İnsan, bireysel ve toplumsal yaşamı, maddî ve manevî yaşamı, nefsî ve ruhî yaşam boyutları olan bir canlı. Kendi yaşamı bir yana, başkalarının yaşamını da kendi yaşamı haline getiren, kendininkine katan, hatta başkalarının yaşamlarının gölgesinde yaşayan bir varlık. İnsan ki, yaşamını ötekilere bulaştıran ve berikinin yaşamından da etkilenebilen bir bünye. Güzel tarafı da var bunun. İnsan değil mi ki kendini götürdüğü her yere bir umut da götürebilen. Kokusunu rüzgâra bırakan çiçekler gibi, “yağmadır alan alsın” deyip etrafa iyilik ve ihsan esintileri savuran.
İnsan, insanın hem baharıdır, hem zemherisi. İnsandır insana yaşam kapısını açan da, zaaf ve kirini kusan da. Bu sebepledir yaşamlarımız biraz da ötekilerin teni ve teri kokar. Zaman ve mekânın ruhu da siner yaşamımıza. Şehrimiz, kabilemiz, ırkımız kokar. Bir de bakmışsın ki benim dediğin yaşamını dahi almışlar elinden. Yaşlar ilerlemiş, ama sen durmuşsun, rakamlar büyümüş ama sen hiç yaşamamışsın. Ya da boşa gitmiş, taklit nispetinde kalmış yaşamın. Çağın huyu bu değil mi? Hiç kimsenin yaşamı, güzelin kokusunu bilmiyor artık. Kimsenin ömrü, bayram sabahı kokmuyor. Tene yeni dokunan bezde saflık yok. Yaşam diye üstümüze giydiğimiz sıfatlar ötekilerin kir ve bulaşığı. Sahici ve bizim değil, pis ve kullanılmış. Bu sebepledir ki insan koca bir aldanmanın adamı. İkinci el yaşamların müşterisi. Üretilmiş endamlar içinde, kendine biçilmiş kaftanlarda kurumlu. Ama öyle mi gerçekten?
Ey İnsan! Yaşadığını sanan avutulmuş! Ben olayım derken, başkalarının rüyası olmuş, kandırılmış, dolandırılmış büyük müflis. Hayatta olduğunu sanıyorsun, nabzın atıyor diye. Ama öyle mi gerçekten? Yaşayanlara “sağ” denir ya. “Sağ”, yaşamda olan demektir. Yaşamı olmaya da sağ’lık denir ya malum. Peki, yaşasa da “sağ oluşu” hep başkalarının diriliği ve sağ’lığı için olana ne denir? Herkesin “sağ ol” dediği varlık! Dur ve bir düşün: Sağ olmamızı isteyenler neden bunu beklerler bizden? Bizim sağ olmamızı hep kendileri için isterler. Yaşamımız kimin sağ kalmasına hizmet eder? Hep başkalarının sunduğu yaşamları tüketenlere, yüceltenlere, yaşayanlara ne denir? Sağ mıdır başkalarının anahtarları ile kendini kilitlemiş olan. Kendini keşfedip de, kendini yaşayamamak Sağ’lık mıdır gerçekten?
İnsan, kendi elleri ile kendini boğan bir varlık. Yaptıkları dolanıyor boynuna, ölümü oluyor. Yaşamına doldurdukları, biriktirdikleri, topladıkları, yaşam alanını küçültüp nefesini kesiyor. Yaşamlarımız huzur sunsun diye etrafımıza yerleştirdiğimiz nesnelerin işgali altında. Mobilyalar, evler, barklar, dükkânlar, markalar öyle ses çıkarıyorlar ki. İç sesi boğuyor nesneler. İç sesi boğuyor madde. Dışı ile içini çatıştırmadan yürüse, yolları çiçeklenecek insanın, ama belli ki dışına kulak kesilmiş insan. Dış sesi açmış, iç sesi kısmış yürüyor dengesizce. İletişim kanalları dediğimiz oluklardan sağırcıl sesler akıyor. İletişimin gürültü üretmek olduğunu sanan çağımızın gerçek vebası budur. Komşusunun açlığına değil, kendi açlığına dahi sağır bir insanla yüz yüzeyiz. Sadece berikine değil, kendisine bile acımasız. Asla hatırlamıyor kendini. Kulakları, dış sesin azgın ve yüksek dozuna kurban edilmiş. İç ses cılız ve gereksiz bir endişenin anonsudur artık. Kim çevirecek içe kulağını? Kim dinleyecek fıtratın bestesini? Kulaklarımız kendimizi duymak için değil, ötekinin gürültüsüne boğulmak için varlar sanki. İnsan, iki sesi aynı anda dinleyemeyen bir varlık oysaki. Ya içini susturup dışını dinleyecek. Ya da dışını susturup içine kulak kesilecek. Çağımız ise, dışı susturmaya prim veriyor. Fareli köyün, kulaklarından çalınmış sıçanları gibiyiz. Kulaklarımız küresel köyün kavalcıların çekelediği yere doğru gidiyor. Kendimize dahi ikram etmediğimiz sükûtu, ne kolay bağışlıyoruz bizi bizden uzaklaştırmak isteyen büyücülere. Kulaklarımızı ve dinleyişimizi bağışlıyoruz cahiliyenin sunaklarına. Kendimize çekilecekken, kulağından çekilip götürülenler oluyoruz. Kulaklarından çekilenler, en çok kendilerini çekilmez buluyorlar. Sıkılıyorlar kendilerinden. Bir ruhsal virüs gibi gelir onlara kendilerini dinlemek. İçine düştükleri hastalık, iç seslerinden tiksinti duyma şeklinde belirtiler üretir. Kendilerini çekilmez bulurlar. Oysa ne muhteşem yolculuktur: Kendine çekilmek.
Kendine Çekilmek: Nebevî Duyuş
Allah, peygamberlerini hep sessizliğe ve manevî duyuşa davet etmiştir. Hz. İbrahim (as)’ın güneş ay ve yıldızları seyri, Hz. Yunus (as)’ın denizin bağrındaki konukluğunun sonucu hep iç sesi açmak, dış sesi kesmek içindir. İbrahim (as) gecenin karanlığından günün parlaklığına intikal ederken, aslında dışarda gezdirdiği gözleri ve aklı ile içinde bir itikad binası inşa ediyordu. Yalnızlık sözlerini tuğla yapmış yükseltiyordu tevhidin idrakini. Tek başına bir ümmetti, hanîfi idi yöresinin. Toplumdan kaçışı, dosta olan iştiyakı içindi. Yalnızlığında Hakk’ın Halil’i olmuştu.
Hz. Yunus (as) da kaçmıştı kavminden. Bu kaçış biraz farklı idi gerçi. Batılın gürültüsü can kulağına, kahır yükü olmuştu. Kızdı ve öfkelendi kavmine. Sonra uzaklaştı menzilinden. Kaçayım derken, çekildi karanlıklar içerisine. Önce deniz örttü üstünü, sonra balığın karnına girdi. Gecenin karanlığı eklendi, zulmete örtü olarak. Karanlıklar üstüne karanlıklar çöktü. Öfkesi onu kavminden kaçırdı da, yalnızlığın boşluğuna düşürdü. Hem de ne yalnızlık. Hakk’dan başka kimse yoktu. Akıldan imkân, umuttan zaman ve mekân dahi çekilmişti. Balığın karnında işitti bütün iç enstrümanlarını gönlün. Pişmanlığın yangınını duydu. Sonra buldu yaslanılacak ve asla yıkılmayacak kelimeyi. Kimsesizliğin ikliminde, acizliğin bağrında umudun nefesini üfledi kelimelerine: "Senden başka ilah yok. Her noksan vasıftan münezzehsin. Berîsin sen. Ben, karanlıkta kalan oldum."[1] Kelimesi aydınlığı oldu Yunus (as)’ın. “Sen’i bildim” demedi sadece. “Kendimi de bildim” dedi. Nefsin zulmetini, uçurumunu ve girdabını bildim. O girdap ki insanı zulmün en derinine çeker. Ücrada dahi dostu bulmayı öğretti bize Hz. Yunus (as). Hakk’ı bir balığın karnında zikretme nişanı sadece onun oldu ebed müddet.
Hz. Zekeriyya (as) var bir de. Gizli seslenişin öğretmeni. “Bir zamanlar o, Rabbine gizlice (içinden) nida etmişti.”[2] Kendi ıssızlığında sessizce yakarmıştı sahibine. Çünkü yüksek manalar sessizce söylenir. Gürültüye sarılmak, değersiz ve alçak seslerin huyudur. Sessizlik, samimiyetin dilidir. Edep ve hikmetin yürüyüşü hep sessizdir. Hz. Zekeriyya (as)’ı Allah bir çocukla müjdeledikten sonra doğacak çocuk için bir alamet ve bir mutluluk nişanı istemişti Allah’tan. Hz. Zekeriyya (as)’ı yine sessizliğe davet etmişti Rabbisi. Kendisine ikram edilen yine sessizliğin halaveti oldu. Hüznünü sessizce yakardı. Sevincin de aynı usul üzere olsun denildi ona. Zekeriyya: "Rabbim! (oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver" dedi. Allah da buyurdu ki: "Senin için alâmet, insanlara üç gün, işaretten başka söz söyleyememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et."[3] Yunus (as)’ın yalnızlıkta Rabbinin keremine doyması gibi, Zekeriyya (as)’a da yalnızlık sözleri ikram edilmişti: Üç gün insanlarla konuşamayacaksın. Halka dönük dilin ve sözün senden alınacak. Ama sana bir gönül dili ikram edilecek ki onun eylemi ancak Hakk’ı sabah akşam tesbih etmektir. Ey Zekeriyya (as)! Mutluluğunu söylemek istiyorsun herkese, paylaşmak, Rabbin müjdesini haykırmak. Onu haykırarak övmek istiyorsun, herkese lutfu keremini anlatmak iştiyakındasın. Göğsündeki mutluluk, dışarı çıkmak istiyor dil kapısından. Sevinç, en çok ulaşmak isteyendir öteki kulaklara. Ama bil ki hitabı, dili ve sözü Hakk’a bağlamanın, sürûruna hiçbir şey değişilmez. Çünkü işitenlerin en yücesi ve kul hitabının değer bulacağı yegâne makam O’nundur. Sesin kıblesi, es-Semî‘ olan Allah’tır. O halde Ey Zekeriyya! Dış sesi kes, iç sesi aç. Bu da sürûruna nişan olsun.
Allah nice nebilerini davet etti, gürültüden kesilmenin ve sessizliğin iklimine. Hz. Musa (as)’ı ile buluştu Tûr’unda. Muhammed (as)’ı ise çekip aldı kavminden Cebel-i Nûr’una. Hira’da yalnızlığın dilini ve duyuş ilmini öğretti. Hira, Efendiler Efendisine sessizlik uğrağı, vuslatın tenhası, yalnızlık durağı oldu. Çünkü kalabalık, anlamın imkânsızlığı olur genellikle ve anlamak hep tenhanın hediyesidir. “İnsanların çoğu bilmezler.”[4] Kaçmak gerekir bilmek için bazen, anlamak için uzlet gerekir. Kendine sahici bir yaşam kurmak için kalabalığın gürültüsünden ötelenmek icap eder. Durmak ve kenara çekilmek iç’li bir eylemdir. Bilinçli bir içe kaçışla durmak ve kenara çekilmek; kalabalığa, batıl bir sosyolojiye, şehre ve verili değerler düzenine sırt çevirmek, meydan okumaktır. Beri olmak, çarktan sıyrılmak ve fıtrî olana dönmektir. Kendine dönmenin, hayatın kurulu düzeni içinde olacağını sanmak ne büyük saflıktır. Alışkanlıkların amansız bir düşman olduğunu bilmeyenlerin yanılgısıdır bu. Zaman ve mekânın bağlarını çözmeden nasıl girilebilir fıtratın yöresine. Hz. Peygamber (sas)’in Risalet’ten önceki zamanları için söylenileni hatırla! “Yalnızlık O’na (sas) sevdirilmişti.” Yalnızlığa dönmeden, alışkanlıktan yüz çevirmeden, ülfet ettiklerinden ayrılmadan ikram edilmez sana vuslatın tenhası. Halvet, uzlet ve inziva. Bunlardır maneviyat iklimimizin teklifidir arayanlara. Ve bunları gerçekleştirmek için gerekli kurucu fiil ise daima beklemek, tenhaya kaçış ve durmak olmuştur. Bu yüzden Hira, bir bekleyiş temrinidir ve asil bir duruştur. Uzun yola düşmeden önce, bir başlangıç durağı gerektiğini anlatır bize. Hira, birleme ve birikme eğitiminin adıdır. Yolu uzun olanlara ruh azığı tedarik usulünü öğreten kutlu bir modeldir.
İtikâf: Fıtratın Sesini Duyuş
Ulvî duyuşun bir örneği de sana teklif edilmektedir ey İnsan! Nebevî buluşmaların, tenhadaki keşiflerin sana armağan edilmiş numunesi itikâftır. Nebevî usûl ve emanetlerin hatırını bilenler için tabi ki. Hem de en kıymetli mevsiminde senenin. Nitekim Ramazan, Allah’ın bizi kendisine çağırdığı, maddeden manaya çektiği bir iklimin adıdır. Oruç güneşi, maddenin gölgesini çekiyor üzerimizden, ruhânîleşiyoruz. Açlık, içimizde bir boşluk meydana getiriyor. Boşluk ve yoksunluk, iç sesimize yankı oluyor. Bir oda düşünün. Boş iken yankılanıyor ses, mobilya ve nesnelerle dolu iken ise, yutuyor sesi. Açlık da bunun gibi, kendimizi duymamıza engel olan, bizi içe küstüren ne varsa atıyor iç odalarımızdan dışarı. Karnımızdaki boşluk ruhun sesini yankılıyor, çoğaltıyor. Fıtratın sesini yükseltirken, maddenin oluşturduğu ayartı ve şımarıklığın sesini kısıyor. Boşluk kullanışlı bir imkân ruh için. Hele Ramazan iklimde bir bahçe var ki, oraya giren ayrılmak istemiyor. Ayakları yerden, kalpleri sahte yarlardan kesiyor. Fıtratın daveti çağırıyor oraya, mana ziyafeti sunuyor. İtikâf deniliyor bu bahçeye. Ayrılsan da bir yıl çıkmıyor kokusu üzerinden.
Fıkıh terimi olarak itikâf, bir mescidde ibadet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivaya çekilmek demek. İtikâf, kelime olarak ise “hapsetmek, alıkoymak; bir yere yerleşmek, oraya bağlanıp kalmak” anlamlarındaki a-k-f kökünden türüyor. Alıkoyuculardan alıkoyan demek itikâf. Hapsedenleri hapsetmek, yerleşilecek yere yerleşmek, bağlamını bulmak demek. Manevî duyuş, fıtratla buluşma, Hakk’a teveccüh ve ağyardan kaçış. İtikâfla Ramazan-ı Şerifin son on günü kesiliyoruz günün programından. Kimsenin hesabı olmuyor üzerimizde. Eşin, öğretmenin, çoluk-çocuğun, patronun, nefsin. Başka sağ’lar için sağ olmuyoruz. Allah için sağ’lığımız, dirliğimiz, varlığımız. Üzerimizdeki tek hesap O’nun hesabı oluyor.
İtikâf ile Recep, Şaban ve Ramazan’da başlayan farkındalık zirveye çıkıyor. Zekeriyya’ya verilen susma nişanı gibi, Rasûlullah (sas)’de de bir nişanı ve hatırası var itikâfın. Hira’daki büyük görüşme ve örtüye bürünülen günler yâd edilir itikâfda. Kadir gecesinin hem hatırası, hem kendisi, hem de lütuf ve bahşişi aranır. İtikâfın hatırası Hira’nın bağrındadır. Son on gece, alametidir içe yapılan yolculuğun. Bir okun fırlamadan önce çekilmesi ve kurulması gibi, tam on gün geri çekilmek hayattan. 23 yıl ötedeki hedefe atılmadan önceki son gerilimdir. Hira’ya çekildikçe güç devşirmek. Son noktaya kadar geri çekilmek ve ardından hayata nizam verme koşusu. Örtüye bürünene, geri çekilene “Kalk ve uyar”[5] hitabı yapılacaktır. Ve ok yaydan çıkacak, sivri uç hedefe saldıracaktır. Geri çekilme, hayata fırlayış olarak dönecektir. Bizim gidişimiz gelimlidir. Ve dönerken geri çekilmenin, gerilim tınısını değil, atılımın ıslığını duyacaktır kulaklar. Ya Hakk.
İtikâfın bir ibadet olduğu malum. Usulü, yolu yordamı var. Bu fıkhın konusudur erkanı. Ama itikâfın bir de ruhu var ki bu, Muhammedî ruhu anlamakla ilişkilidir. Beşere, insan kıvamı veren büyük öğretmenin güzergâhıdır itikâf. Hz. Âişe (r.anha)’nın buna işaretle dediği gibi Rasûl-i Ekrem ramazanın son on gününde i‘tikâfa girerdi. O bu âdetine vefatına kadar devam etmiştir. Sonra onun ardından hanımları i‘tikâfa girmişlerdir.[6] Demek ki itikâf, adetten koparan bir adettir. Ramazanın son on gününde teslimiyet aynasında kendini izlemektir. Toplumsal itibarlar üzerinden değil, ilahî itibarlar dairesinden kendini seyretmektir. Oruçla yeme içmeden çekildiğimiz gibi, itikâfla zamandan ve mekândan da çekiliriz, tek bir zaman ve mekân aralığına. Yani içten, daha içe doğru. Gayr-ı meşrudan değil, meşrudan dahi çekilmek. Nefsânî ve şehevî olanın hatta mübahların dahi üzerine basarak yükselmek. Kendimize nefis duvarının arkasından bakmaktır itikâf, özümüzü izlemektir. Ruh ufkuna yöneltilmiş bir bakış, ötelerden gelen sese çevrilmiş bir duyuştur. Farzlarla yaklaşmak değil sadece, nafilelerle civar bulmaktır. Aklın ilgilerini, bedenin her bir organının ilgisini manevî alakalarla değiştirmek demektir.
İtikâf ancak mescidlerde olur. Nitekim mescidler mekânın maneviyatla buluştuğu yerlerdir. Alınların secdeleri öptüğü, dizlerin Allah için büküldüğü mekânlardır. Temiz tutulmaları Allah tarafından emredilmiştir. Fakat bu temizlik emri oraya gelenlerin iç temizliğine işaretle vurgulanır. Dışı temiz olunmadan, içi temizlemenin ruhî zemini oluşmaz. O sebeple Allah emretmiştir Hz. İbrahim (as) ve oğlu Hz. İsmail (as)’a: “İbrâhim ve İsmâil’e: Evimi onu ziyaret edenler, ibadet için orada kalanlar (âkifîn), rükû ve secde edenler için tertemiz tutun diye ahid -emir- verdik”[7] diye. Âyette geçen “âkifin” itikâfa girenlere işaretledir. Demek ki itikâf ibadeti diğer peygamberlerde de bulunan nebevî bir sünnettir. İtikâf ile sadece müminlerde değişim olmaz. İtikâf mescidlerin de süsü ve iftiharıdır. İtikâf için dolan mescidlerin sürûru da bir başka olsa gerek. Mescidler cıvıl cıvıl olur. Mescidlerin kalabalık olması bizim tenhalık arayışımıza engel olmaz. Hatta itikâfta birlikte kılınan namazlar, beraber yapılan zikirler, istiğfarlar, dua ve niyazlar, kıraatler, nasihatler manevî arayışları körükler. Böylece mescidler de bizim seyrimize şahit olup, seyran olurlar.
İtikâfa niyet edilip bir şey yapılmayarak sadece mescidde bulunulsa dahi bu tavır anlamlıdır. Çünkü zaten mescidde bulunmak yapılacak birçok boş işten ve boş sözden vazgeçmek demektir. Yani itikâf, “yapmamayı yapma” anlamında da ibadettir. Oruç da öyle değil mi? Oruç aslında mecazen ameldir. Çünkü oruçlunun fiil olarak yaptığı bir şey yoktur. Yaptığı şey, yapmaması gerekenleri yapmamaktır. Yememe, içmeme vb. Tıpkı bunun gibi itikâfta sadece mescidde olmak bile, yapmamamız gerekenleri yapmamaktan sayılır. Bu sebeple mescidde itikâf niyetiyle bir saatlik duruş dahi ibadettir. Fakat boş durmak zaten olmaz. Çünkü müminin oturması, bakışı dahi Allah içindir. Nitekim itikâfın vazgeçilmezi tefekkürdür. Hira’daki tefekkür sünneti itikâfla yeniden ihya edilir. Allah’ın varlığı, kudreti ve nimetlerini fikreylemek, Rasûlünün (sas) hayatı ve mücadelesini düşünce uğraşı yapmak itikâf ödevlerindendir.
İtikâf hayata atılmak için, bir müddet hayattan çekilmenin adıdır. Unutma ki her peygamberin uzlet günlerinden sonra hep mücadelelere dönüş vardır. Bu sebeple itikâfla mümin, çağın musibetlerine karşı kendisine direniş aşısı yapar. Ruh adalelerini güçlendirir. Çünkü bilir ki ne kadar geri çekilirse o kadar ileri atılacaktır. Gerilim ile atılım doğru orantılıdır. Allah, kendine yönelenlerin hayatlarında, onların güç ve kuvveti olur. Dolayısıyla sadece bir ibadet değil, sosyal programımızın da bir mektebidir itikâf. İrade eğitimidir. İradeyi Hakk’ın iradesine raptetmektir. Zafer ve başarıyı, Allah ile ilişkimizin doğası üzerinden okumamızı sağlar. Maddî ölçü ve değer sistemlerini gözlerimizin önünde parçalar atar. Onlara yönelik heveslerimizi yok eder. Bize imanın psikolojisini yeniden öğretir. Nitekim imanın inşa ettiği değerler sistemi, ruhî yönü güçlü olmayanlara, sosyolojik başarının ikram edilmeyeceğini öğretir. Nebevî siretler bunun örnekleri ile doludur.
Son olarak belirtelim ki itikâf, yaşam ve anlamı üzerine düşünüp, onu kimin rızası için inşa edeceğimize tekrar karar verme çabası ve bezm-i elesteki itibarımızı hatırlama eylemidir. Kendi yaşamımızın anlamını, başkalarının yaşamından, çağın rüzgârlarından çıkarmama erdemini bize hatırlatır. O halde, ezelde verdiğimiz sözü ve ruhlar âlemindeki söyleşiyi yeniden hatırlamaya ayarlı bir randevuyu kim kaçırmak ister? Peygamberlerin manevî zevklerinden bir nümune olan bu ikramı değerlendirmek, fıtratın koridorlarında dolaşmak ve mana keşiflerinde bulunmaktır. Ne hazineler vardır insanın iç odalarında. Fakat unutmamak gerekir ki insanın kendi gönül kapısının kilidini, kendine yalnız Allah açar. Yani bizi bize O’ndan başkası açamaz. İtikâf yeni bir açılış imkânı sunuyor bize. Ve Hira’da olan ikrama işaretle Allah yeniden soruyor zamirimize. Soru suretinde ama davet niyetine:
“Biz senin göğsünü sana açmadık mı?”[8]
Ne mutlu kendine yürüyenlere...
Yeni yorum ekle