Bedir’den Şehadet Semasına Çırpılan Kanatlar

 

Can kuşu, ten kafesinin içine düştü. Akıp geldi bekâ mülkünden, fenâ diyarına. Varlık göğünden havalandı, gezdi ve sonra kondu beden memleketinin ağaçlarının dallarına. Dünyanın yemişinden yedi, dünya suyundan içti. Bir bedene can oldu, bir memlekete hükümdar. Kalıbına güç verdi, irade oldu, imkân sundu. Toprağa karıştı, insan eyledi. Cesedi, şenlik eyledi. Beşeri, kâmil eyledi. Ervah memleketinin kuşu, uç denildi de uçtu. Ten kafesi, ona sûret oldu. Ne görebildi kimse onu, ne kanatlarının pervaz edişini duyan oldu. Tene can katması ile bilindi. Tende, âzâlarda hayır olup gezinmesiyle tanındı. Ellerden cömertlik kokuları dağıttı. Ayaklar ile zorluk yollarına düştü. Alınlarla yakınlık ikramını aradı secdelerde. Beli ilahî huzurda büktü. Kollar ile hizmetinde oldu Hakk’ın sarsılmaz tarafının. Dili ile mülkün sahibini övdü ve andı. Kulaklar ile o diyarın nağmelerini işitti.

 Can kuşu, ten kafesi içinde gezdi dolandı hep. Bazen kanatlarını vurdu kafesin tellerine, varlık semasına, rıza mülküne uçmak diledi ama “gel” denilmeden yol alınmaz ki! “Dön” denilmeden güzergâha teveccüh edilmez ki! “Tenini insân edegör!” denildi. Buyruğu bekledi can kuşu. “Özünde inkılablar yap!”, “Can ol, can kat mülküne!” denildi. “Sana sûret olsun ten kafesi” denildi. “Mülküne halife ol, irfan tacını başına tak” denildi. “Hakk’ın zaferlerini tüm dünyaya yay. Yârin hatırını âli tutmayı âlemine öğret” denildi. Sözünü göndere çekmek için uğraştı durdu can kuşu. Uçuştu durdu ten kafesinde. Sûret oldu ona ten kafesi, memleket oldu. Beden mülkünde Hakk’ın devletini inşa etti. Hakk’ın hudutlarını korudu, Hakk’ın hükmünü okuttu ferman diye. Yeri geldi bunun için dip diri tuttu bedeni, batılın karşısına dikti. Yeri geldi tahammülün her türlüsüne göğüs gerdi. Böylece sürdü dünya koşuşturması. Ve sonunda bir kutlu hitap erişti kulaklara. Bir yüce nasip indi semanın iradesinden. Can kuşuna seslenildi bekâdan: “Ey mutmain nefis! Gel!” diye. Bedenini bırakıp ardında, kanat vurdu aşkın semasına. Bir kızıl gonca gibi arkasında bırakarak ten kafesini, uçuverdi cennet goncalarına.


Yeşil Cennet Kuşlarının Kursaklarında…

Can kuşu cennete uçarsa yeni bir ten verilir ona. Yeni teni de elbette kuş sûretinde olur. Rabbinden ikramdır bu. Artık cennet semasında uçmakta ve cennet ağaçlarının dallarına konmaktadır. Can kuşuna verilen yeni ten bu sefer dünyadaki gibi kafes sûretinde değildir. Kuş sûretindedir. Kafesini dahi kuş yapan bir cezbe. Ancak feda olabilene, ötelerden çağrılar işitene ve aşkın sedasına icabet edene yani şehitlere ikram edilecek bir ikram. Can kuşu, geride can bıraktı da, teni terk etti de can esintisinin kaynadığı yere uçtu. Bu kurban oluş, bu adanış ile artık teni de kuş sûretindedir. Can kuşu, yeşil cennet kuşlarının kursaklarına konuldu. Nitekim şehitlerin halleri İki Cihan Serverine (sas) sorulduğunda bahsetmişti bundan:

“Kardeşlerinize (şehidlik) isabet edince Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına yerleştirdi. Onlar cennet nehirlerine uğrar meyvelerinden yerler (sonra), arşın gölgesinde asılı olan altından kandillere dönerler. (Şehidler) Yediklerinin, içtiklerinin ve kaldıkları yerin güzelliğini görünce, “Bizim cennette diri olup da (şehadetten dolayı cennet nimetleriyle) rızıklandırıldığımızı, cihada yönelmeleri ve harbden korkup kaçmamaları için (dünyada bulunan) kardeşlerimize iletecek kim var? derler. (Bunun üzerine) Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (cc): (Bunu) sizden onlara ben eriştireceğim” buyuracak. (Nitekim) Allah: “Allah yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyin....” (Âl-i İmrân, 3/169) (meâlindeki) âyet-i kerimeyi sonuna kadar indirdi.”[1]

Demek ki Allah için can verene yeşil cennet kuşlarının kursakları ikram edilir. Can verenlere, arşın kandilleri yuva olur ve onlar rıza ağaçlarında Rabbanî azıklarla rızıklanırlar. Rableri onlara nazar eder. Arşın kandillerine konarlar ve oralardan uçuşurlar cennet fezasına. Rableri sorar onlara “Burada arzu ettiğiniz bir şey var mıdır?” Çünkü onlar razı olanlar ve kendilerinden de razı olunmuş olunanlardır. Derler ki: “Cennette dilediğimiz yere gidebiliyorken daha neyi arzu edelim.” Bunun üzerine kendilerine tekrar sorulur. Ve derler ki “Ey Rabbimiz! Bizim ruhlarımızı, cesetlerimize iade et! Senin yolunda tekrar şehit olalım” Ve bu böylece sürgit devam eylesin. Nitekim İki Cihan Güneşi buyurdu:

“Cennete giden hiç kimse, yeniden dünyaya dönmeyi ve dünyalık adına herhangi bir şeyin kendisi için olmasını istemez. Şehit olan kimse bunun dışındadır. O, gördüğü o büyük mükâfattan ötürü, on defa daha (Allah yolunda) ölmek için dünyaya dönmeyi arzu eder.”[2]                  Yine Câbir (ra)’ın anlattığı gibi: Rasûlullah (as) bana “Ey Câbir! Seni üzüntülü görüyorum, hayırdır?” diye sordu. Ben de: “Ey Allah’ın Rasûlü! Babam şehit oldu. Arkasında çoluk-çocuk ve bir de borç bıraktı.” dedim. O da: “Allah’ın babanı nasıl (güzel) karşıladığına dair sana müjde vereyim mi?” dedi. “Buyurun ey Allah’ın Rasûlü” deyince, şöyle söyledi:

Allah (şimdiye kadar) kiminle konuştuysa, ancak bir perde gerisinde konuştu. Fakat babanı diriltip kendisiyle yüz yüze konuştu ve buyurdu ki: 'Ey kulum! Arzu ve isteklerini söyle, sana vereyim.’ O da: ‘Ya Rab! Beni diriltmeni ve bir defa daha yolunda öldürülmeyi istiyorum.’, dedi. Şanı yüce Rab, şöyle buyurdu: ‘Daha önce (ezeli ilmimde) şu kararı verdim ki, onlar (hiç kimse, ölümünden sonra) tekrar dünyaya geri gönderilmez.’ İşte şu âyet bu konuda inmiştir: “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın.” (Âl-i İmrân, 3/169)[3]

Demek ki hoşnutluk makamının tutumudur bu: “Ne arzu edilirse vermek.” Rableri can kuşlarına hep rıza nazarı ile bakarak gönüllerini yapmak ister. Oysa şehitler zaten rızada mest olmuş değil midirler? İstemeyi istemezler. Çünkü bu aşkın yegâne arzusu, bir defa daha maşuku için can verebilmeye yol gözlemek, fırsat aramaktır. Çünkü aşk, sırf vermektir. Talepsiz feda oluştur. Şehadet ise bu yüce duruşun sadece bir belgesidir. Duygusunun ise ifadesi müşküldür.

Aşkın Verimi Vermektir. Veremi ise Sömürmektir…

Ne söyler durur bu can kuşu? Can bülbülü? Ne görür de rıza için tekrar tekrar kendini feda eylemek için can atar? Ne görür şehadetin kızıl goncasındaki sırılsıklam bakışlarda? Ne görür de kalbini verir gülün endamına? Dilinde Canan methini vird eder ve hazzını avaz edip arşa çıkarır. Neden tutulanlar tutuşmak ister hep? Canan’a yakın olmak yetmez de Canan’da olmak, rızasında, nazarında olmak isterler? Neden yanaşmak yetmez de yanmak isterler? Feda olmak neden provası olmuştur yanıkların? Neden yaklaşmak doyurmaz da yakılmak isterler? Neden bülbüle yakışan canın sunmaktır güle? Çünkü candan başka pahada ağır bir şeyi yoktur ki. Canını vermek ister Canan’ına. Bilir ki “vermek mahareti” âşıkların hüneridir.

Maşukun sunağına baş uzatmak, biricik erdemidir âşığın. “Hep verici olmak” yazgısıdır bahtının. Çünkü aşkın verimi vermekle olur, veremi ise sömürmekle. Bu yüzdendir âşıklar, canlarını düşürmek isterler maşuk toprağına. Ter, kan ve mürekkep neleri varsa karıştırmak isterler Canan’ın ırmağına. Bütün çabaları hep özveridir. Özde ne varsa feda edilir. Ne verilse azdır oysaki. Çünkü Canan, bütün vermelerin sultanıdır. Her ne var ise zaten ondan vergidir, ariyettir. Emaneti götürüp teslim etmek gerekir maşuk huzuruna. Ki o huzur, sesi titretir, yüreği sarsar, kalıplardan söküp alır kalpleri. Hoşnutluk meyvesinin serinliği yüzüne, temaşanın zevki diline vurur aşığın. Tahtında Rabbe gülümserken rıza lokmasının lezzetiyle mest olur. Gönül, bülbül olur da sırrın açmak ister gülüne. Cemal bulmak diler, yakınlık ikramından ister. Oysa yakınlık ülkesine, yakıcı köprülerden geçerek gidilir ancak. O yüzdendir ateşe düşmeden görünmez bülbüle gülü. Can vermeden, canlanmak mümkün olmaz. Canını ikram edene açılır perde ve nazarına sunulur Canan illeri.

Bedir’den Şehadet Semasına Uçanlar

Bedir meydanından cennet bağına tam on dört can kuş kanat çırparak uçuruldu. Mihca' bin Salih, Ubeyde bin Hâris, Umeyr ibn Humâm, Umeyr bin Ebî Vakkâs, Zü`ş-şimâleyn ibn abdi Amr, Akil bin Bukeyr, Safvân bin Beydâ, Sa‘d ibn Hayseme, Mubeşşir bin Abdilmunzir, Yezid bin Hâris, Rafi bin Mualla, Hârise bin Surâka, Avf ibn Afrâ, Muavviz bin Afrâ. Tam on dört can, canlandı cennet kandillerinin altında. 

Bedir’de cennet semasına ilk kanat vuran ruh, Mihca' b. Salih (ra) idi. Bedir’de mübareze geleneği sebebiyle ilk olarak ortaya çıkan kişilerin vuruşması beklenirken, öyle olmadı. Âmir bin Hadramî adlı müşrik, kâfirleri galeyana getirmek için harp usulüne de muhalefet ederek mücahitlerin tarafına doğru bir ok fırlatmıştı. Bu ok muhacir Müslümanlardan Mihca' hazretlerine isabet etti. Mihca' (ra) Bedir meydanından arşın kandillerine yükselen ilk can oldu. Rabbe ilk yollanan fedai. Cennet kuşlarının kursaklarına konan ve nurdan kandillerin içerisine girip çıkan ilk can kuşu, Mihca' (ra) oldu. Rasûl-i Ekrem (sas), onun için: “Mihca', şehidlerin efendisidir” buyurdu. Şehadet kuşu oldu Mihca'. Bir ok ile sema sofralarına kuruldu.

Bir diğer şehit, Peygamber (sas)’in amcaoğlu Ubeyde b. Hâris (ra) idi. Abdümenâfoğulları’nın en yaşlısı ve reisi olan Ubeyde, Hz. Peygamber’in tebliğini güvendiği kimselerle sınırlı tuttuğu dönemde henüz Dârü’l-Erkam’daki faaliyetlerine başlamadan önce Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla İslâm’ı kabul etmişti. Onun dokuzuncu müslüman olduğu zikredilir.

Bedir’de mübareze için meydan yerine çıkan üç kişiden biriydi Ubeyde. “Kalk, Ya Ubeyde” hitabı ile vuruşmaya kalkmış ve Bedir’den bir kuş gibi cennet ağaçlarının dallarına yollanmıştı. Bedir günü peygambere meydan okuyan Utbe ve oğullarının karşısına Ali (ra) ve Hamza (ra) ile birlikte çıkmıştı. Velid’e karşı Ali (ra), Şeybe’ye karşı Hamza (ra) çekmişti kılıcını. Utbe’nin karşısına ise Ubeyde (ra) dikilmişti.

Ubeyde ve Utbe her iki ordunun en yaşlı savaşçıları idi. Ali (ra) ve Hamza (ra) rakiplerinin hakkından gelmişti. Ubeyde (ra) ise, Utbe’yi sol tarafından derin bir yara ile yaralamıştı. Fakat kendisi de baldırından yaralanmıştı. Hz. Ali ve Hz. Hamza Utbe’nin hakkında da geldiler ve yaralı olan Hz. Ubeyde’yi Rasûlullah (sas)’in yanına getirdiler. Ubeyde (ra), iki cihan serverinin dizlerine uzandı. Rasûlullah (sas) onun yüzündeki toprakları temizlerken Ubeyde (ra) sordu: “Acaba ben şehid miyim?” Hz. Peygamber (sas) cevap verdi: “Evet, sen şehidsin” Bunun üzerine “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’a yemin ederim ki! Eğer Ebû Talib beni bu halde görseydi; “Ne zaman ki hepimiz Muhammed’in etrafında vurulup yere serilir ve bizden, çocuk ve kadınlarımızı koruyacak kimse kalmazsa, ancak o zaman onu düşmanlarıyla baş başa bırakırız” demeye, beni kendinden daha fazla hak sahibi görecekti.” dedi. Sonra şu şiiri söyledi:

Ne mutlu o kişiye ki

Hayatının sonunda

Bulur şanlı peygamberi

Kendisinin başucunda

Ubeyde b. Hâris (ra) Bedir’den dönülürken, Safrâ denilen mevkide can verdi ve oraya defnedildi. Ne zaman ashâb oradan geçecek olsa misk kokuları duyarlardı. Bir defasında Rasûlullah (sas) “İşte Ubeyde b. Hâris’in kabri oradadır” buyurarak, misk kokusunun oradan yayıldığına işaret etmişti.[4]

Canına şehadet kanatları takmaya pek hevesli olanlardan biri de Umeyr b. Humâm (ra) idi. Bedir meydanında elinde bulunan hurmaları yerken bir yandan da şehitleri cennetle müjdeleyen Allah Rasûlü (sas)’e soruyordu: “Yâ Rasûlallah! Cennet, gerçekten yer ve göklerden geniş mi?” Rasûlullah (sas) “Evet” buyurdular. Umeyr b. Humâm: “Peh peh! Demek ki benimle cennet arasında, yalnızca şu adamların beni öldürmesi var!” dedi. Rasûlullah (sas) sordu: “Niçin öyle peh peh dedin?” Umeyr (ra): “Cennet ehlinden olmayı umduğum için.” dedi. Rasûlullah (sas): “Sen zaten cennet ehlindensin.” buyurdular.  Bunun üzerine Umeyr (ra) “Yemek yiyecek kadar bekleyemem, orada bol bol vaktim olacak. Orada ebedî hayat var.” dedi. Ellerindeki hurmaları fırlatarak kılıcını çekti ve şehadete dek vuruştu.[5]

Rasûlullah (sas)’in cennete ve cihada dair sözleri ile şehadet hazzını tatmak için mest olan bir diğer sahabe Avf b.Hâris (ra) idi. Avf, kardeşi Muâz ile birlikte birinci ve ikinci Akabe biatlarında bulunmuş bir sahâbiydi. Avf (ra) aslında Utbe, Şeybe ve Velid karşısına kardeşleri Muâz ve Muavviz ile çıkan ilk yiğitlerdendi. Fakat Utbe onların Ensâr’dan olduğunu öğrenince onları küçümsemiş ve onlarla dövüşmeyeceğini söylemişti. Rasûlullah (sas) de Avf ve kardeşlerine dua ederek saflarına dönmelerini emretmişti.

Savaşın kızıştığı bir zamanda Avf b. Hâris (ra) Efendimize (sas) koştu ve sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kulun Rabbini hoşnut eden işi nedir?” Âlemlerin sultanı (sas): “Elinden kalkanın düşse de bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallamaktır!” buyurdular. Bunun üzerine Avf b. Hâris, daha çevik hareket edebilmek için zırhını da çıkartarak yalın kılıç düşmanın arasına daldı. Kardeşi Muavviz ile beraber Ebû Cehil’i arıyorlardı. Abdurrahman bin Avf (ra)’ı görüp ona Ebû Cehil’i sordular. O da onlara Ebû Cehil’i gösterdi. Birden aslan kesilip üzerine doğru hamle yaptılar. Kılıçları havada kavisler çiziyordu. Ebû Cehil’e ölümcül darbeler vurdular, fakat Ebû Cehil oğlu İkrime babasını koruyarak Avf ile kardeşini şehid etti.

Savaştan sonra Rasûlullah (sas): “Allah, Afra’nın şu iki oğluna rahmet etsin! Onlar, bu ümmetin Firavunu, küfrün başının öldürülmesine iştirak ettiler.” diyerek her iki kardeşe dua etti.[6] Avf ve Muavviz ta asr-ı saadetten döne döne çarpışmanın, bileğin hakkını vermenin ve Rabbi hoşnut etmenin dersini verdi bizlere. Çifte kumrular oldular cennet ağaçlarının dallarında.

Daha ömrünün baharında Bedir’de su havuzunun hemen yanından cennete kanat çırpan bir başka yiğit Hârise b Sürâka (ra) idi. Yaşının küçük olması sebebiyle Bedir Gazvesi’ne savaşçı olarak katılamayan Hârise, savaş alanının gerisinde su havuzunun kenarında iken müşriklerin attığı bir ok ile Ensâr’ın ilk şehidi olma şerefine nâil oldu. Çünkü yaşı küçük olsa da şehadet aşkı büyüktü. Nitekim Hârise, bir gün Rasûlullah (sas) ile sohbet ederken Efendimiz (sas) ona sordu: “Nasılsın ey Hârise?” Harise (ra): “Allah’a gerçek manada iman eder bir haldeyim.” dedi. Rasûlullah (sas): “Ne dediğini iyice düşündün mü? Her şeyin bir hakikati (bir delili), işareti vardır. Senin imanının hakikati nedir?” diye sordu.

Harise (ra): “Nefsim dünyadan yüz çevirdi. Bunun için gecelerim uykusuz, gündüzlerim susamış bir şekilde geçiriyor. Rabbimin arşına apaçık bakıyor gibiyim. Cennet ehlinin orada Rabbimizi ziyaret ettiğini, cehennem ehlinin de bağrıştıklarını seyrediyor gibiyim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sas): “Ey Hârise! Sen arif olmuşsun bu halini devam ettir! Ona sıkı sıkı sarıl!” buyurdu. Fakat Hârise (ra) irfanının yanına şehadeti de eklemek istiyordu. Ve dedi ki: “Yâ Rasûlallah! Şehit olmam için bana dua buyur.”

Rasûlullah (sas), iman ve irfanda zirveye çıkmış olan genç Hârise’ye dua etti.[7] Yani Hârise (ra) hem hakikate hem de şehadete yanık bir sahâbiydi.[8] Ve buna ek olarak hem irfanının beratını almıştı Efendimizden hem de şehadet için rasûl duası almıştı.

Hârise’nin Bedir’de şehadet haberi Medine’ye annesi Rubey’a Hatun’a gelince o yiğit kadın dedi ki: “Benden cahiliyet zamanının alışkanlıklarını beklemeyin. Şimdi evlat kaybetmenin acısını kalbime gömüyorum. Rasûlullah (sas)’ın dönmesini bekleyeceğim. Şayet Hârise şehid olarak cennetlik olmuşsa elbette ki gözümden tek damla yaş sızmayacak; şükür secdesine varacağım. Ama ruhunu imansız olarak teslim etmişse; bu gözlerin şu dünyayı görmesine artık lüzum kalmaz. O zaman kanlı gözyaşları ile ağlayacağım.”

Efendimiz (sas), kendisine Hârise’nin firdevs-i a’lâ cennetinde olduğunu haber verdiğinde annemiz sevinçle oradan ayrılırken kendi kendine: “Bak hele! Bak hele şu senin yüce nasibine ey Hârise!” diyordu.[9]

Umeyr b. Ebi Vakkâs (ra) küçük yaşında şehadet gömleğini giyen bir başka candı. Sa’d b. Ebî Vakkâs (ra)’ın kardeşiydi Umeyr. Sa’d onun hakkında şöyle demişti:

“Kardeşim Umeyr b. Ebî Vakkâs’ı, Efendimiz (sas) bizi teftiş etmezden önce Bedir suyunda gördüm, orada saklanıyordu. Ben: “Ey kardeşim, niçin gizleniyorsun?” diye sorunca, “Hz. Peygamber beni küçük görür de geri çevirir diye korkuyorum. Hâlbuki ben de meydana çıkmak istiyorum. Umulur ki, Allah bana şehidlik mertebesi verir” dedi. Sonunda o, Efendimize (sas) gösterildi. Hz. Peygamber onu küçük bularak savaşa katılmasına izin vermedi. O ise ağladı. Bunu gören Hz. Peygamber ona izin verdi. Küçüklüğünden ötürü, kılıcının ve kınının iplerini onun yerine ben bağlıyordum. O, on altı yaşında iken şehid düştü.[10]

Bedir ve şehadet denildiğinde bekârlar evinin şehidi Sa’d b Hayseme (ra)’ı da anmak gerekir. Genç ve bekâr sahâbilerin İslâm için ödedikleri bedeller saymakla bitmez. Her biri delikanlılığın hakkını vermenin, zindeliğin karşılığını ödemenin nasıl olması gerektiğine dair en güzel örnekliği sundular. Onlar, Allah’ın Elçisinin yanında olmanın hazzı, gönüllerini Efendiler Efendisine rabt etmenin aşkı ile Muhammed Mustafa (sas) etrafında pervane gibi dönen gençlerdi.

Medine’de muhacir sahâbilerin bekâr olanları Sa’d b. Hayseme (ra)’ın evinde kalmakta idiler. İslâm’ın tahkik edildiği bir barınaktı orası. İslâm’la barınılan, can gıdası alınan bir dostluk merkeziydi. Zamanında Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evini açtığı gibi, Sa’d da bekâr sahâbilere evini açmıştı. Allah Rasûlü (sas) de buraya gelmiş gençlerle sohbet etmişti. Sa’d b. Hayseme (ra)’ın evine ‘bekârlar veya garipler evi’ manasına gelen menzilü’l-uzzâb, dâru’l-uzzâb veya beytü’l-gurrâb denirdi. Bu ev, Medine’de İslâm’ın ilk günlerinde Musab b. Umeyr (ra)’ın Rasûlullah (sas)’den izin isteyerek yeni Müslüman olmuş sahabilere ilk kez Cuma namazı kıldırdığı mekândı. Nitekim Sa’d b. Hayseme (ra) da misafirlerine koyun keserek ikram ederdi.[11] Bu ev ilk hicret eden sahabileri de misafir eden bir mekân olmuştu. İşte bu evin yiğidiydi Sa‘d.

Bedir meydanına gidileceği haberi gelince, Sa’d ve babası Hayseme (ra) arasında kimin cepheye gideceği ve kimin hanımların yanında kalacağı konusunda bir tartışma çıkmıştı. Babası oğluna, evde kalmayı tercih etmesini rica etti. Sa’d (ra) ise, kendisinin de cihâda gitmek istediğini söyleyerek, babasının istediği şehitlikten istediğini belirtti. Babasının teklifini üzülerek reddetti. Şehadet tutkusu, cemal ikrâmının hazzı her ikisinin de vazgeçmesine mani oluyordu. Tartışma sonunda kura çekmeye karar verdiler ve kura Sa‘d (ra)’a çıktı. Babası ısrar etmekte devam ediyor, “N’olur, müsaade et ben şehit olayım” diyordu. Fakat Sa’d (ra) özür dileyerek:

“Ey babacığım! Cennetten başka bir konu olsaydı seni kendi nefsime tercih ederdim. Ama söz konusu cennet olunca bunu yapamam. Bedir’e gidip orada Allah rızası uğrunda şehit olacağımı umuyorum. Ne olur beni anla!” dedi.[12] Israrıyla bir sonuca varamayan babası, Sa‘d (ra)’ı Bedir’e uğurladı. Aslında Sa‘d’ın can kuşu daha oracıktan cennete çoktan uçmuştu. Bedir sadece kafesin kapağını açan bir dokunuş olacaktı.

Bedir’deki şehadet öyküleri bitmez. Çünkü Bedir bir başlangıçtı. Bedir’de kıyamete dek sürecek vuslat ateşi sönmemek üzere yakılmıştı. Adanmanın kitabına adını yazdıranlar, listenin başında hep Bedir’in yücelenlerini görürler ve imrenerek girerler onların yoluna. Bilirler ki, hayran kalmaktır aşığı baştan çıkaran ve Rabbinin huzuruna çıkma telaşı ile yanıp tutuşturarak meydan yerine çeken.

Bu sevda hikâyesini, kalpleri yalnız madde ile diri olanlar ne bilsin! Ölümsüz bir hayat arayanların manasını, kuru dava için varlık sürenler nasıl anlasın! Şehitlerin kursaklarında mekân tuttukları kuşların neden yeşil olduğunu, canlılığı ve zindeliği dünya sofralarının karasına bulaşanlar nasıl fark etsin! Can kuşlarının özgürce semaya kanat vuran seslerini, ten kafesine mahsur kulaklar nasıl işitsin! Hakikatin mealine gönül vermenin hazzını kim anlatacak? Bize dahi düşmez bu vazife. Şehidin hikâyesini, şehadetin meydan yerine bıraktığı mesaj zaten özetler. Şehadet hakkında konuşmak meydanın hakkını verenlerin haddidir. Onlar da arkalarında bıraktıkları çağrıyla konuşuyorlar. “Meydanın hakkını verene, cennet meydanları açılır” diyorlar. Demek ki şehit, cennete yol açandır. Bunu anlayanlar zaten çoktan gittiler. Biz kaldık geride. Geride: İmrenmenin ülkesinde. Kendi kanatlarımızı bekleyerek. Umarız ve dileriz ki bize de verilir de, pervaz ederiz aşkın ufkuna. Hoşnutluk telaşıyla…



[1] Ebû Dâvûd, Cihâd, 25.

[2] Buhârî, Cihâd, 21; Müslim, İmâret, 109-1877.

[3] Tirmizî, Tefsiru sûreti Âl-i İmrân, h.no: 3010.

[4] İbn İshâk, es-Sîre, s. 124, 288; İbn Sa‘d, et-Tabaķāt, III, 50-52; A. Köksal, İslâm Tarihi, III/345-346.

[5] Müslim, İmâret, 145; Müsned, 3/136; İbn Hacer, İsâbe, 6031; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4066; Vâkidî, Megâzî, 1/146; Şâmî, Sübülü’l-Hüdâ, 4/45.

[6] Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 24, 68, 88-89, 91, 118, 146, 149-150, 162; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 429, 627-628, 708; İbn Sa‘d, et-Tabakat, I, 219; II, 17-18; III, 492-493; VIII, 443.

[7] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 907.

[8] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, I, 425-426.

[9] Buhârî, “Cihâd”, 14, “Meğâzî”, 9, “Riķâķ”, 51)., A. Köksal, İslâm Tarihi, III/345-346.

[10] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 4089; Vâkidî, Megâzî, 1/21; Ebu Nuaym, Marifetü’s-Sahabe, 3/461; İbn Kudâme, Ensâb, 291.

[11] İbn Sa’d, Tabakât, 3/118.

[12] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 1986; İbn Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 169; Zehebî, Siyer, 2209.

Yazar: