Böyle Bir Dostunuz Var mı?
Sıradan olmadığı halde sıradan insanlar gibi yaşayan, mütevazı olan; temizliğe çok önem veren ve pak, bol, gösterişsiz kıyafetler tercih eden; tanıdığı tanımadığı herkese selam veren ve hayatı boyunca mütebessim olan; yanında en son konuşanı, ilk önce konuşan gibi dinleyen ve biri konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmeyen; kapısına yardım istemek için geleni asla geri çevirmeyen; lüzumsuz yere konuşmayan ve boş işlerle uğraşmayan; hoşlanmadığı bir şey hakkında susan ve kimsenin kusurunu araştırmayan; kimseyle çekişmeyen ve dünya işleri için kızmayan; haksızlığa tahammül edemeyen ve adaleti yerine getirmek için mücadele eden; düşmanlarının bile mallarını kendisine emanet edebileceği kadar “emin” olan…
Böyle bir tanıdığınız var mı? Etrafımıza baktığımızda bu özellikleri kendinde barındıran -kendimiz de dâhil- kaç kişi bulabiliriz?
Oysa tüm bu özellikleri kendinde barındıran birini biliyoruz biz, “Razı olunan insan olabilmeyi bizzat kendi kişiliğiyle ortaya koyan en güzel örneğimiz” ve Kendisini Allah’ın Rasûlü kabul ettiğimiz, Allah’ın bize “en güzel örnek”[1]olarak sunduğu insan.
Hz. Muhammed (sas)!
Müminler olarak örnek almakla yükümlü olduğumuz Peygamberimizi[2] ne kadar tanıyor ve ne oranda örnek alabiliyoruz? O’nu (sas) bir müjdeci ve uyarıcı olarak[3] hayatımızın neresine oturtuyoruz? Peki, O’nu (sas) ne kadar tanıyoruz?
“Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”[4] diyen Hz. Muhammed (sas)’in en büyük özelliği ahlak numunesi olmasıydı ki Hz. Âişe validemize “Allah’ın Rasûlü’nün ahlakı nasıldı?” diye sorulunca o, “Kur’ân’ı okumaz mısın? O’nun (sas) ahlakı Kur’ân’dı.” diye cevap vermiştir. O (sas), Kur’ân ahlakıyla yoğrulmuş “vahyin hayata aktarılmış hâli”ydi. Ve O’na (sas) uymayı, Allah-u Teâlâ’nın Kendisini sevmenin bir ölçüsü olarak kabul ettiği bağışlanma vesilesiydi.[5]
I – Sıradan olmadığı halde sıradan insanlar gibi yaşardı:
O (sas), Allah’ın rasûllerinden biriydi. Vahyin muhatabıydı ama yeryüzünün insanıydı. Bizim gibiydi, bizden biriydi. Ulaşılamaz, varılamaz kutsallığın ötesinde, sade yaşantısıyla örnek olarak önümüzdeydi. Bir babanın yeni yürümeyi öğrenmiş çocuğunun adımlarına, adımlarını uydurması gibi Hz. Peygamber (sas) de adımlarını bizim küçük adımlarımıza göre atmıştı.
Hz. Ömer’in Peygamberimizle ilgili anlattığı şu hatıra günümüz Müslümanlarına çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir:
Bir gün Hz. Ömer, sessizce Hz. Muhammed (sas)’in dinlenmekte olduğu odaya girer ve bir an çevresine göz gezdirir. Tavana asılmış kuru deri bir torbanın içinde bir kaç kg. arpa, duvara dayalı bir kaç ağaç yaprağı ve yerde Hz. Muhammed (sas)’in üzerinde uyumakta olduğu hurma lifinden örülmüş kaba bir hasır… Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer’in hıçkırıkları O’nu (sas) uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer, omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya devam eder. Hz. Muhammed (sas) hayretle sorar:
- Ey Hattab’ın oğlu! Neden ağlıyorsun?
- Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar, kisralarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar, kayserlerini lükse ve ihtişama boğmuşken Sen ki Allah’ın Elçisisin. İzin ver, bizde Seni…
Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın elçisi, gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işaretiyle keser ve “Bu dünya hayatı bir eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” âyetini[6] okuduktan sonra ekler:
- İstemez misin ey Ömer! Dünya onların olsun Ahiret de bizim, buyurur.[7]
Bu konuşma, İslâmiyet’in bütün Arabistan’a yayıldığı ve Müslümanların refaha kavuştuğu, hicri 9. yılda olmuştur.[8] Hz. Peygamber (sas), yoksullardan daha rahat bir hayatı tercih etmemiştir. Vefat ettiğinde ardında mal olarak yalnızca bir katır, bir harp silahı, bir de vakıf haline getirdiği araziyi bırakmıştır.[9] Bunun yanı sıra, Peygamberimiz (sas) daima çalışmayı, helalinden rızık kazanmayı emretmiş; miskinliği, tembelliği, dilenciliği, pejmürde bir hayat sürmeyi yasaklamıştır.
Bugün, gençliğe “pejmürde kıyafet ve yaşam şekillerini” sunan moda; insanlara lüks, para, konfor içinde bir yaşam sunup ellerinden mutluluklarını (ç)alarak içerisinde sürüklenip gidilen çağdaş (!) bir yaşam ya da insanları fakirliğe yönelten, miskinliği bir erdem olarak sunan mistik inançlar[10] Hz. Peygamber (sas)’in mesajını ne kadar yansıtmaktadır?
II – O (sas), hayatıyla, sözleriyle, duruşuyla mütevazılığın nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde bizlere sunmuştur:
O (sas), bir topluluk içine girince, kendisi için ayağa kalkılmasını ve yer açılmasını istemez, boş bulduğu yere otururdu.[11]
“Ben bir kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum; çünkü Ben bir kuldan başkası değilim.” derdi.
Huzurunda heyecanlanıp titremeye başlayan bir yabancıya: “Arkadaş, titreme. Ben bir kral değilim. Ben, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” demiştir.[12]
Yine Adiyy b. Hâtim, Hz. Peygamber (sas)’in bu alçakgönüllü halinden etkilenerek Müslüman olmuştur.[13]
Bir gün Peygamberimiz (sas):
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” demişti. Bunun üzerine orada bulunanlardan birisi: “Ey Allah’ın elçisi! İnsan elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını sever” diyerek, bunun da kibir olup olmadığını öğrenmek istedi. Bu halin kibir sayılmayacağını ifade ile Peygamberimiz (sas): “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise, hakkı inkâr etmek ve insanları hor görmektir.” diye cevap vermiştir.[14]
Mütevazılığı bile gösteriş için olan bizler, kalbimizdeki zerre kadar kibrin, bizi cennetten mahrum edeceği gerçeğine vâkıf mıyız? Yoksa makamımızı, şöhretimizi ya da paramızı birilerini hor görme aracı mı kılıyoruz?
III- O (sas), Allah’ın sevdiği Güzeller Güzeli, kıyafetine, görünümüne ve temizliğine itina gösterirdi:[15]
Sade ve düzgün giyinir; dağınıklıktan hoşlanmazdı.[16] Bunun yanında lüks ve israfı da sevmezdi.[17]Kıyafetleriyle büyüklenenleri hoş görmezdi.[18]
Her renkten elbise giyinir ama sarı ve beyaz rengi daha çok tercih ederdi. Her insan gibi ayakkabı, mest, takunya vs. giyerdi.[19] Ayakkabı veya herhangi bir kıyafet giyerken sağından başlardı.[20]
“Elbiseni temiz tut!”[21] emrinin ilk muhatabı Hz. Peygamber (sas) kıyafetlerinin, bedeninin, saçlarının temizliğine ve görünümüne önem verirdi. Dişleri için misvakını, saçları için tarağını yanından ayırmazdı. Güzel koku sürünürdü.[22] Kötü kokularla toplum içine ve camiye girilmesini istemezdi. Enes b. Malik, O’nun (sas) hakkında şöyle demiştir: “Ben Rasûllullah (sas)’ın elinden daha yumuşak bir ipeğe el sürmedim. Yine ben ömrümde Peygamber (sas)’in kokusundan daha hoş bir koku koklamadım.”[23]
Hz. Muhammed (sas)’i göremeyen bizler, O’nun (sas) gül kokusunu duyamadık. Üstelik yapay deodorantlarla, sigara ve egzoz dumanlarıyla gül kokusuna hasret kalan dünyanın bağrını[24]deldik, Gösterişli, pahalı kıyafetlerle doldurduğumuz dolaplarımızda, üşüyen yüreğimizi ısıtacak bir şey bulamadık.
IV – O (sas), tanıdığı tanımadığı herkese selam verir ve mütebessim çehresiyle bilinirdi:
Peygamberimiz (sas) selamlaşma konusunda çok hassasiyet gösterir, çocuklara da selam verirdi.[25]Cemaat çok olunca selamını üç kere tekrar ederdi.[26]
Kötülük, belâ ve afetlerden uzak kalması için müminin mümine bir duası olan selamı Hz. Peygamber (sas), sevginin ve gerçek imanın aracısı görmüş ve bir hadisinde şöyle buyurmuştur “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız. Size yerine getirdiğiniz takdirde birbirinizi sevebileceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız.”[27]
Gülümsemesiyle de yürekleri fetheden Rasûlümüz (sas): “Din kardeşini güler yüzle karşılaman da bir iyiliktir.” buyurmuştur. Cabir b. Abdullah: “Rasûlullah (sas) beni her gördüğünde yüzüme gülümserdi”[28] derken, başka bir sahabî de “Ben Rasûlullah (sas)’dan daha çok gülümseyen bir kimse görmedim.” demiştir.[29]
Günümüzde ciddiyeti asık suratla sağlayacağını zanneden bizlere, mütebessim Peygamberimiz (sas) en güzel örnek olmalıdır. Komşumuz olduğunu ya da aynı ortamda çalıştığımızı bile bilmediğimiz insanlara selam vermeyi bilseydik dünya daha yaşanır bir hal alırdı.Gülümseyen insanların azlığından şikâyet ettiğimiz dünyamızda “din kardeşimizi güler yüzle karşılayarak” bir iyilik de biz yapabilir ya da selamımızla Allah’ı hoşnut kılabiliriz.
V- Yanında en son konuşanı ilk konuşan gibi dinler, konuşan kişinin yüzüne bakar, sıkıntılara sabırla kulak verir ve kapısında yardım bekleyeni asla geri çevirmezdi:
Peygamberimiz (sas), insanlara şefkat, merhamet ve hoşgörü ile muamele ederek onlara karşı nezaket gösterirdi. Bir kimseyle tokalaşınca, karşısındaki elini bırakmadan, o da elini bırakmazdı. Konuştuğu kimse sözünü bitirinceye kadar yüzünü çevirmezdi.
Enes b. Mâlik,[30] Hz. Âişe[31] gibi O’na (sas) daha yakın olanlar, Rasûlullah (sas)’ın nezaketine hayranlıklarını dillendirirler. Bundan da öte Allah Teâlâ âyetinde“Allah’ın rahmeti sayesinde Sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar Senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık Sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile…”[32] buyurarak O’nun (sas) merhamet ve nezaketine dikkat çeker.
Peygamberimiz (sas), aynı zamanda son derece cömertti, kapısına geleni çevirmezdi. Dileyene, verebileceği ne varsa verirdi. “Uhud Dağı kadar altını olsa hepsini de dağıtacağını”[33] ifade etmiştir ki Ebû Said el-Hudri’ninbildirdiğine göre, Ensardan bir gruba, yanındaki malı tükeninceye kadar dağıtmıştır.[34] Sade bir yaşam süren Hz. Peygamber (sas), malını ashâbıyla paylaşmaktan çekinmezdi.
Peki, bize emanet olarak verilen, sahibi olmadığımız dünyalıklar hususunda ne kadar cömerdiz? Yardım dileyen eli nasıl görmezden gelebiliyoruz? Kapılarımızı neden kardeşlerimizin yüzüne çarpıyoruz? Birilerinin dertlerini dinlemek niçin bu kadar tahammülümüzü zorluyor? Ya da sıkıntısını anlatan dostumuzun sözünü kesip “ah bir de bana bak, ben ne haldeyim…” ile başlayan ve aslında üzgün olmasının bir önemi olmadığını ifade eden bencilce cümleler kurmak, Peygamberimiz (sas)’in hangi davranışıyla bağdaşabilir?
VI – Lüzumsuz yere konuşmaz ve boş işlerle uğraşmazdı:
Her sözü ve hareketi bir hikmetti. Çünkü O’nu (sas) elçisi olarak Gönderen’in himayesi ve kontrolü altındaydı. Şaka bile olsa yalan söylemeyen, az sözle çok şey anlatan, hikmetsiz iş yapmayan Hz. Peygamber (sas), “Ya hayır konuş yahut da sus!”[35] diyerek biz ümmetine de bunu öğütlemiştir.
Hızla akıp giden zamanın bizim için değeri tartışılmazdır. Bu kısacık ömrü boş işler ve boş konuşmalarla doldurmak Nebevî sünnete de aykırıdır. İsrafın her türlüsünün haram görüldüğü dinimizde, sözün ve zamanın da israfı hoş görülmemiştir. Fakat günümüzde laf ebeliğinin artması, insanların vakitlerini geçirip, gönüllerini eğlendirdikleri yeni uğraşıların çıkarılması O’ndan (sas) uzaklığımızın da bir ifadesidir.
VII – Hoşlanmadığı bir şey hakkında susar ve kimsenin kusurunu araştırmazdı:
Yanlış bir davranış gördüğünde kimseyi incitmeden hataları düzeltir, isim vermeden gerekli uyarıda bulunurdu. Ebû Said el-Hudri’nin bildirdiğine göre, Peygamberimiz (sas), bir şeyden hoşlanmazsa, ilgili kişinin hatasını yüzüne vurmaz, hoşnutsuzluğu sadece yüzünden anlaşırdı.[36]
Özel yaşamın dokunulmazlığı prensibini öğütleyen Hz. Peygamber (sas) ile insanların kusurlarını araştırıp bir de bunları diğer kişilere yayan hatta bunu meslek edinen günümüz insanları arasında ahlakî bakımdan uçurumlar söz konusudur.
VIII – Kimseyle asla çekişmez ve dünya işleri için kızmazdı:
Kendi şahsı ile ilgili her türlü kusur ve hatayı affederdi. Efendimiz (sas) onurum, mevkim demiyor; yüzüne tüküreni, hakaret edeni bağışlayabiliyordu.[37] Demek ki bu Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma idi. Zira Allah (cc) da kul hakkı haricinde bütün günahları affetmiyor muydu?
Bizlere ne oluyor ki, hatalarla dolu olduğumuz halde insanların hatalarına tahammül gösteremiyor hemen gazaplanıyoruz?
IX – Haksızlığa tahammül edemeyen ve adaleti yerine getirmek için mücadele eden biriydi:
Kendi hukuku konusunda çok bağışlayıcı olan Hz. Peygamber (sas), başkasının hukuku ve hele Allah-u Teâlâ’nın hukuku olan meselelerde taviz vermezdi. Kendi yakınlarına dahi en küçük bir iltimas tanımazdı. “Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa onun dahi elini keserdim.” demesi buna bir misaldir.
Makam, para ve diğer güçlerimiz, haksızlık yapan ele haddini bildiriyor mu, yoksa haksızlığı yapan el mi oluyor? Dillerimiz haksızlık karşısında susuyor mu? Eyvah! Sinirleri bozan bir “neme lazımcılık” bizi de mi sardı? Bizler Allah’ın halifeleri olarak yeryüzünde adaleti sağlamakla görevli değil miydik?
X – Düşmanlarının bile mallarını kendisine emanet edebileceği kadar “emin”di:
Henüz Peygamberlik görevi verilmeden önce bile doğruluğu ve güvenilirliği ile tanınarak kendisine ‘el-Emin/son derece güvenilir kişi’ lakabı verilmişti. Genç yaşına rağmen,Kâbe’nin yeniden inşasının yapılıp sıra Hacer’ül-esved’in yerine konmasına gelince kabile başkanlarının içine düştüğü sıkıntılı durumdan onları adaletli çözümüyle kurtarmış, büyük bir tartışmanın kıvılcımını söndürmüştü.
O’nu (sas) öldürmek için gelenlerin, kendisinin başına ödül olarak konulan parayı O’na (sas) teslim etmeleri de Hz. Muhammed (sas)’in “el-emin” olarak bilinmesindendi.[38] O (sas), müminlere de güvenilir olmayı öğütlemiş ve bunu bir müminin vasfı olarak ifade etmiştir.
Güvenilirlik konusunda insanlık bu gün nerededir? Herkesin birbiri ardından kuyu kazdığı, malına, canına kastedildiği bir dönemde insanlar güvensizliğin endişeli tablosunu çizmektedir.
Yine de umutsuz değiliz. Hz. Peygamber (sas)’in “Beni görmedikleri halde Bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim.” sözünün muhatabı çağımız insanı, her geçen gün artan hasretiyle O’nu (sas) daha iyi anlayabilmenin, anladığını yaşayabilmenin gayreti içindedir. Önemli olan, Hz. Peygamber (sas)’in mesajının doğru anlaşılıp, doğru anlatılmasıdır. Bunun için de Hz. Peygamber (sas) ile aramıza ördüğümüz duvarları yıkmalı, O’nu (sas) hayatımızın merkezine oturtabilmeliyiz.
[10]Bazı İslamî fırkalar, tasavvuf kolları veya bazı Uzak Doğu dinleri. (Uzak Doğu Dinleri ile ilgili geniş bilgi için: Şinasi Gündüz (ed.), Yaşayan Dünya Dinleri, DİB Yayınları, Ank. 2007.)