiş birer sancak gibiydiler. Rasûllullah (s.a.s)’ın “havâriyyûn” olarak adlandırdığı bu on iki nakibden dokuzu Hazrecli idi.[5] Böylece Evs ile Hazrec arasındaki ezelî düşmanlık gerçekten sona ermişti. Düşmanlığın yerine barış, yenilgiden doğan kinin yerine halkalayıcı bir üslup, zafer sarhoşluğunun yerine kıvam verici bir nitelik gelmişti. Neydi o? Muhammed bin Abdullah (s.a.s) ve Allah’ın Dini. Birleştirici kudret, yeşertici irade, telif edici ilke. Yesrib’den gelenler, canımız ancak buna feda olur, dediler. Kanımız ancak bunun için akar. Sahte farklar ve yalancı ayrımlar silinip gider. Asılsız birliktelikler ve değersiz bağlar çözülüp erir. Böylece Allah’ın nimeti ile kardeş oldu yürekler…

“Hepiniz toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O kalplerinizi -İslâm’a ısındırıp- birleştirmişti. Siz de O’nun bu nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken sizi oradan O kurtarmıştı.”[6]

Toptan yani cemiyyet olarak Allah’ın ilkesine sarılın, diyordu Âlemlerin Rabbi. Ayrılığa davet eden bütün bağları kesip atın. Bu bağlar beşerîdir ve dünyaya ait bağlardır. Bunun sonu bir ateş çukurunda yok olmaktır. Eğer bu helâki istemiyorsanız cem olun, tefrik olmayın. İşte Allah’ın en büyük nimeti budur. Açın gözlerinizi. Bu nimet, cemiyyet nimetidir. Allah’ın ipi ne güzel bir nimettir. Kardeşlik nimetidir bu ip, şayet tutunursanız… İslam’ın şecere-i ruhundan semere-i hakikat toplayın. O ağacın gölgesi ne mübarektir. Dalları vardır evet, ama tek bir gövdenin dalları yaprakları olma şeklinde bir ayımdır bu. Kardeşlik olduktan sonra dallanma, çeşitlenme olsa ne olur ki?

İlkesel olarak Evs yok artık, Hazrec de yok. Toplumsal diyalektik değişmiştir. İman var ve müminleri ayırmak için kullanılan iki sıfat var sadece. Ensar ve Muhacir. Noldu Evs’e, Hazrec’e? Hepsi İslam oldular. Savaşma sebeplerini yok sayarak aştı Ensar. Bir üst isimde buluştular. Ensar olma çabası, ilgi ve dikkatleri etnik aidiyet ilişkisinden koparıp aldı. “Yardım etme” temelli bir ilişkiye çevirdi. Yardımlaşmak, kardeşlik binasını kurmak için en kuvvetli fıtrî zemin değil midir? Var mıdır daha derini, sağlamı, içteni?

Kan Bağına Değil, Can Bağına Ensar Olun

Muhacirler dışarıdan gelen Müslümanlardı. Yesriblilerin toplumsal değer algılarını ters yüz ettiler. Yesrib “kabile” diyordu. Oysa bu dışarıdan gelen adamlar, adam gibi adamlar, kabile bağını aşan üst bir fikirden bahsediyorlardı. Sadece bahsetmek değil icracı idiler. Terk etmişlerdi yurtlarını, bedel ödemişlerdi. İşin fiil cephesinde idiler. Gayeleri meşale gibi ellerindeydi. Ellerini yakma pahasına taşıdıkları bu kutlu alev, bir istinat fikir, bir mükteda idi Bir güzergâh teklif ediyordu Yesrib’e. Peki, neydi bu teklif?

Muhacirlik yeni bir toplumsal harçtı. Kurulu sosyal bağlar yerine dışarıdan gelen bir uzlaşı teklifiydi. Eğer bir toplumda devam eden çılgınca bir savaş varsa ve akıl artık yerini duyguların saçmalığına terk etmişse, bu savaşı ancak bu çarkın dışında olan bir arabulucu fikir çözebilir. Bu “muhacir fikir” olabilir. Nedir muhacir fikir?

Muhacir fikir dışarıdan gelir. Göç ettikleri yerdeki savaşın tarafı olmayan, başka bir zulmün mazlumlarından oluşur muhacirler. Üstelik asabiyet kini varsa üzerlerinde asıl zulmün ne olduğunu öğretirler. Muhacir fikir, hak-batıl, tevhid-şirk, adalet-zulüm eksenini meydan yerine tekrar çekerek, tarihin akış yönünü değiştirir. Muhacir fikir telifçidir, tefrik ve ayrım fikrini yeniden düzenler. “Ancak iman edenler kardeştirler.”[7] “İman ediyorsanız üstünsünüz.”[8] ilkesini ilan eder.

Muhacir fikir, karşı kitleyi Ensar’a dönüştüren fikirdir. Muhacir tarihin rayına oturmasının imkânıdır. Gözlerin şaşılığının, kalplerin şaşkınlığının giderilmesidir. İnsanı beden kabından çıkararak yaşamın anlamını hakikat merkezli tesis etmenin olanağını sunar. Üstünlüğün ve birlikteliğin esaslarını tekrar teklif eder insanlığa. Tarihselliğimizden kaynaklanan geçmişin pişmanlığı ve geleceğin korkusunu siler alır. Her bireye yücelmeyi teklif eder. Yani kendini değil, kabileni değil, sen Hakk’ı temsil ediyorsun. Agâh ol, uyan! Bu sebeple Evs’e bir Mus‘ab b. Umeyr (ra) yetti. İslam’ı usta bir muhacirden öğrendiler. Yesrib’in ruh hamurunu İslam teknesinde yoğurdu yeniden. Putları Menat’dan Allah’a koştu her biri. Menatla düşman olmuşlardı artık. Allah da onları o ateş çukurundan çekti çıkardı. Bu sebeple kol kola girdi on iki nakib, havariyyun oldular, Ensar oldular. Toplumsal dinamitler dinamiğe, zaaflar imkâna dönüştü.

Hz. Âişe’nin ifadesiyle “Buâs, Allah’ın Rasûlullah için hazırlamış olduğu bir gündü...”[9] Medine İslam’a, kardeşliğe ve medeniyete gebeydi. Savaşmadan girdi kalplere kurucu fikir. Medine, hicret yurdu oldu ve halkının herhangi bir zorlama olmaksızın İslâm’a koşması sebebiyle “Kur’an’la fethedilmiş”[10] bir şehire dönüştü. Rasûl-i Ekrem (s.a.s)’in “Hz. İbrâhim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem yaptım”[11] sözleriyle de nebevî bir mekâna evrilerek Medînetürresûl, Medînetünnebî ve el-Medînetü’l-münevvere oldu. O yurdun halkı da Kuran’da övüldü ve tebşir edildi.

“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[12]

Medine: Kalb Üstüne Kurulu Şehir

Gelelim meselenin teorik veçhesine. İnsanları bir gaye etrafında toplamanın, bir umut etrafında halkalamanın imkânı, kurucu bir fikir sahibi olmakta yatar. Kurucu fikir fıtrata uyar, insanı tanır ve insana dair teklifini mümkün olduğunca çeşitlendirir. Bu fikir, öncelikle insanda değiştirebilecekleri ile takviye edip destekleyeceği ilkeleri bilir, ardından ferdî ve toplumsal zaafları imkâna tahvil eder. Her insana, meşrebine, heyecanına, konumuna, ruh tarzına göre teklifleri vardır bu fikrin. Bireyselleşmeyi değil, bireycileşmeyi reddeder. İnsanın ruhunu esas alır. Çünkü insanların ruh köküne su vermeden, fiillerini çiçeklendirmek mümkün olmaz. İnsanlardan endişeyi gidermeden, güvenlik temelli ilişkiler gelişmez. İnsanın ruhuna, nefsine, aklına, bedenine, aza ve cevârihine türlü türlü teklifleri olmadan bir toplum meydana getirecek irade tahkim edilemez. Toplumsallaşmayı değil hizipçi, kabileci indirgemeciliği tanımaz. Toplumu bir bütün olarak tek bir kalıba dökmez ve toplumu bir birliktelik olarak yeniden tesis eder.

İslam düşüncesinde toplumu tanımlayan iki temel kavramdan bahsedilir. Bunlar; küllliyet ve cemiyet kavramlarıdır. Külliyet bütünlük anlamına gelir ve birbiriyle aynı unsurların bütünlüğünü ifade eder. Yani aynı olan parçaların bir araya gelmesi anlamında kullanılmıştır. Cemiyyet ise topluluk demektir ki birbirinden farklı olan unsurların birlikteliğini ifade eder. İslam düşüncesi toplumdaki farklı unsurların da yaşam hakkını savunduğu için cemiyyet kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Yani toplum aynı parçalardan oluşan bir bütün değil, farklı unsurların da bir arada olduğu bir birlikteliktir. İslam irfanı bu ayrımın farkındadır. Çünkü toplumdaki farklılıkları yok etmek mümkün değildir. Yahudiler’le yapılan Medine antlaşması da bu hakikate işaretle anlaşılmalıdır.

Öte yandan bir şehir üç ilke yani üç temel üzerine kurulabilir. Bunlar sırası ile kalıp, kalabalık, kalptir. Kalıp; kendimizi doğarken içinde hazır bulduğumuz bir ırk asabiyesine işaret eder. Kalıp bölücü parçalayıcı, ayrıştırıcıdır. İkincisi kalabalıktır. Kalabalık hazır bulunulmuş bir çokluğun ilkesiz bütünlüğüne işaret eder. Bir güç altında birleşen kalabalıkların iktidarı ile tesis edilir. Anlamsız, beyhude bir iktidarı dayatır. Sonuncusu olan kalp ise kurucu bir üst ilkeye vurgu yapar. Tıpkı Efendimizin (s.a.s)’in Medine’de gerçekleştirdiği gibi. Kalıbı temel almadı, kalabalığı da sadece bir çokluk olarak organize etmedi iki cihan serveri. Zaten Müslümanlar azınlıkta idiler. Yani insanlı bir şehir kurmadı, insanî bir şehir kurdu. Düşmanlıktan telife, teliften kardeşliğe; ateş çukurundan nimete ulaştırdı Medine’yi.

İslam’ın insanî organizasyon yönü, kabileden devlete, kaostan nizama ve tekleştirici bütünlükten (külliyet) kapsayıcı topluluğa (cemiyyet) doğrudur. Şirk mikrobunu topluma bulaştırmamak şartıyla her unsur, bu birliktelik altında yer alabilir. İslam şehir organizasyonunun ilk ilkesi; sabitelerin sürekliliği ve değişkenlerin dinamizmini temel almasıdır. Medeniyetin ancak bu ikisini birbirine karıştırmadan kurulacağının farkındadır. Bu gaye, yerleşik beşerî bağlarla olan bu ilişkisizliğiyle öne çıkar ve yeni bir şehir kurma iklimi ile gerçekleştirilebilirdi. Bu gayede hiçbir asabî ilkenin yeri olamazdı.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s)’in kurucu özne olduğu Medine’de, İslam dışı unsur olan Yahudiler de şehrin parçası olarak kabul edildi. Aslında Yahudiler’in Yesrib’e gelişlerinde rol oynayan tarihî sebeplerden biri de Tevrat’ta geleceği bildirilen peygamberin buraya hicret edeceğine inanmaları değil miydi.[13] Şimdi o peygambere inanmasalar da O’nunla ittifak anlaşmasında bulunuyorlardı. O peygambere ulaşmak niyetiyle yeni bir hayata koştular ama hayata ancak temas edebildiler. Iskalamak ne kötü bir sonuçtur. Hep beraber şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak üzere ahitleştiler. Hz. Peygamber’in nihaî söz sahibi kabul edildiği, Medine toplumunun bütün unsurlarının katıldığı siyasî birliğin temelini atan Medine vesikasına imza attılar. Bir anayasa niteliğinde ki bu ilkeler Evs ve Hazrec kabilelerinin Yahudi’lerle ilişkilerini de yok saymıyordu. Kabile üyeliği ve kör iktidar biçimleri yerine ilkesel ve kalbi bir birlikteliği teklif ediyordu. Bu genel anlaşmanın yanında bir de daha özel ve daha ilkesel olan bir sözleşme yani Ensar’la Muhacir’ler arasında kardeşlik bağı (muâhât) kuruldu. Dolayısıyla Medine projesini kalplere atılmış bir düğüm olarak görmek gerekir. Bu düğümle kalıplar da kalabalıklar da Hakk’ın ipine bağlanmıştı. Bugün de öyle olmalı değil mi?

Çözümümüz bu bağı çözmemekte…

Şimdi yeniden Allah’ın ipine, hep birlikte…



[1] el-Enfâl, 8/24.

[2] el-Bakara, 2/102.

[3] Buhârî, “Da’avât”, 67.

[4] Eyüp Sabri Paşa, Mir’ât-ı Haremeyn, s. 142-3; Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, s. 95. Önkal, “Hazrec”, DİA, İstanbul 1988, XVII, s. 143-144.

[5] İbn Hişam, Siretü’n-Nebeviyye, I,443-444, 446.

[6] Âl-i İmrân 3/103.

[7] el-Hucurât, 49 /10.

[8] Âl-i İmran,  3/139.

[9] Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr, 1, 27.

[10] Belâzürî, Fütûh, s. 8.

[11] Buhârî, Büyû’, 53, “Cihâd”, 71, 74; Müslim, Hac, 454.

[12] el-Haşr 59/9.

[13] İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî,. ed-Dürretü’ŝ-ŝemîne fî târîħi’l-Medîne (nşr. M. Zeynühüm M. Azeb), Kahire 1416/ 1995, s. 37.

Yazar: 
Etiket: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.