Siyer Yazıları 12: Esmâ

Gece güneşi, çöl yağmuru bekler. Benim ömrümün çoğu da Efendim’in müjdesindeki çifte kuşağı beklemekle geçti.

Babam Ebû Bekir, kardeşim Aişe. Resûlü’m, Efendi’m, Peygamber’im Muhammed Mustafa (sav). Kendimi bildim bileli O’na hizmetteyim.

Babam can dostu Muhammed’in son peygamber olduğunu öğrendiği an şehâdet getirdi ve bizi de İslâm’a dâvet etti. Böylece hem ilk müslümanlardan olma şerefine nâil oldum hem de babamın Resûlullah’tan getirdiği ahlâk ve edep ile yetiştim. 

İslâm bize sonsuz huzurun kapısını açıyor, Mekke’deki kapılar da sonsuz bir kinle yüzümüze kapanıyordu. Buna rağmen kalbimizdeki o târifi imkânsız teslimiyet, müşrikler için dayanılamaz bir hâl almıştı. Bu yüzden zulümlerini iyice arttırdılar ve bize hicretten başka yol bırakmadılar. Gelin görün ki hicret etmemize de razı olmadılar, bize türlü engeller çıkardılar. Akıl almaz bir körlük kuşatmıştı kalplerini. İslâm’ı rahatça yaşamayalım ve başka yerlere yaymayalım diye şehrin kapılarını da üstümüze kapattılar. 

Müslümanların geceleri gizlice, birer ikişer Medîne’ye gidip yerleşmesi babamı çok heyecanlandırıyordu. Bir an evvel hicret edip dînini rahatça yaşamak istiyordu. Ama Resûlullah onun bu isteğine karşılık “Allah sana hayırlı bir yol arkadaşı verecektir,” deyince babam beklemenin tadını almaya başladı.

Sıcak bir Mekke günü. Güneşin en kızgın olduğu öğle saatleri. Herkesin evine çekildiği anlar... Resûlullah geldi. Babama, o gece yola çıkacakları müjdesini verdi. Babamın yüzü öğlen güneşi gibi aydınlandı o vakit. Tüm malını İslâm için harcayan Ebû Bekir -bize O’nun sevgisi ve hasretinden daha değerli bir şey bırakmayarak- bu dâvete icâbet etti.

Onların bu zorlu yolculuğuyla birlikte bizim Mekke’de kalmamız da iyiden iyiye zorlaştı. Yoklukları fark edilince müşrikler kapımıza dayandı. Nerede olduklarını sordular. Bilmediğimi söylediğimde Ebû Cehil öyle şiddetli bir tokat attı ki bana, küpelerim kulağımdan fırladı. Ama ne gam! Canımda acı, kalbimde üzüntü duymadım! Aksine müşriklerin bu âciz öfkesi bana güç verdi. Çünkü babam ve Allah Resûlü’nün sırrını saklamaktan başka bir görevim daha vardı: Sevr’de kaldıkları üç gece boyunca onlara yemek götürecektim. Tâcizler ve tahkirler beni görevimden alıkoyabilir miydi?

Müşrikler başlarına yüz deve ödül koyarak her yerde onları ararken ben geceyi bekliyor, kimsenin beni tâkip etmediğinden emin olup yola çıkıyordum. O zifîrî karanlıkta Sevr Dağı’na nasıl mı tırmanıyordum? Sanki bir meleğin kanadında uçarak, ay ışığının içinden geçerek...

Son gece yol azıklarının ağzını bağlayacak ip bulamayınca belimdeki kuşağı kullanmak aklıma geldi. Kuşağımı ortasından yırtıp ikiye ayırdım. Parçaların biri ile yol azığını biri ile de su tulumunu bağladım. Mağaraya vardığımda Efendimiz gülümseyerek şu müjdeyi verdi bana, “Bu kuşağına karşılık sana cennette iki kuşak verilecektir Esmâ!” Ve ismim İki Kuşak Sâhibi Esmâ oldu ondan sonra, Zatü’n-Nitâkayn. Devrimizde kadının belindeki kuşağını çözmesi hoş karşılanmaz, kınanır hatta nâmusa halel getirecek söylentilere bile sebep olabilirdi. Kuşak, öyle bir şeyin simgesiydi. Nitekim yıllar sonra, yaşım bir asra dayandığı sıralarda bâzı zâlimler bunu diline dolayıp bana iftirâ atmak istedi. Hâlbuki ben Allah Resûlü’nden takdir görmüş, O’ndan övgü almıştım. Ne o hicret gecesinde ne de yıllar sonrasında bu konuda hiçbir kaygı duymadım. Öyle ki yaşadığım her gün güneşe biraz daha yaklaştığımı, yağmura doğru bir adım daha attığımı hissediyordum.

Dünyâda cennetin müjdesini almak, hele bunu Efendimiz’den almak kaç kişiye nasip olmuştur ki!

İşte bu müjdeyi almaya karşılık, bir de müjde vermek düştü payıma. Mekkeli müşrikler gibi Medîneli yahudiler de istemiyordu hicretimizi. Bizi vazgeçirmek için dedikodular yaymaya başladılar. Müslümanlara sihir yaptıklarını ve artık hiçbirinin çocuk sâhibi olup soylarını sürdüremeyeceği haberini yaydılar. Böyle bir ümitsizlik zamânında, eşim Zübeyir ile hicret için yola çıktım. Kuba’ya gelince sancılarım arttı ve bir erkek bebek dünyâya getirdim. Bu haber tüm müslümanlar arasında yayıldı. Herkes büyülenme iddiasının yalan olduğunu anladı. Ve yavrumuz Abdullah, ismini Efendimiz’den aldı.

Böylece Medîne hayâtı başladı. Yaşadım. Uzun yaşadım. Saâdet asrını da gördüm, Allah Resûlü’nün vefâtını da, müslümanların birbirini kırdığını da, Abdullah’ımın şehit edilişini de...

Tek ölçüm her zaman İslâm oldu. Babamdan kalan en kıymetli mîras da paylaşmak idi. Bir gün, vereceğim sadaka parasını hesaplarken “Sayma, Allah da sana sayarak verir,” demişti Allah Resûlü. Bunu hiç unutmadım. O’na parmaklarımla sayarak değil gönlümden yanarak salât ve selâm yolladım.

Ve benim bu uzun ömrüm aslında güzel bir bekleyişti. Efendim’in müjdesine, cennetteki iki kuşağıma ulaşacağım günü bekleyiş..

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.