Hadisine Saygı

Âlemlere rahmet Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bu fânî âlemi terk edip giderken bize iki mirâs bıraktığını söyledi. Mirasına sahip çıktığımız takdirde doğru yoldan ayrılmayacağımızı hatırlattı. Bu iki emânetin biri Kur’an, diğeri benim sünnetimdir, buyurdu. 

“Ümmeti İcâbet” dediğimiz izine düşmüş mü’minler ile, “ümmet-i dâvet” dediğimiz yoluna girmeye, kurtuluşa ermeye namzet olan insanlara bu iki pusulayı bıraktı. Sünnet pusulası, Kur’an pusulasının bir nevi tarifnâmesiydi. Sünnet Kur’an’ın doğru anlaşılmasını, usulünce kullanılmasını sağlayacaktı. Bize bu iki mirası bırakan kâinâta rehber o büyük Peygamber, şu dünya gurbetinde zâyi olup gitmemizi, kendimize yazık etmemizi istemiyordu.

Cenâb-ı Hakk’a sayısız hamdü senâlar olsun ki, yüce kitabını, yeryüzüne gönderdiği günkü sıcaklığı ile elimizde tutmamıza imkân verdi. Gönlümüz ona yurt, o da dilimize vird oldu.

Rabbü’l-âlemîne yine sayısız şükürler olsun ki, Rasûl-i Muhterem’inin hadis ve sünnetini kimi ezberleyerek, kimi yazarak, kimi de hem yazıp hem de ezberleyerek muhâfaza eden müstesnâ emânetçiler yarattı. Sünnet-i seniyye’nin o uyanık bekçileri, Peygamber emâneti olan hadis-i şerifleri, akıllı düşmanın bilerek, akılsız dostun istemeyerek yapacağı tahriflerden korudular.

Hadîs-i şeriflerin bize nasıl bir titizlikle geldiğini bilmeyen veya bilmek istemeyen bazıları ne derlerse desinler, bu Peygamber mirası on binlerce hadisi ihlâs sûresi gibi ezbere bilen, hadis rivayetine ömrünü veren, “Rasûlullah böyle buyurdu” diye söze başlayan râvilere âdeta kabir sualleri soran, sadece bu ümmete mahsus hadis rivayet sistemiyle kılı kırk yaran hadis hâfızlarının himmetiyle İslâm’ın ilk üç asrında kitaplara geçirildi.

Hadİsİnİ Okurken

İki Cihan Güneşi Efendimiz’in emaneti olan sünnet hazinesini bize taşıyan İslâm büyükleri, taşıdıkları hazinenin değerini ve önemini iyi bilirlerdi. Bu emaneti naklederken hatır ve hayalimize gelmeyecek titizlik gösterirlerdi.

Abdullah İbni Mes’ûd hazretleri (v. 32/652) bize Rasûlullah Efendimiz’den 848 hadis rivayet etmiştir. Hadis rivayet ederken hata edebilirim düşüncesiyle Rasûlullah şöyle buyurdu demekten âdeta korkar, gözleri yaşarır, boyun damarları şişer, alnından terler dökülmeye başlardı. Hadisi okuduktan sonra da “İnşaallah böyleydi, yahud bundan biraz fazla veya biraz daha azdı; veya buna yakın birşeydi” diyerek Hz. Peygamber’in sözünü nakletmenin büyük bir sorumluluk gerektirdiğini ifade ederdi.

Tâbiîn âlimlerinden hadis hâfızı, kırâat âlimi ve hâl ehli Muhammed İbni Münkedir (v. 130/748) hadis okumaya başlayınca gözyaşlarını tutamazdı. Talebeleri onun bu aşkına imrenmekle beraber, kendini perişan etmesinden dolayı da üzülürlerdi.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin çok sevdiği ve “Basra gençlerinin efendisi” diye andığı tâbiîn âlimlerinden Eyyûb es-Sahtiyânî (v. 131/748) büyük bir hadis hafızıydı. 86 tâbiî ile görüşen tanınmış hadis âlimi Süfyan ibni Uyeyne, sünnete son derece bağlı bu muhaddisten bahsederken “Eyyûb es-Sahtiyânî gibisini görmedim” derdi. Güzel yüzünden tebessümü hiç eksik etmeyen Eyyûb hadis rivayet ederken, Peygamber sözünü nakletmenin sorumluluğunu düşünerek ağlamaya başlardı. Onun iki gözü iki çeşme ağlamasına bakan talebelerinin yüreği parçalanırdı.

Hz. Hüseyin’in torunu Ca’fer-i Sâdık hazretleri de (v. 148/765) tâbiîn ulemâsındandır. Hz. Peygamber’in bu necîb torunu tıpkı büyük dedesi gibi mütebessim ve şakadan hoşlanan bir insandı. Yanında Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den söz edilince birden değişir, o güzel yüzü sararıverirdi.

Sünnet ocağı Medine’nin büyük âlimi İmâm Mâlik hazretlerinin (v.179) 795) yanında Rasûlullah Efendimiz’den bahsedilince, ona ve hadislerine duyduğu derin saygı sebebiyle birden rengi atar, âdeta beli bükülürdü. Kapısında biriken talebeleri görünce cariyesi dışarı çıkarak:

"Hadis okumak için mi, yoksa dînî bir mesele öğrenmek için mi geldiniz", diye sorardı. Bekleyenler, dinî bir mesele soracaklarını söylerse, İmâm Mâlik hemen yanlarına gelir, sorularına cevap verirdi. Şayet hadis öğrenmek için gelmişlerse, önce gusl eder veya abdest alır, en güzel elbisesini ve cübbesini giyer, saçını tarar, sarığını sarar, üzerine güzel koku sürer, sonra da dışarı çıkarak kendisi için hazırlanan kürsüye derin bir huşû içinde otururdu.

Ders bitinceye kadar yanan buhurdanlıktan etrafa yayılan güzel kokunun mânevî havasında hadis rivayetine devam ederdi. Bu davranışının hikmetini soranlara, hadislere duyduğu derin hürmet sebebiyle böyle yaptığını söylerdi. Yolda, ayakta veya bir başka yerde aceleye getirmek suretiyle hadis rivayet etmeyi doğru bulmazdı. Yolda kendisine hadis soran öğrencilerini ikaz eder, gerekirse azarlardı. Birgün hadis okutulan bir meclise uğramış, fakat orada oturacak yer kalmadığını görerek geri dönmüştü. Bunun sebebini soran birine, Hz. Peygamber’in hadisini ayakta yazıp öğrenmeyi edebe aykırı bulduğunu, bu sebeple çıkıp gittiğini söylemişti.

Abdurrahman İbni Mehdî  (v. 198/813), tebeu’t-tâbiîn neslinin tanınmış hadis hafızlarından ve fıkıh âlimlerinden biriydi. Gelmiş geçmiş en büyük muhaddislerin başında yer alan Ali İbni Medinî bu zattan bahsederken “Hadis sahasında bir benzerini daha görmedik” derdi. Hadis okuturken eline kitap alma ihtiyacını duymayacak kadar kuvvetli bir hafızaya sahip olan Abdurrahman İbni Mehdî, derse başlarken talebelerine “Peygamber’in sesini bastıracak şekilde sesinizi yükseltmeyin” (Hucurât 49/2) âyetini okur, hadis dersi esnasında ses çıkarmamalarını isterdi. Sağlığında Resûlullah’ın sözünü dinlerken nasıl sükût etmek gerekirse, hadisleri okunurken de öyle davranmak gerekir, derdi.

Hadîs-i şerifler ve onların rivayeti hususunda tavırlarını gördüğümüz bu İslâm büyükleri, Peygamber Efendimiz’in “nesillerin en hayırlısı” diye övdüğü ashâb, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn âlimleridir.

Hem o kutlu nesillere mensup olmaları hem de güzel dinimize ve Peygamber mirasına büyük hizmet etmeleri sebebiyle gönlümüzde müstesnâ yerleri vardır. Bu büyük âlimler, her konuda olduğu gibi hadislere saygı gösterme hususunda da örnek almamız gereken şahsiyetlerdir.

Bugün Ne Yapılmalıdır?

Ortada nesilden nesile aktarılacak bir miras bulunduğuna göre, bizim görevimiz bu mirası önce kendi zamanımızda yaşayan kimselere, sonra da bizden sonrakilere en iyi bir şekilde ulaştırmaktır. Görev sorumluluğu ve titizliği, “Rasûlullah böyle buyurdu” diyen herkesi kapsamaktadır.

Bu sorumluluk kapsamına girenler, öncelikle hadisleri tercüme eden kimselerdir. İster bir hadis kitabını, isterse muhtelif sebeplerle bir hadisi tercüme eden veya onu kitabına alan kimse, acaba bir hata ediyor muyum?

Sözleri Arap dilinin bir hârikası olan Peygamber aleyhisselamın hadisini, şânına yakışan güzellikte sunuyor muyum? diye düşünmelidir.

Yazdığımız kitaptaki bir Peygamber buyruğunu okuyan kimse, bizim beceriksizliğimiz veya ihmalkârlığımız sebebiyle hadisin mânasını yetersiz bularak, “Canım böyle de laf mı olur!” derse, o Peygamber incisini sevimsiz gösterme vebâli bizim boynumuza bir kement gibi oturur. Sözleri birer beyan sihri olan Rasûl-i Kibriya’nın o güzelim hadislerini rastgele bir ifadeyle yazıp söylemeye kimsenin hakkı yoktur.

Bir hadîs-i şerifi makalesinde, hutbesinde, konuşmasında, sohbetinde zikredecek kimseler, önce o hadisi doğru ve güvenilir bir kaynaktan almak, sonra da onu en güzel bir üslup ile sunmak durumundadır.

Üç kutlu neslin büyük şahsiyetlerine, hadisleri başkalarına aktarırken bir hata etme, yanılma, hadisin sahibine karşı bir kusur işleme endişesiyle soğuk terler döktüren titizlik ve sorumluluktan bizi muaf kılan bir özelliğimiz mi var?

Hadisleri okuyup dinlerken, onları Peygamber aleyhisselâm’ın mübarek ağzından ilk defa duyuyormuş gibi uyanık olmaya gayret etmeliyiz.

Kütüphanemize koyacağımız, dolayısıyla çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız bir hadis kitabını alırken, ne derece güvenilir ve ne ölçüde titiz bir çalışmanın mahsûlü olduğunu araştırmalı, bunu bizzat yapamıyorsak bilenlere sormalıyız.

Hadisin din demek olduğunu, dinimizi en güvenilir kaynaktan okuyup öğrenmek ve öğretmek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.