Gözümüz Aydın Olsun
Allah Rasûlünü gören gözlere ne mutlu!
Allah’ın salih ve sevgili kulunun Rabbine göç etmesinden yıllar sonraydı. Onu hiç görememiş müminler, ilk müslümanlardan Mikdad b. Esved’in çevresinde oturmuş, saadet asrının kokusunu duymaya çalışıyorlardı. Bir ara müminlerden bir tanesi kendini tutamayıp Mikdad’a şöyle seslendi:
Allah Rasûlünü gören şu gözlere ne mutlu! Ben O’nu görmeyi, yanında olmayı nasıl da arzu ederdim.
Bunlar mümin bir yüreğin hasretle, Rasûle duyduğu sevgiyle ifade ettiği samimi sözlerdi. Fakat Mikdad bu sözleri uygun bulmadı. Hemen müdahale etti.
İnsanlar Allahın kendilerine nasip etmediği bir yerde ve zamanda olmayı neden arzu ediyorlardı? Acaba bu kimseler Rasûlullah zamanında yaşasalardı sonlarının ne olacağını biliyorlar mıydı? Efendimizin zamanında yaşayan insanların pek çoğu burunları üzerinde cehenneme yuvarlanmışlardı. Onlar Allah Rasûlünün davetine icabet etmemiş, İslam’a savaş açmışlardı.
Mikdad bunları anlattı ve sonunda sahabenin yaşadığı dehşet verici büyük bir acıdan söz etti:
En yakınlarının ateşte olduğunu bilen kişinin gözü aydın olamaz.[1]
Öyle ya ilk Müslümanlardan birçoğunun babası veya diğer akrabaları küfürde inat etmiş, Allah ve Rasûlüne iman etmeden cehenneme gitmişlerdi. Bu durum o sahabilerin yüreğini kimbilir nasıl yakmıştı? Ebu Huzeyfe vardı hani, babasını ne çok sever, müslüman olması için çırpınıp dururdu? Fakat babası Utbe müslüman olmadı ve Bedir savaşında kafir olarak ölüp gitti. Babasının ebedi bir ateşin içinde kalması Ebu Huzeyfe’nin ciğerini dağladı. Onun ve diğer ashabın yaşadığı acıyı düşündükçe müslüman bir anne babadan doğduğumuz için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Bizlerin Sahabe kadar tahammülü, gücü var mı ki? Onlar zirvesi göklere uzanan ulu dağlar gibiydi.
İmran’ın Haline Ağladım
Sahabilerin yaşadığı ruh halini anlatması bakımından İmran’ın başından geçenler de anılmaya değer. İmran ilk Müslümanlardan. Hani kimselerin müslüman olmaya cesaret edemediği zorlu günlerde en öne geçenlerden. Babası Husayn şehrin eşrafından. İmran yüreği Allah için çarpan bir mümin iken babası azılı bir kafir.
Birgün İmran’ın babası Rasulullah’ın huzuruna gelir. Yüzünde derin bir kin ve öfke vardır. Anlaşılan müşrikler onu İslam’a karşı kışkırtmışlar, Peygamber aleyhiselam hakkında çirkin iftiralar atmışlardır? Husayn konuştukça İmran tir tir titremekte, Efendimize bir saygısızlık yapar, azabı hak edecek bir şey söylerse halimiz nice olur diye endişe etmektedir. Husayn’ın konuşması bittiğinde sözü Efendimiz aleyhisselam alır ve tatlı dili, hikmetli ve güzel sözleriyle İslam’ı anlatır. Allah Rasûlünün nasihatleri sonucunda Husayn İslam ile müşerref olur.
O müslüman olunca İmran koşarak gelir ve babasının başını, elini, ayaklarını öpmeye başlar. Onun sevinci, yüreğinin coşkusu anlatılır gibi değildir. Rasûl-i Ekrem İmranın yaptıklarını görünce ağlamaya başlar. Neden ağladığı sorulduğunda ise şöyle buyurur:
“İmran’ın haline ağladım. Babası Husayn içeri girdiğinde kâfirdi. İmran ayağa kalkmadı. Onun yüzüne bile bakmadı! Fakat müslüman olunca babalık hakkını yerine getirdi. İşte bundan dolayı kalbime rikkat ve şefkat geldi.”[2]
Sevgi yalnızca kelimelerle ifade edilen kuru bir duygu yığını olamaz. İnsan sevdiği için yaşar, endişelenir ve her türlü fedakarlığı göze alır. Sevgi emek ve gayret ile ispat edilir. Babasının imanı için yalvaran Hz. İbrahim, amcasının kurtuluşu için çabalayan Muhammed aleyhisselam ve babasının imanına nasıl seveneceğini bilemeyen İmran sevginin hakkını verebilmiş yıldızlardır. Mümin bunları bilir ve ailesiyle, dostlarıyla tüm sevdikleriyle Cennette sonsuza dek birlikte olmanın derdini taşır. Sevdiğinin sonunu bilemeyen, ateşe gittiği yolda dur diyemeyen kimsenin gözü aydın olur mu? Öyleyse gelin gözümüz aydın olsun.
[1] Ebu Nuaym, Hılyetu’l-evliya,I,175
[2] İbn Hacer, el-İsabe,I,337