Boyaya, kaleme, fırçaya ihtiyaç duymadan yapılan resimler vardır, kelimelerle çizilirler. Okuyana, bir resme bakıyormuş hissi verirler. “Aydınlık yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Gözü, kudretten sürmeli idi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Boynunda uzunluk ve yükseklik, sakalında sıklık vardı. Uzaktan bakıldığında insanların en heybetlisi idi. Yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Orta boylu idi, bakan kimse ne uzun ne de kısa olduğunu hissederdi. Arkadaşlarının arasında en güzel görüneni ve nûr yüzlü olanıydı. Kendisi ekşi ve asık suratlı değil, güleçti,” diye anlatsam muazzam bir portre çizmiş olurum.
“Hilye, Allah Resûlü Muhammed Mustafa’nın özelliklerini anlatan eserlerin adıdır. O’na yetişemeyenlerin O’nu görebildiği gözlerdir. Ben, o gözlere en ayrıntılı resmi çizen kadınım.”
Bir de bu portreye, “Sustuğu zaman kendisinde ağırbaşlılık, konuştuğu zaman da güler yüzlülük ve tatlı sözlülük vardı. Sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi ağzından tatlı tatlı akmakta idi. Sözü açık ve hak ile batıl arasını ayırıcı olup ne âcizlik sayılacak derecede az ne de boş ve gereksiz sayılacak derecede çoktu. Kimseyi kınamaz ve azarlamazdı,” diye eklersem tam mânâsıyla bir resim çizmiş olurum ki işte buna hilye denir. Hilye, Allah Resûlü Muhammed Mustafa’nın özelliklerini anlatan eserlerin adıdır. O’na yetişemeyenlerin O’nu görebildiği gözlerdir. Ben, o gözlere en ayrıntılı resmi çizen kadınım. Mekke-Medîne yolu üzerindeki Kudeyd Köyü’nde yaşıyordum. Koyun güderek geçimimi sağlıyor ve yol üzerindeki çadırımda gelene geçene ikramda bulunuyordum. O yıl şiddetli bir kıtlık baş gösterdi. Koyunlarımı iyice besleyemediğim gibi ikram edebileceğim erzak da tükenmişti. Böyle sıkıntılı günlerden birinde yoldan geçmekte olan bir grup, çadırımın önünde mola verdi ve benden hurma satın almak istedi. Kuraklık sebebiyle hiçbir şey ikram edemeyeceğimi söylerken çok mahcuptum. Ama öyle bir şey oldu ki hayretim hicâbımı geride bıraktı. İçimde bir coşku, adını koyamadığım bir heyecanla olanları izledim. Yolcuların arasından bir mübârek adam kapımdaki cılız koyunu sağmak istedi. Bitkinliğinden sürüye bile yetişemeyen o koyundan bir damla dahi süt çıkmayacağını söyleyerek izin verdim. Ama o mübârek adam koyuna elini sürünce... Gözlerime inanamadım! Sanki besili bir hayvanı sağıyormuş gibi süt akıyordu kaplara. Akıl almaz bir bereket... Bana bir tas uzattı önce. Sonra arkadaşları için de sağdı ve herkes o sütle karnını doyurdu. Koyun o kadar cana gelmişti ki misâfirlerin kaplarını doldurduğu gibi ev halkına da bir tas süt çıktı. Ve yolcular yoluna devam etti.
Eşim Ebû Ma’bed koyunları otlatıp geri döndüğünde şaşkınlığımı hâlâ atabilmiş değildim. Süt dolu kabı görünce o da aynı şaşkınlığı yaşayarak bana sordu. Geride en cılız koyunumuzdan başkası kalmamışken nasıl oluyordu da... Tüm olanları anlattım. Çadırın önünde otururken gelen yolcuları, burada bir müddet dinlendiklerini, hurma satın almak istediklerini ve koyunun sütünden içerek gittiklerini. Bir mûcizeydi yaşadığımız ama eşim mûcizeden çok O’nunla ilgilenmişti. O mübârek adamı sordu. Nasıl biriydi? Kime benziyordu? Özellikleri nelerdi? İşte o zaman çizdim kelimelerimle o resmi. Eşime anlattıklarım Kudeyd’deki çadırımdan çıkıp kıtaları, asırları aştı. Son Nebî’nin en fasih tasvirlerinden biri olarak O’nu göremeyenlerin hasretini bir nebze de olsa dindirdi. Ben o mübârek adamın, kim olduğunu eşim Ebû Ma’bed’den öğrendim. Beni dinledikten sonra çok üzüldü. O’na rastlamayı çok arzuladığını söyledi. Hemen kalkıp yola düşmek, O’na yetişmek istedik ama Mekkeli müşriklerin peşinde olduğunu düşünerek, iz sürmelerini kolaylaştırmaktan çekindik ve bekledik. Düşündüğümüz gibi de oldu. Kureyşliler, çadırımıza kadar gelip bana o mübârek adamı ve arkadaşlarını târif ederek oradan geçip geçmediklerini sordu. Eğer kendisine ulaşırlarsa O’na zarar vereceklerini biliyordum, sorularını geçiştirdim. Başımdan savmak istedim. Gözleri öyle dönmüştü ki beni tehdit edip zorla konuşturmaya kalkıştılar. Ama en ufak bir korku hissetmeden onları defettim. Ve o mübârek adamın Medîne’ye ulaştığını haber alınca eşimle birlikte huzuruna varıp, îmânımızı ve biatımızı bildirdik.
Medîne’de yeni bir dönem başlarken biz çadırımıza döndük ve Kudeyd’deki yaşantımıza devam ettik. Ama kaldığı yerden değil, bıraktığımız yerden. Medîne’ye giderken bir sevinç, bir neşe, bir coşku bırakmıştık geride. Döndüğümüzde O’na îmânımızı da ekleyerek devam ettik. O mübârek adam, hayâtımızın mîlâdı olmuştu. O’ndan öncesi ve sonrası olarak ayrıldı yaşamımız. Karanlıktan kurtulmuştuk. Artık güneş vardı. Kuraklık bitmiş, suya kavuşmuştuk. O’na değmişti gözlerimiz ve O değmişti sözlerime. Eğer dünya işleri mecbur bırakmasaydı beni, O mübârek adamı ve o gün şâhit olduğum mûcizeyi anlatmak dışında bir şey konuşmazdım. Meryem’e gelen emir bana da gelseydi, susar ve gözlerimle o cılız koyunu işâret ederdim. Süt vermeye devam eden, ömrümüz boyunca bizi bereketiyle besleyen, Halife Ömer devrinde yaşanan kuraklıkta bile sabah akşam sütüyle bizi doyuran o koyunu.
Günler günleri kovaladı, Allah Resûlü ebedî hayâta irtihal etti. Hac ibâdeti için yola düştüm. Kafilede O’nun mübârek âilesi de bulunuyordu. Yolculuğumuzun o noktasında her şey tekrar canlandı gözümde ve herkes gözyaşları içinde dinledi hâtıramı. Benim de vâdem doldu sonra. Bir hâtıranın saâdetiyle geçen ömrüm nihâyet buldu. Ama o gün, hep yaşadı. O mûcize, nesilden nesile ulaştı. Hepsinden de önemlisi, en güzeli; hayâlim gerçek oldu. Sağken adayamadığım hayâtımı, öldükten sonra o mübârek adamı anlatmaya adadım. O’nun şemâilini tasvirim Ali b. Ebi Talip ve Hind b. Ebi Hale’nin rivâyetleri ile çağlar aşarken, Peygamber âşığı hattatların eliyle de kâğıda döküldü. Dilerim ki hesap günü gelip de defterler açıldığında, o hilye-i şerifler şâhitlik etsin bana...
Yeni yorum ekle