Müstekbir

İnsanlık tarihi, bir peygamberler tarihidir; İslam ve küfrün, tevhid ve şirkin, ıslahın ve ifsadın tarihidir. Bu tarihin ve tarihte yaşayan toplumların yapısına ilişkin sünnetullah, mele ve mütref, zalimler ve mazlumlar gibi bazı kavramlar Kur’an’da önemli bir yer tutar. Yine Firavun, Karun, Haman, Ebû Leheb gibi Kur’an’da geçen bazı özel isimler de belli bir düşünce, tavır ve ameli simgelerler. Nasıl ki tarih ve toplumlar, bazı ilimler ve ideolojiler tarafından sınıf, zümre, cinsiyet, kültür, ileri, geri, gelişmiş, azgelişmiş vb. kavramlarla açıklanmaya çalışılıyorsa Müslümanlar tarafından da tevhid ve şirk eksenli Kur’ânî kavramlarla açıklanabilir ve açıklanmalıdır. İşte Kur’an’da kullanılan müstekbir ve mustazaf kavramları da tarihte yaşamış, bugün de var olan bazı toplumsal tavırları ifade eden iki Kur’ânî kavramdır.

Müstekbir kavramının türetildiği “istikbar” kelimesi, “kişinin kendinde olmayanı varmış gibi izhar etmesi, kendini büyük göstermesi, hakkı olmadığı halde büyüklenmesi, büyüklük taslaması ve böbürlenmesi” anlamlarındadır. İstikbar kelimesi Kur’an-ı Kerim’de iki bağlamda kullanılır. Bunlardan birincisi iman etmeye karşı direnme diğeri de imana karşı inat etmekle birlikte bir siyasal tavır olarak mustazafları zayıf görme ve zayıf düşürme çabasıdır.

a) İmana Karşı İstikbar:

İmana karşı istikbar; insanın, kendini büyük görerek imana ihtiyacı olmadığı ve kendi kendine yeterli olduğu duygusunu taşıması ve bu duygunun doğurduğu davranışları yapmasıdır. Buna göre iman bakımından müstekbir, kendi kendine yeterli olduğunu sanan; Allah’a, ona kulluğa, duaya, peygambere, vahye, kitaba ve ahirete ihtiyacı olmadığını düşünerek böbürlenen kimsedir.

Gerçek büyük Allah’tır. Allah, büyüklüğü başkasının büyüklüğüyle kıyaslanmaktan da büyük olandır, yani “ekber”dir. Müstekbirin durumu ise hakkı olmadığı halde, büyüklüğünün bir hakikati olmadığı halde Kur’an’ın ifadesiyle “bi-ğayr-i hakkın” büyüklenmek olup (28/39; 41/15;46/20), bu durumu da psikolojik bir yanılsamadan ibarettir. Müstekbir, hakikatte kendinde olmayan bir güce sahip olduğunu vehmeder. Aynı zamanda kendinde olmayan gücü, büyüklüğü ve yeterliliği türlü desiselerle, hilelerle, yöntemlerle, araçlarla varmış gibi vehmettirir de. Bu nedenle müstekbirin durumu hakikat değildir, bir duygu halidir; zandır, vehimdir. Müstekbir, tıbbın megaloman diye isimlendirdiği büyüklük kuruntusuna tutulmuş psikolojisi bozuk bir rahatsızın akidevî, ahlakî, siyasî ve toplumsal boyutta bütün ilişkileri zehirleyen, ezen, yıkan, yok eden, ekonomik olarak şişen, azgın, zorba bir kişiye dönüşmüş halidir. Aslında aşağılık duygusunun, önemsiz olduğunu bilmenin ve güçsüzlüğün tersyüz edilmiş hali olan büyüklük vehmetme, müstekbiri kitabî ve kevnî ayetlerin bütününe karşı kapalı bir hale sokar.

Allah’ın ayetlerine karşı bu kapalılık, Kur’an’da müstekbirin en önemli özelliklerinden biri olarak belirtilir. Kalplerindeki eğrilik ve hastalık (2/10), gözlerine de yansımıştır (2/18). Bakarlar ama görmezler, algıları açık ama algılamaları bozuktur. Zira ayetleri işitirler ama hiç duymamış gibi büyüklük taslarlar (45/8). Bu durum Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (istikbar) yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver!” (31/7).

“Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler (istikbar).” (71/7).

Kur’ân’da müstekbirin daha başka özellikleri de sıralanır: Buna göre şeytanın yolunu takip eden müstekbirin en açık özelliği Allah’a ibadetten çekinmek ve kulluğu kibrine yedirememektir (4/172-173; 10/75; 16/49; 21/19; 40/48). Allah’tan başka ilah olmadığı söylendiğinde buna karşı inatla direnir (37/35), müminlerin inandıklarını, özellikle ahireti inkâr eder (7/76; 16/22), peygamberleri yalanlar, küçük görür, onlarla alay eder (2/87; 25/21; 46/10; 74 23), ayetlere karşı kibir taslar (6/93; 7/36; 7/40; 39/59; 45/31). Müstekbir, duanın dönüştürücü gücüne de inanmaz, dahası Allah’ın rahmet ve merhametine ihtiyacının olmadığını düşünür (63/5). Bu hâliyle Allah’a ve ahirete inanmayan müstekbirin (16/22) durumu, Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere içine konan hiçbir şeyi tutmayan devrik testi gibidir (Müslim, İman/231).

Birçok kötülüğün başlangıcı gibi hakkı olmadığı halde büyüklenmek de İblis ile başlar (2/34). Zira şeytan, Hz. Âdem’e secde etmemesinin bahanesini kibirden ve büyüklük iddiasından üretmiştir. İnsanların ibadete ve kulluğa karşı inatlarının bahanesi ise her döneme ve çağa göre değişiklik gösterebilir. Her şeyden önce insan fıtratının bir yönüyle fücura meyli en büyük etkenlerden biridir. Günümüzün en yaygın bahaneleri iş güçten zaman bulamamaktan başlayıp kademe kademe ilerlemektedir. Erdiğini düşünerek İslam’ın emir ve yasaklarıyla memur olmadıklarını, ibadete ihtiyaçlarının kalmadığını düşünen insanların ibahî tavırları, Müslüman âlimlerin tarih boyunca mücadele ettikleri bir durumdur.

Allah’a ibadetin, dinin emirlerine uymanın ve yasaklarından kaçınmanın zahitlerin işi olduğunu belirtmek de bir istikbar, büyüklenme ve böbürlenme göstergesidir. İnsana verilen aklın ve bilimin geldiği seviyenin peygambere, dine ve imana ihtiyaç bırakmadığını belirtmek de; her türlü iyiliklere sahip olduğunu düşünerek ibadetten kaçınmak da; kalbin temizliğine dayanarak ibadete gerek görmemek de Allah’ın ayetlerine karşı istikbarın bir göstergesidir.

Toplumumuzun bazı kesimlerinin Allah, iman, kitap, kulluk ve dinî her türlü inanç, eylem ve ahlak karşısındaki vurdumduymaz tavrı, ilgisizliği Allah’a ihtiyaç kalmadığı duygusunu içeren bir yanılsamadır. Allah ve din karşısında “ilgisizler”in, mühmel ateistlerin, namaz, oruç ve diğer ibadetler karşısında belirli bir küçümseme, alaya alma ve reddetme tavrını gösteren ideolojik ateistlerin de içinde bulundukları durum istikbar duygusundan başka bir şey değildir. Allah’ın ayetlerini sorgulamak, müminlerin neye inandığını bilmediklerini körü körüne inandıklarını iddia etmek de onların en yaygın davranışlarındandır. Bu en eski çağlardan en yeni zamanlara kadar, tarihin şafağında ortaya çıkmış medeniyetlerden en modern medeniyetlere kadar değişmeyen tavırlardan biridir. Kendilerinin okumuş, kültürlü, medeni, sanatsever ve daha ne kadar özellikli ama inananların inandıkları şeyleri dahi bilmediğini iddia ederek başlayan küçümseme tavrı, ancak müstekbir bir kimsenin duygusal halinden kaynaklanabilir.

b) Siyasi Bir Tavır Olarak İstikbar

İnsan medenî bir varlıktır. Bu nedenle hayatını da ancak bir toplum içinde yürütebilir. Kur’an-ı Kerim insan hayatının her alanına dair bilgiler sunar, yönlendirmeler yapar, yaratıcının emirlerini, yasaklarını ve tavsiyelerini bildirir. Misaller vererek müminleri tarihin hangi döneminde olursa olsun insanların hayatlarını; toplumlarını; toplum içindeki itikadî, ekonomik, sosyal durumlarını tahlile yönlendirir. İşte bu örneklerin birçoğu istikbar kavramı etrafında değerlendirilebilir.

Kur’an’a göre siyasal bir tavır olarak istikbar, salt siyasal bir tavır değildir; iman etmemeye eşlik eden bir siyasal tavırdır. İman etmemekle birlikte tekebbür kavramının anlamını da içeren şekilde büyüklük taslayarak insanlar üzerinde zorla egemenlik kurmaya çalışmaktır. Bu nedenle insanları eşitsizlikten ve baskıdan kurtarmak amacıyla peygamberlerin toplumsal adalete ve eşitliğe vurgu yapmaları siyasal tavra sahip müstekbirler tarafından daima tepkiyle karşılanmıştır. Kur’an’da toplumsal üst sınıfları oluşturan bu müstekbirler için bazı örnekler verilmiştir. Hz. Nuh’un kavmi, Hz. Salih’in kavmi Semud ve Hz. Hud’un kavmi Âd, Hz. Musa’ya ve onun halkına karşı Firavun ve askerleri, peygamberimize ve inananlara işkence eden Mekke’nin ileri gelen müşrikleri, müminlere ateşle işkence edip bu durumu seyreden Ashab-ı Uhdud, Hz. İsa’ya ve ona inanan havarilere işkence edenler bu örnekler arasındadır.

Allah, meselâ Semud kavmine yeryüzünde iktidar vermiş ve onları hükümdarlar yapmıştır (7/74). Allah’ın bu nimetine (7/74)  şükretmeleri yani namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamaları gerekir (22/41). Oysa her müstekbir gibi onlar da peygamberi yalanlamışlar (7/76, 7/133, 29/39, 46/20, 34/31, 41/15, 22/42), öğüt verenleri ve peygamberleri sevmemiş (7/79), sonra da hakları hiç yokken büyüklenmiş (46/20), saraylar edinmiş ve bozgunculuğa başlamışlardır (7/74). Müstekbirler Allah’ın elçilerinin azap tehditlerini ve uyarmalarını alayla dinleyip bu uyarıları bir eğlence vesilesi kılarlar (7/77, 21/2); üstelik peygamberleri (müminleri) “Ya dinimize dönersiniz ya da sizi bu şehirden çıkarırız.” diye tehdit ederler (7/88).

Müstekbirler gerçekte gücü olmayan şeytanın emrini dinlerler (14/22); gelip geçici olan mal ve evlat çokluğuyla övünürler (41/15). Peygamberler onlara zulüm için kullandıkları iktidarlarının meşru olmadığını hatırlattıklarında bundan ürküp güçlerinin muhafazası için her türlü hileye başvururlar (35/43). Yeryüzünde zulüm yapar, yeryüzünü ifsat eder, toplumu kamplara ayırıp birbirine düşman kılar, zayıfları ezip nesilleri yok eder, taşkınlık yaparlar (28/4, 39). Uluslararası müstekbirlerin bütün İslam toplumlarında uyguladıkları ifsat etme, kamplara bölme, halkları ve mezhepleri birbirine düşürme tavrının bugün de devam ettiğini görmek Kur’an’ın bu ayetinden haberi olan Müslümanlar için şaşırtıcı olmasa gerek.

Hz. Musa ve halkına işkence ve soykırımı reva gören Firavun, Kur’an’da “bir sistem olarak istikbar”ın en iyi örneklerinden biridir. Zira Firavunun düzeni, toplumsal, dinî, siyasî, askerî, ekonomik her türlü araçlarıyla istikbarı sürdürme yönünde örgütlenmiş bir sistemdir. Bu sistemin parçaları Kur’an’da anlatılır: Dini şeytanın yönlendirdiği şekliyle belirli bir yönde yorumlayarak çarpıtan din adamı sınıfı (7/175-176) insanların heva ve hevesine uymalarını sağlar. Refah içinde şımaran bir sınıf olarak toplumun mal biriktiren zenginleri/mütref (17/16; 34/34) ve bunların önderi olarak sunulan Karun (29/39; 40/24) sistemin iktisadî parçaları olarak peygamberlere verilenleri inkâr ederler. İnsanların hakikati görmelerini engelleyen sihirbaz sınıfı, gerçeği çarpıtarak (7/116) adeta manipülatif bir medya işlevi görürler. Bir ekâbir ve erkân zümresi oluşturan ileri gelenler/mele(37/35-36; 7/74-79) ve bu ileri gelenlerin önderi olarak büyük güç odaklarını Firavun’un iktidarı için yönlendiren Haman (23/45-48; 7/132-133) istikbar tavrını pekiştirirler. Firavunun zulmünü sürdüren toplumun ileri gelenlerine (mele) ve askerlerine ise özellikle vurgu yapılır: “O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.” (28/39)

Yukarıdaki ayetlerde verilen örneklerin tarihle sınırlı olmayıp evrensel bir tutum olduğunu bilmek gerekir. İster Firavun’un ister Âd kavminin olsun her türlü istikbar, özünde Allah’ın ayetlerini, tevhit ve adalet düzenini reddedip, gayr-ı meşru elde edilmiş bir iktidarın başkalarının kan ve terinin sömürüsü şeklinde zulüm yoluyla yükselmesini içerir. Dolayısıyla modern devlette ya da her türlü iktidar kullanımında bu ekonomik, toplumsal, siyasi odakların ve zulüm tavrının karşılıkları rahatça bulunabilir. Bu durumda sadece Kur’an’da örnek verilen Firavun ve avanesi, Âd ve Semud kavimleri gibi örnekler değil, halkını ezen, ekonomik olarak onları güçsüz bırakıp sömüren, insan onurunu ayaklar altına alan, insanî ve dinî haklarını reddeden, zulmeden, insanlara hükmetmek için onları her türlü manipülasyon ve güdümleme ile güçsüz bırakan, kirli bilgiler yayan, halkının malını, canını, ırzını, emeklerini heder eden klasik ya da modern her türlü iktidar odağı da müstekbirdir.

Haksız, gayr-i meşru olan ve mazlumları gözetmeyen her iktidar sınırsız ve sorumsuz güç ve servet temerküzüne gider. Gücün merkezileşmesi adaletsizliği artırır. Müstekbirin paranoyak tutumu da bu noktada ortaya çıkar. Hükümranlığa sahip olmak kendisinin büyük olduğu vehmini doğurur ve Firavunun yaptığı gibi en büyük rabbin kendisi olduğunu (79/24), Hz. İbrahim’e karşı Nemrut’un yaptığı gibi öldüren ve diriltenin kendisi olduğunu söylemeye kadar vardırır. Kur’an’da bu şımarıklığın hükümdarlık verilmiş olmasına bağlanması bu açıdan önemlidir. Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, ‘Benim Rabbim diriltir, öldürür.’ demiş; o da, ‘Ben de diriltir, öldürürüm.’ demişti…”(2/258).

Fakat Hz. İbrahim, her müstekbir gibi hayat ve ölüm hakkının dahi kendi gücü ve yetkisi dâhilinde olduğunu vehmeden Nemrut’a bu vehmini yerle bir eden soruyu sormuştur. Bu soru, aynı zamanda Nemrut’a gerçek büyüğün Allah olduğunu da hatırlatmıştır.

“(Bunun üzerine) İbrahim, ‘Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir.’ deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”(2/258).

Müstekbirin ahiretteki durumuna gelince: “Allah müstekbirleri elbette ki sevmez.” (16/23) Kur’an müstekbirlere, büyüklenmelerinin ahirette hiçbir işe yaramayacağını sık sık hatırlatır. Onların ahirette ne bir dostları ve ne de yardımcıları vardır (4/173). Cehenneme girecekler (7/36), acı bir azapla yüz yüze geleceklerdir (31/7). Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Âyetlerimizi yalanlayanlar ve o âyetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler!  Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.”(7/40).

Bir başka ayette de şöyle buyurulur:

“İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!” (46/20).

Eşref ALTAŞ