Bir Gün, Birisi, Bu Satırları OKUYACAK…
622 yıllık dikey, 20 milyon km2’lik yatay bir heybette, eğitim konusunu işlemek elbette ki bu mütevazı yazının konusu olamaz. Yazıyı verimli kılmak açısından alanın sınırlanması gerekecektir. Ancak alanı ne kadar daraltırsanız daraltın, değerli bir tarihçimizin dediği gibi aysbergin su altındaki kısmı ile karşılaşacaksınız. Bu yüzden Osmanlı’da eğitimin ilk aşaması olan sıbyan mektepleri ile konuyu sınırlayalım.
İsterseniz o günlere bir yolculuk yapıp okula ilk başlayacağımız günü hayal edelim. İster mahalledeki en fakir ailenin çocuğu ister padişah evladı olun, eğitime başlama yaşınız ve gününüz size özeldir. Alt sınır “dört yaş, dört ay, dört gün”dür ama eğer fiziksel gelişiminiz müsait değilse bunu beş hatta altı yaşına kadar erteleyebilirsiniz[1]. O gün geldiğinde “esas oğlan” sizsiniz. Sabah erkenden kaldırılırsınız. Yepyeni giysileriniz ve pabuçlarınız elinize verilir. Gerçi birkaç gündür Eyüp Sultan Hazretleri başta olmak üzere evliya kabirlerini dolaşıp türbedarlarının elini öpüp dualarını almaktan, ardından aynı işlemi bilumum yaşlı akraba, babaanne, dede, anneanne, hala, teyze, amca, dayılarla tekrarlamaktan biraz eskimiş bile olabilirler ama ne önemi var ki… Aylardır sizin için hazırlanmış en özel dualar, hediyeler, paralar, şerbetler, anneannenin kurabiyesi, babaannenin içli köftesi ve daha kim bilir neler neler… Hepsi sadece siz eğitime başlayacaksınız diye. Bütün bunları alabilmek için büyüklerinizin ellerini öpmeniz yeterli.
Ardından o büyük gün gelir. Baba ve hocanız çoğunlukla önceden anlaşırlar; o gün pazartesi, perşembe veya mümkünse bir kandil gününe denk gelsin diye. Ama siz, günden çok, bindirileceğiniz midillinin hayalindesinizdir. Hadi eviniz de Üsküdar’da olsun. Hatta değil Üsküdar’ın, İstanbul’un en güzel sıbyan mektebi olan Yeni Vâlide Camii Sıbyan Mektebi’ne gidecek olun. Yerini bilmiyor musunuz? Hani Üsküdar’da eskiden Balaban otobüs durağı vardı. Hemen yanında da otobüs firmalarının bulunduğu Balaban Caddesi… İşte o sokağa girin, 15-20 adım sonra sağınızda kurumuş, üç yüzlü bir çeşme. Arkanızı çeşmeye dönün. Tam karşınızda Yeni Valide Camii’nin giriş kapısı ile karşılaşacaksınız. Gözlerinizi kapının üst katına doğru kaldırın. Şirin mi şirin bir sıbyan mektebidir o kapının üstünde gördüğünüz bina. Hadi sizin mektebiniz olsun o. Ama büyüdüğünüzde Sahn-ı Seman veya Süleymaniye Medreselerinden aşağısı kurtarmamalı sizi. Bugün Boğaziçi veya ODTÜ neyse o gün de onlar aynısı zira.
Sizin için hazırlanan Âmin Alayı’nın en başında hocanızı göreceksiniz. Onun hemen arkasında, başının üstünde size ait rahleyi taşıyan kişi ise mektebin bevvâbı. Rahlenin üstünde duran puf puf yeni minder de sizin mektepte kullanacağınız minder. Ama onun da üstünde duran sarı sırma işlemeli mor bir kese var ki onun üzerine iki kere düşünmeli. Mesela neden rengi mordur o kesenin? Acaba Edirne’de akıl hastalıklarının tedavi edildiği şifahanede morali bozuk hastaların, mor renkli odada tedavi edilmesindeki mantıkla, bu rengin seçimindeki mantık aynı mıdır? Sonra o mor renkli kesenin içindeki elif cüzünün en başında, çocuğa da o gün üç kere okutturulan dua, neden “Rabbi zidnî, aklen ve ilmen ve fehmen” duasıdır?[2] Ve biz ömrümüzde kaç kez yeni bir şey öğrenmeye başlayacağımız zaman “Rabbim aklımı, ilmimi ve anlayışımı artır.” diye dua ettik veya çocuklarımıza her sabah bu duayı yapmalarını hatırlatarak onları okula uğurladık.
Bir de o gün hocanızın önünde diz çöktüğünüzde size önce “elif”i soracaklar. Zaten bilirsiniz. Çünkü size bu medeniyette en önce “elif”i öğretirler. Sonra bir de “Rabbi yessir, ve lâ tuassir, Rabbi temmim bi’l-hayr” diyeceksiniz. Bittiği zaman hocanızdan ilk “aferin”i alacaksınız. Bu arada anneniz bir miktar toz şeker getirip hocanıza verecek. Niye mi? Hocanız, yanında getirdiği taze mürekkeple bir kâğıdın üzerine, az önce okuduğunuz “Rabbi yessir” duasını yazacak. Sonra üstüne o toz şekeri dökecek, size doğru uzatıp o şekeri yalamanızı isteyecek. Ve siz hayatınızda ilk defa hem okumanın hem yazmanın hem de öğrenmenin mürekkeple karışık çok tatlı bir şey olduğunu o gün TADACAKSINIZ; bir daha da asla unutmayacaksınız.
Okulunuz en fazla iki katlı olacaktır bilesiniz. Hatta ikinci katı genellikle öğretmenler odası veya kütüphanedir. Bu yüzden o kata nadiren çıkar, oradan kitabınızı alır yine alt kata inersiniz. Süleymaniye gibi dev eserleri yapabilen bir medeniyet, nedense okullarını XVIII. asır sonlarına kadar genellikle tek veya iki katlı yapmayı tercih etmiştir. Acaba yüksek binalara çıkıldıkça beyindeki oksijen oranının azaldığını, bunun da öğrenmeyi zorlaştırdığını biliyorlar mıydı?
Adı üstünde, “Mahalle Mektebi”. Eviniz yakındır okula. Yürüyerek gidebilirsiniz yani. Hatta öğlen, evinize gelip yemek yiyip biraz da dinlenebilirsiniz. Şimdi, çocuklarımızın Avrupalı-Amerikalı yaşıtları, genellikle okullarına yürüyerek veya kaykayla ya da bisikletleriyle gidiyorlar. Bizim modern pedagoglarımız ise sabah servisle okula giden öğrencilerin öğrenme zorlukları ile karşılaştıklarını anlatıp duruyorlar. Yoksa onlar bunu da mı biliyorlardı?
Dört ila yedi yaş arasında iki-üç yıl devam ettiğiniz[3] bu okulda çok yoğun olmayan, sıkılmayacağınız bir eğitim söz konusu. Kimse ile kıyaslanmayacaksınız. Çünkü kimse sizi rakamlarla, geçti-kaldılarla veya iyi-orta-pekiyilerle değerlendirmeyecek. Önemli olan size ait dersi o gün verip vermemeniz. Veremezseniz de üzülmeyin, mutlaka sizden büyük bir öğrenci veya mektep halifesi sizi çalıştırmak üzere görevlendirilecektir zaten.
Hasta olursanız sınıf başkanı, hocanızın ve arkadaşlarınızın selamını getirip hatırınızı soracak ve durumunuzu hocanıza iletecektir. Birkaç gün geçtiği halde okula gitmezseniz bu kez mektep halifesi gelecektir ziyaretinize. Hem arkadaşlarınızın hem hocanızın selamını, hem de hocanızın size yolladığı -bir tür kızartılmış ekmek olan- “gevrek”leri getirecek size. Ama olur ya birkaç gün içinde yine de okulunuza geri dönemezseniz, işte bu kez hocanız sizi gerçekten çok merak edecek ve kendisi kalkıp gelecektir yanınıza. Hastalığınızın ne kadar önemli olduğunu asla hissettirmeden, içinden okuduğu şifa âyetlerini, belli etmeden yüzünüze doğru hafifçe üfleyecek. İşte “hoca duası”nın farkını da, ilk o zaman hissedeceksiniz. O zaman anlayacaksınız peygamberlerin duasından sonra en makbul duanın neden “hoca duası” olduğunu.
Ne hastalandığımda beni arayan ne bana çubuk kraker gönderen ne de benim için dua eden bir ilkokul öğretmenim olmadı. Olsaydı kesinlikle unutmazdım onu.
Derler ki bu âlemde iki kişi vardır ki asla sizin başarınıza ve elde ettiklerinize haset etmez. Bu ikisinin dışındakiler ise edebilirler. Birisi annenizdir, diğeri hocanız. Bu yüzden Fatih bile olsanız hocanız geldiğinde hiç farkında olmadan kendinizi ayakta buluverirsiniz. Bu yüzden medreseye başladığınızda hoca sizin sınıfınıza gelmez, siz hocanızın sınıfına gidersiniz. O hoca, o saatte hep o sınıftadır. Çünkü öğrencinin değil hocanın sınıfıdır orası. Sonra hangi hocanın dersi varsa onun sınıfına gidersiniz. Yani daha az değerli olan, daha çok değerli olanın ayağına gider. Talebe ilmin ayağına gider; ilim ve onu veren değerlidir. Eğer ilmin kaynağı kalkıp talebesinin ayağına(sınıfına) giderse o zaman merkez, ilim değil talebenin kendisi olur.
Bu sistemde sınıf içi ve sınıflar arası rekabet olmaz. Talebe istediği dersi istediği hocayı kendisi seçer. Çabukicazet (diploma) veren hocayı seçebilirsiniz ama diplomanızda sınıf veya notunuz değil, hocanızın kim olduğu yazacak ve bu isme göre muamele göreceksiniz.
Gelelim mektepte okuyacağınız derslere… Bu iki-üç yıl içinde mutlaka dört işlemi, okuma yazmayı, Kur’ân-ı Kerim’i, genel ahlak ve adâb-ı muâşeret kurallarını öğrenir; müzik ve hareketin oluşturduğu ritim duygusunu geliştirirdiniz. Yaptığınız ezberlerle de hafızanızı aynı şekilde güçlendirirdiniz. Mahalle mektebinde tekerleme söyleyerek iki yana sallanan ve alfabeyi ezberlemeye çalışan çocukların görüntüleri son kırk yıldır televizyonlarımızda alaylı bir üslupla gösterildi. Neyse ki bugün İngilizce dersini aynı metotla(müzik ve ritim duygusunu kullanarak) veren öğretmenlerimizle kimse alay etmemektedir.
Osmanlı’da eğitimin bütün kademeleri ve tabii ki ilköğretim tamamen ücretsizdi. Şehzade doğumu, bayram, kandil gibi önemli günlerde bahşiş, elbise ve İstanbul’un en güzel mesire alanlarında, ana menüsü kuzu çevirme olan bir piknikle ödüllendirilebiliyordunuz[4]. Bu piknikte siz çok yorulduğunuz ve bütün mahalleli seferber olduğu için ertesi gün okul resmî tatil ilan edilirdi.
Sizin mahalle mektebi, hâli vakti yerinde olan bir vakfa aitse veya bir padişah tarafından yaptırılmışsa yandaki aşevinde iki öğün yemek yer, üstelik günde 2 akçe yevmiye alırdınız. O günlerde en düşük maaşa sahip bir mektep hocasının yevmiyesinin 8 akçe olduğu düşünülürse iki akçenin ne kadar kıymetli olduğu anlaşılacaktır. Bu arada 200 akçenin 4 altın liraya tekabül ettiğini[5]; böyle olunca da hediye, vakıf ikramiyesi, bahşiş vs.leri hariç bir ilkokul öğretmeninin aylık net eline geçen paranın 2000 lira olduğunu da belirtelim. Üstelik bu en alt limit. Şüphesiz ki zengin vakıfların hocalarına verdiği maaş bunun çok çok üstündeydi.
İbn Haldun diyor ya “Su nasıl suya benzerse, milletlerin geçmişleri de geleceklerine öylece benzer.”
Ben, öğretmenini kimseye muhtaç etmeyen eğitim sistemini; hastalandığında öğrencisini arayan hatta onu ziyaret eden, kendisine yavrusunu emanet eden veli ile sohbet edebilen, fakir öğrencisine yemek yedirip onun bayramlığını giydiren, öğrencisine dua eden öğretmeni; öpmek için hocasının eline eğilmekten imtina etmeyen öğrenciyi aramaya ve özlemeye devam edeceğim.
İnanıyorum ki bir gün, birisi, bu satırları OKUYACAK…
[1] İmparatorluk Seremonisi, Dündar Alikılıç, İstanbul, 2004,s. 181.
[2] Osmanlı’yı Cihan Devleti Yapan 150 Sır, Ali Karaçam, İstanbul, 2004, s.132.
[3] Bütün Yönleri ile Osmanlı, Erol Özbilgen, İstanbul, 2003, s.303.
[4] Osmanlı’da Eğitim Öğretim, Ziya Kazıcı, İstanbul, 2004, s.92.
[5] Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Yusuf Halaçoğlu, Ankara 1998, s.139.
Yeni yorum ekle