Rahmet Peygamberi (s.a.s)

عَنْ حُذَيْفة أنه سمع رَسُولَ الله صلى الله عليه و سلّم يَقُولُ: أَنَا مُحَمّدٌ وَ أَناَ أَحْمَدُ وَنَبِيُّ الرَّحْمَةِ وَنَبِيُّ التَّوْبَةِ وَالْحاَشِرُ وَالْمُقَفَّى وَنَبِيُّ الْمَلَاحِمِ.

 

Huzeyfe ibnu’l-Yemân radıyallahu anh‘ten rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işitmiştir:

 

“Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im. Ve (ben) Rahmet peygamberiyim, tevbe peygamberiyim, Hâşir’im, Mukaffî’yim, savaşlar peygamberiyim.”[1]

 

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa aleyhi ekmelu’t-tehâyâ Efendimiz, muhtelif hadîs-i şeriflerinde kendi isimlerini ve yüce vasıflarını tanıtmıştır. Âlimlerimiz de O’nun güzel isimleriyle ilgili müstakil eserler kaleme almışlardır.[2] Biz burada Efendimizin, yukarıdaki beyanı üzerinde, özellikle de “rahmet peygamberiyim”değerlendirmesi üzerinde durmak istiyoruz.

Hadisimiz, bazı kelime farklılıklarıyla da olsa, Ahmed b Hanbel’in Müsned’inde[3] ve Müslim’in Sahih‘inde[4] Ebû Musa el-Eş’arî radıyallahu anh’ten de rivayet edilmektedir. Müsned’in aynı sayfasındaki Huzeyfe radıyallahu anh’ınikinci bir rivayetinde “Tevbe ve savaşlar peygamberiyim” ifadeleri yer almamaktadır. Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivayetinde ise, buradaki melâhim kelimesi tekil olarak “Nebiyyu’l-melhame” şeklinde geçmektedir. Biz, diğer rivayetlerin tamamında bulunan ifadeleri kapsadığı için bu rivayeti seçtik.

Huzeyfe radıyallahu anh bu rivayetinde diyor ki, ben Medine sokaklarından birinde yürüyordum. Bir de baktım Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de yürüyor. O’nu bu yürüyüşü sırasında “Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben rahmet peygamberiyim. Ben, tevbe peygamberiyim. Ben, (Allah’ın insanları izinde toplayacağı) Hâşir’im. Ben,(kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan) Mukaffî’yim. Ben, savaşlar peygamberiyim.” buyururken işittim.

Risâlet-Rahmet İlişkisi 

siyer hz. muhammed rahmet peygamberi ismail lütfi çakan

Başlı başına rahmet vesilesi olan yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiğine göre, her şeyden önce risâlet yanipeygamberlik bir rahmet müessesesidir.

Hz. Muhammed’in peygamber olarak görevlendirilmesini, Kur’ân’ın ona indirilmesini, kendi akıllarınca isabetsiz bulan ve “Bu Kur’an, şu iki şehirden (Mekke ve Taif) bir büyük adama indirilseydi ya!”[5] diyen Mekkeli müşrikleri“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?”[6] diye cevaplayan ayet, peygamberliğin rahmet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca ve özellikle Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği de bir ayette şöylece ilan edilmektedir:

“Ve biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[7]

Bu ayeti, dolayısıyla Efendimizin rahmet oluşunu, Elmalılı merhum, “Risâletin umûma bir rahmet-i ilâhiyedir.”, “Sen bir rahmet-i âmme’sin, dareynde sebeb-i saadet olacak dini sen talim edeceksin ve bütün âlem bundan müstefid olacak .” [8] şeklinde yorumlamaktadır.

Hz. Peygamber’in Rahmet Oluşu

Hz. Peygamber’in nasıl ve ne ölçüde bir rahmet olduğunu anlamak için ondan önceki dünyanın durumunu gözden geçirmek gerekir. Hz. Peygamber, Allah’ın birliği (tevhid) inancının inananlara kazandırdığı yepyeni bakış açısıyla, hukuk bakımından herkesin aynı ve eşit olduğunu, kimilerinin doğuştan haklı, kimilerinin de doğuştan haksız olmadığını, bitki, hayvan, tabii çevre gibi insanla alâkalı diğer yaratıkların da belli haklara sahip ve şefkatle muameleye layık varlıklar olduklarını ilan etmiştir.

Mü’minlerin hidayetinden sevinmiş, onların sıkıntıya düşmelerinden son derece mahzun olmuş, onlara büyük bir şefkat göstermiş, münafıkları kendisini rahatsız eden faaliyetlerine rağmen öldürtmemiş, Müslümanlarla aynı muameleye tabi tutmuştur. “Muhammed ashabını öldürtüyor.” propagandasına asla imkân ve fırsat vermemiştir. İman etmeyenler onun için sürekli ızdırap kaynağı ve davet konusu olmuştur.

Hatasını anlayıp pişman olan ve tevbe eden herkesin tevbesini kabul etmiş, asla geçmişini başına kakmamış, insanların arınmasını ve düzelmesini kolaylaştırmış, böylece tevbe peygamberi olmanın gereklerini yerine getirmiştir.

“Savaş Peygamberi” oluşu, O’nun “Rahmet Peygamberi” vasfına asla ters düşmemiştir. Zira O, savaşı da rahmet eylemi haline getirmiş, yakma, yıkma, yok etme, keyfî öldürme, uzuvları kesme, yıldırma, dehşet saçma hareketi olmaktan çıkarmış, ilâyı kelimetullah için son bir çağrı vesilesi ve uygulaması şekline dönüştürmüştür. Savaşı sadece İslam olma davetini veya Müslümanların hâkimiyetini kabul etmeyen ve Müslümanlara silah çekenlere karşı yapmış, muharip sınıf olmayan kadın, çocuk ve ihtiyarlara yani sivil halka asla dokunmamış ve dokundurmamıştır. İman ettiğini söyleyenlerin hangi hâl ve şartta olursa olsun öldürülmemelerini ilke haline getirmiştir. Cihadı bir kahramanlık gösterişi veya çapul vasıtası olmaktan çıkarmış, insanların hakkı görebilmeleri ve kabullenmeleri için son bir vesile olarak uygulamıştır. Bu, tedavide cerrahî müdahalenin son çare olarak kullanılması gibi pek tabii hatta zarurî bir tavırdır.

Hemen işaret edelim ki, bazılarının sandığı gibi cihad, asla bir din değiştirme ya da zorla İslamlaştırma ilke ve hareketi değildir. Zira “dinde zorlama (yani zorla din kabul ettirme) yoktur.”[9] Unutulmamalıdır ki ikrah yani zorlama, fiilden önce ihtiyar (seçme) gücünü ortadan kaldırmak demektir. Bu manada İslam kimseyi zorlamaz.Müeyyide ise, işlenmiş bir hatanın bedelidir. Bu asla ikrah sayılmaz. Müslüman olduktan sonra işlenen hatalara verilen cezalar insanları zorlama değildir. Çünkü her sistem kendi bağlılarının hatalarını belli ölçüde cezalandırır. İslam bu konuda da insan özüne ve toplumların menfaatine fevkalade özen göstermiştir. İslam’ın koyduğu müeyyideleri ağır bulanlar, toplumun haklarını, fertlerin çıkarlarına feda etmekte sakınca görmeyenlerdir. Özellikle şu ayet bu hususta pek dikkat çekicidir:  “Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır.”[10]

Adalet, her konunun hakkını vermek, her şeyi yerli yerinde kullanmak ise, bunu İslam başarmıştır. İnsan haklarını insan özüne en uygun şekilde belirlerken, cezaları da cezadan beklenen sonuçlara en uygun tarzda tayin ve tespit etmiştir. Bu konulardaki beşeri sapmaları da “Allah’ın koyduğu sınırlar konusunda sizi (anlamsız) bir acıma almasın.”[11] buyurarak önlemiş ve asla Allah’tan daha merhametli olunamayacağını bildirmiştir.

İslami Terör İddiaları

Dünyaya hâkim olmak isteyen batılı güçler, uzunca bir zamandan beri, her türlü propaganda vasıtalarıyla İslam’ın şiddet ve terör (dehşet) kaynağı olduğunu yaymaya çalışmaktadırlar. İslam ülkelerinde uyguladıkları ya da uygulattıkları baskı rejimlerine karşı direnenlerden, Kur’ân öğretimi ve eş-dost sohbetlerine kadar her türlü masum İslamî faaliyetleri terörist hareket olarak damgalamaktadırlar. Dünyayı “İslamî terör” ya da İslamcı gençlik ile korkutmaya çalışmakta, kendi yaptıkları zulmü böylece dikkatlerden uzak tutmak istemektedirler. Ne acıdır ki, bu tür düşman propagandalarına kanan, medyanın yaydığı bu yalanları doğru sanan insanlarımız ve hatta Müslümanlarımız bile bulunmaktadır.

Sömürgeci güçler, siyasi emel ve ekonomik menfaatlerine karşı çıkan her tavır ve anlayışı kökten dincilik, aşırı dincilik, tarikatçılık, dinî şiddet gibi taktik açıdan isabetle seçilmiş kelime ve terimlerle suçlayarak, dünya kamuoyunu kendi lehlerine çevirmek istemektedirler. Her yerde zulme uğrayanlar Müslümanlar olmasına rağmen, düzmece olaylar ve senaryolarla tüm sorumluluk ve suçlar Müslümanlar üzerine yıkılmaktadır. Böylece Müslümanlık dünya için büyük bir tehlike kaynağı olarak gösterilmek istenmektedir.

Aslında “vahşi batı”ya göre gerçekten suçlu olup olmamak önemli değildir. Müslüman olmak, biraz daha bilinçli Müslüman olarak yaşamaya çalışmak, suçlanmak, terörist sayılmak, kötülenmek, karalanmak için yetmektedir. Çünkü Batı topyekûn İslam’a düşmandır. Bosna-Hersek’te, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de yıllardır yaşanan insanlık dramı bunun en güncel örneğidir ve önce Batı, sonra bütün insanlık için yüz karasıdır.

Oysa

İslam, insanlığın hidayeti için gelmiş evrensel bir dindir. İnanç anarşisi ve buna bağlı olarak, insan özüne aykırı cahilî hayat tarzını düzeltmeyi hedeflemiş ve gerçekleştirmiştir. Bu sebeple İslam’ın en yabancı hatta düşman olduğu şey terördür. Zira terör, dehşet ve korku saçan şey, terörist de tedhişçi, etrafa dehşet salan kimse demektir. Terörizm ise, tedhişçilik, yıldırma siyaseti anlamına gelmektedir. İslam, yıldırma değil, ikna ile adam kazanma yaniihya hareketidir. Bu yüzden “İslami terör”den ya da “şeriat terörü”nden söz etmek kâideten mümkün değildir.

Şuna da işaret edelim ki, burada bazılarının aklına “Ben bir aylık mesafeden düşmanıma korku salmakla yardım olundum.”[12] hadisi gelebilir ve bunun terör ile ilgili olduğu sanılabilir. Oysa görüldüğü gibi bu beyanında Hz. Peygamber, her hangi bir eyleme girmeden, Allah Teâlâ tarafından düşmanlarının kalbine korku düşürülmek suretiyle kendisine psikolojik olarak yardımda bulunulduğunu bildirmektedir. Binaenaleyh bu beyanın terör ya da şiddetle hiç bir alakası bulunmadığı açıktır.

Netice

İslam’ı geçmişte “kılıç dini” olmakla suçlayanlar, şimdi onu terör kaynağı olarak gösterme yarışındadırlar. Oysa Sevgili Peygamberimizin kendisini tanıtırken söylediği hadisimizdeki sözler ve tarihi gerçekler, İslam’ın bir şefkat sistemi, Hz. Peygamber’in de bir “rahmet önderi” olduğunu gözler önüne sermektedir. Tarih içinde Müslümanların ya da Müslüman hükümdar veya devletlerin yapmış oldukları rahmete ters düşen hareket ve uygulamalar hiç bir zaman İslam’ın ana karakterine ve onun Peygamberi’nin rahmet peygamberi niteliğine gölge düşüremez. Sorumluluk, hatalı davrananlara aittir. Bu sebeple şimdi, bütün bir dünya, yeniden Rahmet Peygamberi‘ne, onun uygulamalarına hasret… Başka söze ne hacet…

 


 



 

[1] Ahmed b. Hanbel, V, 405.

[2] Mesela bk. Suyutî, er-Riyadu’l-Enika fi Şerhi Esma-i Hayri’l-Halika, Beyrut, 1985.

[3] Bk. Müsned IV, 395, 404, 407.

[4] Müslim, Fedâil 126.

[5] ez-Zuhruf(43),32.

[6] ez-Zuhruf (43),33.

[7] el-Enbiya(21),107.

[8] Hak Dini Kur’an Dili, V, 3375.

[9] el-Bakara (2), 256.

[10] el-Bakara(2), 179.

[11] en-Nur(24),2.

[12] Buharî, Cihad 122, Ta’bir 22, İ’tisam l; Müslim, Mesâcid 5-8, Eşribe 72.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.