İlminin ve imanının bedelini ödemiş bir âlim

Kitaplar, insanın hayatına ve hadiselere bakış açısına seviye kazandıran en müessir (etkili) vasıtalardan birisidir. İnsan hayatına bu derecede tesir eden kitaplar mevzu itibariyle çok çeşitlidir. Geçmişlerin yaşadıklarından ders ve ibret almak hususunda en faydalı kitap türü ise hiç şüphesiz hatırâtlardır. Belki mahviyetkâr bir karakter taşıyor olmamızdandır ki, -batılılara nazaran- bizde hatırat yazmak öteden beri pek tercih edilmemiştir. Bunun sebepleri arasında hatıralar dolayısıyla mevzubahs olacak şahısların kusurlarından bahsederek gıybete varacak sözler sarfetmekten korkuyor olmamız da söylenebilir. Fakat günümüze yaklaşırken giderek daha çok hatıra kitapları yazıldığını görüyoruz. Bu durum, tarihle meşgul olanlar ve hiç şüphesiz hatırat okumayı sevenler için sevindiricidir.

İşte yakın tarihte belki de şartların zorlamasıyla hatıralarını yazmış bulunan şahsiyetlerden birisi de Ahmed Davudoğlu Hocamızdır. Davudoğlu Hoca, Türkiye’de daha çok “Sahih-i Müslim Tercümesi” ve “Dini Tamir Davasında Din Tahripçiliği” kitaplarıyla meşhurdur. Hatıralarını yazdığı eserinin adı ise şu: Ölüm Daha Güzeldi. Bu hatırat ilk kez 1970 senesinde İstanbul’da neşredilmiş.

Türkiye'ye hicret etti ama hukuksuzluk burda da peşini bırakmadı

Ahmed Davudoğlu, 1912 senesinde Bulgaristan’ın Deliorman bölgesindeki Şumnu vilayetine bağlı Kalaycıköy’de doğmuş. Müftü ve müftü naibi yetiştirmek için inşa edilen Medresetü’n-Nüvvâb’ın yüksek kısmından mezun olup ihtisas için Mısır’a gitmiş ve Câmiatül’l-Ezher’in Külliyyetü’ş-Şeria bölümünü bitirmiş. 1942 senesinde memleketine avdet eden Davudoğlu Hoca, Medresetü’n-Nüvvâb’da muallim olarak vazifelendirilmiş. 1944 senesinde buranın müdürü olmuştur. Bir yıl kadar sonra komünist idare tarafından Türkiye lehinde casusluk faaliyetinde bulunmakla itham edilen ve askerî mahkemeye sevkedilen Hoca, hayatının bu safhasında bir ay kadar hapsedilmiş ve ağır işkencelere maruz kalmış. Bilahare toplama kampına götürülerek baraj inşaatında çalıştırılmış. Tabii burada maruz kaldığı muamelenin ne derecede insafsızca icra edildiğini anlamak için kitabı en az bir iki defa okumak gerek. 17 Kasım 1945’te hastalığı sebebiyle serbest bırakılmış ve eski vazifesine iade edilmiş.

Fakat komünist idarenin kendisini rahat bırakmaması sebebiyle Davudoğlu Hoca ailesiyle beraber 1949 senesinde Türkiye’ye hicret eder. Dinini rahat yaşayamadığı için Türkiye’ye hicret eden Hoca, maalesef burada da hayli zorluk çekmiştir. Türkiye’nin hukuk tarihi bakımından bir yüzkarası olarak, 1966 senesinde Konya’da Diyanet’in tertip etmiş olduğu müftüler seminerinde “laikliğe aykırı propaganda yapmak” ithamıyla muhakeme edilir (yargılanır), bir yıl ağır hapis, Kırşehir’de dört ay mecburî ikamet ve memuriyetten ihraç cezalarına çarptırılır.

Ahmed Davudoğlu Hocanın bu mahkûmiyeti, Türkiye’nin yakın tarihindeki hukuksuzlukların ve insanlık dışı icraatın da bir numunesidir. Öyle ya, müftülerin toplanarak tertip ettikleri programda İslam’ın emir ve nehiyleri konuşulamayacak da ne konuşulacak? Fakat mesele üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek olunca elbette her hukuksuzluğa bir kılıf uyduracak birçok ilim ve insaf ehli (!) hukukçumuz bulunur değil mi? Yeri gelmişken bu hatıraların ilk kez Hocanın muhakemesi (yargılanması) sırasında bu hukuk cinayetine mâni olmak için Mustafa Polat tarafından Yeni Asya gazetesinde neşredildiğini de söyleyelim. Maalesef o zaman bu yazılar Hocanın ceza almasına mani olamamış.

1900'lerin başında Deliorman

Davudoğlu Hoca, Ölüm Daha Güzeldi adlı hatıratının başında doğup büyüdüğü Deliorman’ı anlatırken, burasının kâmilen Türklerle meskûn olduğunu fakat Türklerin dükkân sahibi olmayıp ticaretle uğraşmadıklarını ifade ediyor. Hatta oranın Müslüman ahalisi “Sen terazi tutma da kim tutarsa tutsun!” derlermiş. Doğrusu Müslümanlar olarak ticarete böyle bigâne kalışımız tarihte başımıza çok dertler açmıştır. Elbette tarihe bakarken sadece meziyetlerimizi göremeyiz, tarihî tecrübelerimizden kusurlarımızın neler olduğunu keşfetmek için de faydalanmalıyız.

Bu bölgeden zamanında birçok cihangir pehlivan yetiştiği görülmüş. Hoca bunun bir tesadüf olmadığını ve “vaktiyle kuvvetli ve seçkin adamların serhat bekçisi olarak buralara yerleştirilmiş” olduğunu söylemekte… Meşhur pehlivan Koca Yusuf’un da Deliormanlı olduğunu hatırlatalım. Kitapta bugün için nâmı unutulmuş Deli İsmail gibi bir takım cihangir pehlivanlardan bahsedilmektedir. Bir de güreş meydanında okunan bir dua var ki pek hoş. Uzunluğundan dolayı sadece ilk kıt’asını buraya iktibas etmek isterim: “Besmele ile çıkın meydana,/ Uymayın bir vakit kör şeytana,/ Bu dünya kalmamıştır Hazret-i Süleyman’a,/ Sizlere de kalmaz bizlere de pehlivanlarım.” Bu arada Davudoğlu Hoca da gençliğinde pehlivanlığa merak salmış fakat hassaten ailesinin teşvikleriyle kader onu ilim halkasına dâhil etmiş.

Hoca, ahalinin dindarlığını şu sözlerle anlatıyor: “Deliorman Türkü dindardır. Namazını kılar, orucunu tutar. Yalan söylemez, dolandırıcılık bilmez, hele içki, kumar, fuhuş gibi yasaklardan son derece kaçınır. Küçüklüğümüzde içki içen bir kimse dinden dönmüş sayılırdı. Bir köyde oruç yiyen bir kimseden şüphe edilirse, artık onunla kimsenin bir münasebeti kalmazdı. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat kaidesine son derece riayet ederlerdi. Gece ve sabah namazlarında cemaati camiler almaz, cemaate gelemeyenlerin hâli sorulur; icap ederse hemen yardımına koşulurdu.”

Evlilik bahsiyle alakalı şu sözler de dikkat çekici: “Evlilikler görücülük usûlüyle yapılırdı. Ve bundan bugün iddia edildiği gibi hiçbir geçimsizlik, boşanma ve ayrılma meydana gelmemiştir. Nişanlılar düğünden önce katiyen birbirleriyle görüştürülmezdi.”

Bulgaristan'daki Türklerin Anadolu'ya bakışı

Hoca, bazı yazarların, Hindistan Müslümanlarının bile para yardımında bulundukları İstiklal Harbi’nde Bulgaristan Türkünün beş kuruşluk bir yardımı olmadığı iddialarına karşı Bulgaristan’daki Türklerin imkân bulabilse idi cephede savaşmak suretiyle yardım edeceğini izah ediyor ve hatta her türlü zorluğa karşı yine de madden yardımda bulunduğuna delil olarak kitabına iki makbuz koymuş. Bu makbuzların kıymetini ehil olanlar takdir edecektir. Hocanın, ahalinin Türkiye hakkındaki kanaatini izhar eden şu ifadeleri de dikkat çekici: “Bulgaristan Türkü, Türkiye’den gelen bir misafiri Kâbe’den gelmiş gibi karşılar. Ona karşı görülmedik bir hasret ve iştiyak gösterir. Fakat zavallı bugün son derece dara düşmüştür.”

Mektep hatıraları bahsinde de şunlar söyleniyor: “İlk mektepten 1924 yılında mezun oldum. Bulgaristan Türkleri için pek heyecanlı yıllardı. Çünkü Türkiye, istiklal ve hürriyetini kazanmış; Cumhuriyet ilan edilmişti. Bu sebeple bütün halk emsali görülmedik bir merak ve heyecan içinde idi. Büyük-küçük, erkek-kadın herkes İstiklal Harbi’nden ve bu harbin nasıl kazanıldığından bahsediyordu.”

Akıl almaz işkencelere maruz kalmış

Hocanın mektep hatıralarında hakikaten dikkat çeken bir kısım var ki Müslüman olarak ahlakî zaaflarımızın nelere mâl olabileceğini idrak etmemiz için güzel bir numune teşkil edecektir. Hadise şöyle cereyan eder. Davudoğlu hoca Medresetü’n-Nüvvâb'ı dereceyle bitirmiş ve ihtisas için Mısır’a gitmeye hak kazanmıştır. Fakat mektebin muallimlerinden birisi bir suistimal ile Hocanın notunu kırmış ve Mısır’a gidecek heyete başka bir talebeyi almış. Mektepteki Gaspodin Kartalof adındaki bir gayrimüslim muallim de buna isyan ederek şu sözleri söylemiş: “Bana bak arkadaş! Ben vaktiyle Hıristiyan idim, fakat papazların hâli beni Hıristiyanlıktan istifaya mecbur etti. Şimdi tam Müslümanlığı kabul edecektim, bu sefer de sizin gibi hocalar buna mâni oldular. Benim hâlim ne olacak? Söyle bakalım, mektebin en iyi talebelerinden birini arkaya attın da Başmüftü Efendi’nin oğluna nasıl parlak not verdin; ve hangi vicdanla onu Mısır’a gönderiyorsun da öteki zavallıyı mahrum ediyorsun?” Kartalof’un bu babdaki hararetli konuşması üzerine Başmüftü Efendi geri adım atmış ve Davudoğlu Hoca'ya da Mısır’a gitmek nasip olmuş.

Hoca Mısır tahsilini de bitirdikten sonra 1942 senesinde memleketine avdet eder ve Medresetü’n-Nüvvâb'da muallim tayin edilir. Fakat 1944’de Rus ordusu Bulgaristan’a girer ve rejim değişir. Sadece rejim değil, bu hadiseyle Hocanın hayat seyri de değişir. Yukarıda bahsettiğimiz ithamlarla tutuklanır ve akıl almaz işkencelere maruz kalır. Bunların hepsini burada uzun uzun anlatmaya imkânımız yok fakat sadece tek bir hadiseyi misal kabilinden burada nakledebiliriz: “Kollarımı o kalın sicimle arkama kat kat bağladı. Başıma da bir maske geçirdi. Bu maskenin fil hortumuna benzer bir hortumu vardı. Maskeyi giyen insan bu hortumun içinden nefes alıyordu. Hortumun içinde ise oksijen vardı. Zannederim hortum, sesi önlemek için yapılmıştı. Maske başıma geçirilince dünyayı iki gözlükten görmeye ve hortumdan gelen hoş bir havayı teneffüs etmeye başladım. Tam bu sırada birden ateş düşmüş gibi bir hal oldu. Teğmen elektrik cereyanını salmıştı. Kafamın mor alevler içinde cayır cayır yanmakta olduğunu, maskenin gözlüklerinden görüyordum. Sade kafam değil, bütün vücudum yanıyor! Dişlerim birbirine çarptıkça elektrik burgusuna benzer bir çatırdı duyuyor; feryad ve figanım ayyuka çıkıyordu. İnsafsız kefere zerre kadar vicdan azabı duymadan beni diri diri yakıyordu...”

Hoca böylece hapishanedeki günlerini bitirince bir de hasta haliyle baraj inşaatında çalıştırılır. Nihayet o günler de biter ve artık eve dönmek zamanı gelir. Hoca icra edilen muamelenin sonunda tanınmaz bir hale gelmiş olacak ki evine döndüğünde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Bizim eve gelince ben hemen faytondan atlıyarak Hocamla vedalaştım. Ve çuvalımı sırtladığım gibi açık kapıdan bahçeye daldım. Meğer yetim kızlarımızdan bir tanesi henüz mektepten gelmiş ve bahçede oynuyormuş. Beni görünce, 'Anne yetiş bir dilenci geliyor!' diye feryat etmez mi!.. O anda boğazıma bir şey tıkandı, boğuluyordum. Kendimi zorlayarak güç hâl ile 'Tanıyamadın mı kızım enişteni?..' diyebildim. Kızcağız işi anlayınca bu sefer 'Anne, eniştem geliyor!' diye öyle bir nale-i sürur (sevinç çığlığı) saldı ki mahalleli ayağa kalktı sandım. Evdekilerin hepsi bir anda avluya koştular…”

Özellikle gençler bu hatıratı okumalı

Bütün bunlardan sonra Türkiye’ye hicret edilmiş. Fakat eziyet bitmemiş. Türkiye’deki komünistler de boş durmamış, siz nasıl komünist rejimi beğenmez de kaçarsınız diyerek buraya gelen muhacirler hakkında bin bir tezviratta bulunmuş, muhacirleri ahlaksızlıkla, namussuzlukla itham etmişler. Bundan sebep muhacirlerin iskân edildiği Taştıtarlı’nın adı da kötüye çıkmış…

1966’da Diyanet'in Konya’da tertip etmiş olduğu Müftüler seminerinde “Fetva ve İfta Usûlü” hakkında konuşan Ahmed Davudoğlu Hoca, sorulan bir suale cevaben “belediye nikâhı yaptıktan sonra, asla ve kat’a küçümsememek şartıyla bir de dinî nikâh akdetmenin” ehemmiyeti hakkındaki konuşmasından dolayı hakkında “laikliği aykırı propaganda yapmak” sebebiyle dava açılmış, muhakeme edilmiş ve hukuken asla suç teşkil etmeyen bu sözleri yüzünden ceza almış.

Ne kadar gayret etsek de kitabın mükemmel bir tahlilini yaptığımızı söyleyemeyiz. Bunun için herkese bu hatırâtı okumayı hararetle tavsiye ederiz. Ancak bu şekilde Hocanın çektikleri daha iyi anlaşılabilir. Ve rahat döşeklerde yatıp kalktığı halde, içinde bulunduğu şartlara şükretmek yerine hâlâ şikâyet eden gençler varsa onlar da bu hatıralardan ibret alsın. Ahmed Davudoğlu Hoca, 1983 senesinde rahmet-i rahmana kavuşmuş ve Eyüp’teki kabrine defnedilmiş. Allah’tan rahmet ve mağfiret dileriz.

Yeniden ilminin ve imanının bedelini ödemeye hazır âlimler yetişmesi duasıyla…

Mustafa Kesici yazdı

Kaynak: dunyabizim.com

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.