Güz Rahlesi

güz sonbaharO esip savrulmalar dindi. Coşkun köpükler söndü. Hayata kırk dal uzatan, her dalda kırkar çiçek taşıyan arzular duruldu. Güz’ün o muhteşem kapısından baş eğerek girdik. Eteklerimizde yığılıp kalan sarı yaprakları fark ettik. Alnımızın saçaklarında yuvalanan serçeler, içli bir şarkıya başladı. Hayatın kaş diye yüzümüze çattığı iki yakası bir araya gelmez köprü, saklı nehirlerin sesiyle titredi. İçimizden söylendik: Dünya, benim de vardı sere serpe aktığım…

Yaprak dalından ayrılıyor. Tane başağını terk ediyor. Dünyanın döndüğü vehmine kapılıp da asıl döngüye yabancılaşan başımızı yere yaklaştırınca anladık: Topraktan havalanan ne varsa usul usul ona dökülüyor. Toprağa düşenlerin zikrini rüzgâr tutup kaldırıyor, yağmur bölüp çoğaltıyor. Tabiat, en okunaklı ilmini güzün rahlesinde sunuyor. Ağaçların ve insanların gölgesi bu rahlenin üstünde birer elif gibi uzayınca ilk cüzü çözdük: Nereye bakar isem Onsuz yer göremezem[1].

Şu bir oturumluk dünyanın minderine iyice kurulmayalım diye eylül, tahtımızı silkti. Çok uzaklarda zannettiğimiz göç kervanlarının yolunu önümüze çevirdi. Hurcunda çiçek eskilerini taşıyan bu kervana eğilip yakından bakınca o sayısız kanatlarımızın bir bir döküldüğünü düşündük. Hayatın cümbüşünden soyunup da birer şahadet parmağı gibi kalan dalların tespihini işittik. Kadim zamanlardan kalkıp gelen bu büyük hicret kalbimize fısıldadı, önce seslerden ve renklerden hasbahçeler donanıyormuş, sonra: Göçmen kuşlar geçiyormuş kubbelerin üstünden[2].

Göğün altında ve yerin üstünde ne varsa güz’ün tedrisinden geçiyor. Gitmek duygusu kemale eriyor. Fakat insanlık çoğu zaman bu çağrıya kulak vermiyor. Kendine, eliyle yaptığı heykellerin bakışları kadar ruhsuz, taştan bir vicdan yontuyor. Yıkılan minarelerin zelzelesi, büyüklerinden önce ölen çocukların son nefesi, çölleri yoğuran kanın feryadı o taşları sarsamıyor, sarssa da çatlatamıyor. Biz, güzü okumayı öğrenen sessizler, bunca faniliği görmeyip de bunca fenalığı yapanlara hayretten kelimelerimizi ısırıyoruz: Ey sesimi keskin bir bıçak gibi kınında saklayan çağ[3]!

Tenha bir limanda çatlayan saltanat kayığı, gökdelenin gölgesinden ürküp toprağa koşan yaprak, tabiattan daha beter sararan insanlığa yuvasının ağzından bakıp iç geçiren karınca, ot bürümüş  mezarlığın duvarına oturup parmağını emen çocuk, kapı önünde unutulmuş bir kıssa gibi kendi içinde debelenip duran ihtiyar, güneşin son yaraları okşayan kızıl merhemi, mülteci kampının bir köşesinden savaş denen gayyaya ürkek gözlerle bakan hasta, ağların ecel sağanağında çırpınan balık, kursağında mahcup münacatlar taşıyan göçebe… Biz kalmaya gelmedik. Kalelerden, kulelerden, saraylardan yüz çevirdik. Güz’ün öğrettiği ilmi özetledik: Dünya, ilişip de kıyısından baktığım…



 Yücel ÖZTÜRK

                                                                                                         



[1] Yunus Emre

[2] Dilaver Cebeci

[3] Erdem Bayazıt

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.