Siyer Yazıları 10: Kudüs

 

“Büyük başın derdi büyük olur,” demiş insanoğlu. Öyledir.

Gökte yapılıp yere indirilen şehirin aynı zamanda tüm ilâhî dinlerin de kutsal mekânı olması, büyük bir nîmettir. Ama mihneti de büyüktür.  

Davud, Süleyman, İbrâhim, Musa, İsa, Zekeriyya’nın ve daha birçok peygamberin yaşadığı; Zebûr’un, İncil’in indirildiği topraklar rahmete gark olmuştur. Ama zahmeti de eksik olmaz.

Son peygamberi Cebrâil’le birlikte gecenin en koyu vaktinde ağırlayıp Mîraç’a ev sâhipliği yapmak; dünyâda cenneti yaşamaktır. Ama bir yandan da cehennemi yaşatmak isteyenler vardır. 

Tüm bunları sıralayınca “Azıcık aşım, ağrısız başım,” diye de geçirebilirsiniz içinizden.

Ama bu gözü karalık, bu cesâret, bu yiğitlik; bana özgüdür. Yâni Kudüs’e!

Ben çok devir yaşadım, çok saltanat sürdüm, çok mûcizeler gördüm. Davud’un gür sesinin, Süleyman’ın tahtının, Zekeriyya’nın duâsının, Yahya’nın müjdesinin, Meryem’in susma orucunun, İsa’nın beşikteyken konuşmasının yaşayan tek şâhidi benim.

Şâhit olduğum en büyük mûcize ise başka, o anlatmaya doyamadığım...

Son peygamber Mekke’de zuhur etmiş, diye duyduğum günlerdi. Halkın O’nu kabullenmeyip türlü sebeplerle inkâra kalkacağını tahmin etmekte zorlanmadım. Ama gün gelip O’nu ve Allah’tan getirdiklerini kabul edeceklerine de emindim. Çünkü tüm ilahî metinleri okudum ben, O’nun geleceğinden ve getireceklerinden haberdardım. Ama bana geleceğini, beni şereflendireceğini, işgal altında geçireceğim günlerimde tek tesellîm olacağını bilmiyordum.

Yıldızlı bir geceydi. Karanlık ama ışıldıyor. Serin ama ısıtıyor. Issız ama şenlikli. Bir başkalık var havada ama aynı zamanda tanıdık gibi derken... O’nu gördüm Aksâ’da. İlk defa gördüm, hemen tanıdım. Yanında da eski günlerden tanıdığım Cebrâil. Bir anda geldiler ve bir anda gittiler. Kısacık bir buluşma, Burak’ına binip arşa yükselmesi, başıma gelecekleri bilircesine hüzünle dönüp bana bakması...

O geceden sonra kendisini bir daha görmesem de bağımız hiç kopmadı. Nasıl kopsun? Mîraç’tan hediye getirdiği namazı, Mescid-i Aksâ’ma yönelerek kılıyordu. Müslümanların ilk kıblesi benim topraklarımdaydı.

Rabbi ile bire bir görüştükten sonra yaptığı tebliğe giden yol benden geçmişti. Allah’a şirk koşmak dışında tüm günahların affedileceği müjdesi ve her yatsı namazı sonrası okuduğunuz Amenerrasûlü, Mîraç dönüşü getirdiği hediyelerdi.

İşte bu hediyeler Efendimiz’in getirdiği dînin en cesur, en sabırlı, en yılmaz mâbedini taşıtıyor bana. Bugün askerler, kurşunlar, kontrol noktaları, kimlik sorguları ve her türlü yıldırma çabasına karşı bu hediyelerle dimdik ayakta duruyorum ben!

En günahkâr kulunun bile affedilebileceği ve asla Allah’ın rahmetinden ümit kesilmeyeceği müjdesi ile “Allah, hiçbir kimseyi gücünün yetmediği şeyle yükümlü kılmaz,” diyen o âyet, tesadüfen o gecede gönderilmiş olamaz değil mi? Allah ve Resûlü o kısacık buluşma anında bana da ümitvâr olmayı ve sabrı hediye etti.

Eşi Hatice ile amcası Ebû Tâlib’i kaybetmesinin hüznü ve Tâif’te taşlanarak incitilmişliğinin tesellîsi, benim topraklarımda yaşanan Mîraç mûcizesi oldu. “Mescid-i Aksâ’ya gidin ve orada namaz kılın. Gidemezseniz kandillerinde yakılmak üzere yağ gönderin,” hadisi de benim kurtarıcım oldu.

Canları pahasına beni terk etmeyen halkım, ziyâretini eksik etmeyen misâfirlerim ve duâsını benden esirgemeyen kardeşlerim! Beni karanlıkta bırakmayan kandiller onlar!” Canları pahasına beni terk etmeyen halkım, ziyâretini eksik etmeyen misâfirlerim ve duâsını benden esirgemeyen kardeşlerim! Beni karanlıkta bırakmayan kandiller onlar!

Ben ışıl ışıl yandıkça ve Aksâ’nın avlusu her vakit doldukça Allah beni zâlimlere yurt etmeyecek.

Burak’ın gölgesi ve ezan sesleri hep üstümde gezinecek.

Ve belki de O, ümmetini cennette zeytin ağaçlarımın gölgesinde bekleyecek.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.