Hakk ve Bâtılı Ayıran Ölçü: Fârûkıyyet
Fârûk kelimesi Arapça (fark, furk, furkān) “iki nesnenin arasını ayırmak, ayırt etmek, ayırt edici nitelik”anlamlarına gelmektedir. Özellikle Hz. Ömer’in (r.a) lakabı olarak meşhur olmuştur. Mübalağalı ism-i fâil olarak“çokça ayırt edici” anlamında Hz. Ömer’de (r.a) ortaya çıkan bu özellik, aslında küllî bir vasıf olarak birçok hakikate işaretle kullanılmıştır. Başta Kur’ân hakkında aynı anlam ilişkisine işaretle Furkân terimi zikredilir ki bu, hak ile bâtılı ayıran bir ölçü olarak Allah’ın Kitabı’nın en temel vasıflarından biridir. Bu yönüyle Kur’ân ayırıcı, tefrik edici ve sınırları tesbit edici bir kitaptır. Kur’ân hakla bâtılı, imanla küfrü, helâl ile haramı, şirk ve tevhidi, mümin ile kâfiri, hayır ve şerri vb. ayırmamızı sağlayacak ve İslam’ın değerler sistemini aşikâr edecek yegâne kıstas olduğu için Furkân’dır. Günümüzde kurulu zıt değer sistemlerini ve karşıt anlam kalıpları arasını birbirinden ayırmayı sağlayan ölçüyü de ifade eder.[1] Dolayısı ile Kur’ân’da ortaya çıkan Furkân vasfı hakikati ifşa eden, doğruyu kanıtlayan, şüpheleri ortadan kaldıran ve tatmin edici bilgiyi ortaya koyan bir vasıf olarak müminlerde de bulunması gereken özelliklerdendir. En genel anlamda Furkân’a sahip olmak, hakla bâtılı birbirinden ayıran ayrıntılı bilgi olarak her müminde konum, istikamet ve duruş koordinatlarını bulmada şaşmaz bir ölçüye sahip olmaktır.[2]
Furkân kelimesi Allah’ın Kitabı’nda Kur’ân’a işaret etmesi (el-Furkân 25/1) yanında Tevrat başta olmak üzere (el-Bakara 2/53; el-Enbiyâ 21/48) diğer ilâhî kitaplar için de kullanılmıştır. Buna ek olarak delil, yardım (el-Enfâl 8/29), Mûsâ ve kavminin kurtulması için denizin yarılıp açılması, Bedir zaferi (el-Enfâl 8/41), şüphe ve dalâletten kurtuluş (el-Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/4; el-Enfâl 8/29), ve başarı (el-Bakara 2/53; el-Enfâl 8/41) gibi anlamlara da işaret etmektedir.[3] “Eğer Allah’tan sakınırsanız O size bir furkân yaratır.” (el-Enfâl, 8/29) âyetinde de bu vasfın kaynağının Allah olduğu belirtilerek bu sıfatla bezenmenin liyakat şartları zikredilmiştir. Hak ile bâtılın açıkça ayrıldığı bir savaş olan Bedir’e de bu anlamda ayırt etme günü (yevme’l-furkān) (el-Enfâl 8/41) denilmiştir. Bu, artık iman ile küfrün, hak ile bâtılın kesin olarak ayrıştığını ve artık Müslümanların içtimaî, siyasî ve askerî anlamda ilk kez Bedir zaferiyle Mekke müşriklerinden ayrı, bağımsız, güçlü ve onurlu bir toplum haline geldiklerine işaret etmektedir.
Bu açıklamalardan sonra belirtmemiz gerekir ki İslâm Tarihi’nde özellikle Hz. Ömer’de (r.a) zirveleşen hakla bâtılı, doğru ile eğriyi ayırma yeteneği olan (fârukiyyet) sıfatı, bu ayırıcı vasfa (fârika) sahip olmakla gerçekleşen yüce bir fiil (furkân) olarak görülmelidir. Bu vasıf Hz. Ömer’in (r.a) aklında, düşüncesinde, fiillerinde kısacası bütün varlığında görülebilir. Bu sebeple onda gerçekleşen Kur’ânî bu vasıf, bizlerde de furkânın ve fâruk oluşun gerçekleşmesinin en güzide örneklerini teşkil etmektedir. Hangi aklı, hangi düşünceyi, hangi hayat modelini ve hangi mücadeleyi seçeceğimizin kriterlerleri bu vasıfta ve Hz. Ömer’in (r.a) seçkin şahsiyetinde gizlidir. Yoksa aklı hayaller, düşünceyi hazlar, hayat tercihini arzular, yaşam mücadelesini ise bâtıl fikirler yönlendirir. Dolayısı ile fârûkıyyet en temelde imanî bir özelliktir. Hatta Efendimiz (s.a.s) de bazı hadislerde kendisini “fark”, “fârık” veya “fârûk” şeklinde tavsif etmiştir. “Muhammed insanlar arasında bir fark’tır.”[4] hadisi O’nun (s.a.s) varlığının hak ile batılı, imanla küfrü ayırdığını ve bu konuda ümmetine delil olduğunu açıkça ortaya koyar.[5]
Hz. Ali’ye (r.a) de Hz. Peygamber tarafından fârûk lakabının verildiği rivayet edilse de[6] İslam Tarihi’nde bu vasıfla meşhur olmuş kişi Hz. Ömer’den (r.a) başkası değildir. Her müminde olması gereken bu özellik elbetteki bütün sahabilerde mevcuttu. Fakat Hz. Ömer’de (r.a) bunun zirveleştiğini ve özellikle temeyyüz ettiğini belirtmek gerekir. Kendisine bu sıfatın nasıl verildiği ile ilgili bazı tartışmalar ve muhtelif rivayetler vardır.[7] Bunların ilkine göre Hz. Peygamber (s.a.s), Allah’ın Hz. Ömer (r.a) ile hakla bâtılı ayırdığını belirterek onun fârûk olduğunu söylemiş ve Hz. Âişe de bir soru üzerine Ömer’e (r.a) fârûk lakabını Rasûlullah’ın verdiğini ifade etmiştir.[8]
Diğer bir rivayete göre ise Hz. Ömer (r.a) İslam’a girdikten sonra Daru’l-Erkam’da gizlice bir araya gelerek ibadet eden Müslümanların bu durumu hakkında Rasûl-i Zîşân Efendimize: “Eğer davamızda haklıysak dinimizi böyle gizli yaşamamıza gerek var mı?” demiştir. Rivayetlere göre bu konuda Hz. Ömer der ki: “Müslüman olduğum ve Peygamber (s.a.s.)’le ashabının da müşriklerden gizlendikleri sırada: “Yâ Rasûlallah! Biz, ister ölü, ister diri olalım; hak üzere değil miyiz?” dedim. Rasûlullah (s.a.s): “Evet! Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; siz, ister ölü olunuz, ister diri olunuz, hiç şüphesiz hak üzeresiniz.” buyurdu. Bunun üzerine: “Yâ Rasûlallah! Biz hak üzere bulunduğumuza, onlar batıl üzere olduklarına göre, biz ne diye dinimizi gizliyoruz? Vallahi, biz İslamiyeti küfre karşı açıklamaya daha haklı, daha lâyıkız! Allah’ın dini Mekke’de muhakkak üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız. İnsaflı davranmak isterlerse, onu da kabul ederiz.” dedim. Rasûlullah (s.a.s): “Biz, sayıca çok azız!” buyurunca: “Seni hak din ve kitab ile peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki; hiç çekinmeden, korkmadan, oturup İslâm iman esaslarını açıklamadığım bir küfür meclisi kalmayacaktır! Seni hak din ve kitab ile peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki; biz muhakkak ortaya çıkacağız.” dedim. İki saf halinde çıktık. Saflardan birinin başında Hamza, diğer safın başında ben vardım. Sert adımlarla, yerin topraklarını un gibi tozuta tozuta, Mescid-i Haram’a girdik. Kureyş müşrikleri bir bana, bir Hamza’ya bakıyorlardı. Onlar, o gün, bir benzerine daha uğramadıkları hüzün ve kedere uğradılar. İşte Rasûl-i Ekrem o gün Hz. Ömer’i (r.a) hak ile bâtılı birbirinden ayırdığı için fârûk diye isimlendirmiştir.[9]
Bir başka görüşe göre insanların Müslümanlıklarını gizledikleri bir dönemde onun Müslümanlığını açıktan ilân etmesinden dolayı bu isimle anıldığı söylenmektedir.[10] Yine Hz. Ömer’e (r.a) bu lakabı ilk kez ehl-i kitabın verdiği ve bu konuda Rasûlullah’ın bir beyanda bulunmadığı ifade edilmiştir.[11] İbn Sa’d’ın naklettiği bir rivayete göre ise Hz. Peygamber (s.a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah Ömer’in diline ve kalbine hakkı yerleştirdi. O fârûktur; Allah onunla hak ile batılın arasını ayırdı.”[12] Hz. Ali’nin de “Ömer, kendisini Allah’ın fârûk diye isimlendirdiği bir kimsedir.” dediği belirtilmektedir.[13]
Sonuç olarak ifade etmeliyiz ki Hz. Ömer, el-Fârûk olarak adâletin, istikâmetin ve amellerimizde sapmaz bir ölçünün timsâlidir. Kalp ancak bu kavrayışla görür, akıl bununla hakkın yanında yer alıp, batılın karşısında durabilir. Eller böylece her hak sahibine hakkını verebilir, güç ve kuvvet ancak furkân ile Hakk’ın irâdesinin emrinde olabilir. Böylece Allah’ın bahşettiği bu furkân sayesinde bütün kuvveti, doğruluğu ve sağlamlığı ile hayatımızda hakkın ikamesi ve batılın yokoluşu, devrilişi ve dağılıp gidişi görülecektir. Fârûkiyyete sahip olmak, bize yaşam ve sürekliliğin hakkın, geri çekilmek ve yokolup gitmenin ise bâtılın karakteri olduğunu gösterecektir. Hz. Ömer (r.a) bu vasfın nümûnesi olarak bizlere göstermiştir ki ilk bakışta batıl sapasağlam ve güçlü gözükse de aslında fârûkıyyet ile karşılaşınca çabucak sönüverir. Çünkü bâtıl asılsızdır, bir gerçeğe dayanmaz. Fakat kendisini yüce, büyük, köklü ve sağlam olarak gösterebilir. Oysaki bâtıl, suyun üzerindeki köpük gibidir, yok olur gider. Yeter ki fârûkiyyet müminlerde zuhûr etsin, görülecektir ki Mûsâ’nın (as) asâsı ile denizin ikiye ayrılmasında olduğu gibi hak belirgin bir yol olarak önümüze açılırken, bâtıl boğulacak ve kaybolup gidecektir. Müminler fârûkıyyet vasfı ile hak ile bâtılı ayırmakla kalmayacak, hak ve bâtılın tabiatlarını da anlayacaklar ve iman edenlerin hakkın gelişine olan inançları daha da kuvvetlenecektir.
“De ki; Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur.” (el-İsrâ, 17/81.)
SİYER-İ NEBİ DERGİSİ 26. SAYI / MART-NİSAN 2014
[1] bkz. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “frķ” md.
[2] bkz. s. Şerif Cürcânî, et-Ta‘rtfât, “furķān” md.
[3] bkz. Lisânü’l-‘Arab, “frķ” md.; Tâcü’l-‘arûs, “frķ” md.; Kāmus Tercümesi, “furkān” md.
[4] Buhârî, “İ’tiśâm”, 2.
[5] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 439
[6] İbn Abdülber, el-İstî’âb, IV, 170;
[7] bkz. Taberî, Târîħ, I, 2728.
[8] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 270-271
[9] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 2/76-77. Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâzü’n-nazıre fî menâkıbi’l-’aşere, Beyrut 1405/1984, II, 272-273
[10] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk: ‘Ömer b. el-Hattâb (nşr. Sekîne eş-Şihâbî), Beyrut 1414/1994, s. 44-45.
[11] İbn Sa‘d, III, 270; et-Taberî, Târîh, III, 195; Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed b. el-Cevzî,Menâkıbu Emîri’l-Mü’minîn Ömeri’bni’l-Hattâb, (thk. Ali Muhammed Ömer), Kahire 1997,18; İbn Kesir, el-Bidâye, VII, 137.
[12] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 270.
[13] İbnü’l-Cevzî, Târîhu ‘Ömer b. el-Hattâb (nşr. M. Emîn el-Hancî), Kahire 1342/1924, s. 13-14.