Gecesini gündüzüne katıp binbir emekle bitirmişti. Derisini özel olarak tabaklatmış, iğnesini-ipliğini hususi getirtmişti. Üzerine işleyeceği
nakış için günlerce uykusuz kalmıştı. Ve nihayet… Nihayet bitmişti.
Görenler hayran kalıyordu. Bir de müşteri buldu mu, işte o zaman keyfine diyecek yoktu. Dört bir yana haber salmıştı bunun için.
Sümbül Hanım, ulak göndermiş, bir müşteri çıkmış diye. O da hemen, vakit kaybetmeden görüşmeye gitmişti.
Beş altın teklif etmiş müşteri. Hiç düşünmeden, pazarlık bile yapma gereği duymadan satmayı düşünüyormuş ki, o sırada ikinci bir haber: Padişah da talip olmuş çarıklara fakat sefere gitmiş ve bir aydan önce gelmesi de pek mümkün görünmüyormuş. Onun ise beklemeye hiç tahammülü yok. Müşteri, hazır karşısındayken… Hemen, hemen elden çıkarmak istiyormuş el emeği, göz nuru çarıklarını. Ailesi, arkadaşları yaptığının pek akıl kârı olmadığını söylese de: “1000 altın, tam 200 katı. Nasıl tepersin bu fırsatı? Padişah’ın gözdesi olup sarayda çalışmak da cabası.”
Ama hiiiiç umurunda değil. O hemen, ama hemen karşılığını görmek istiyor emeklerinin. Az ya da çok. Hiç önemi yok.
********
Sermayesi Eriyen Bu Adama Acıyın!
Bizler, ağustos sıcağında “Sermayesi eriyen bu adama acıyın!” diye bağıran buz satıcısı gibiyiz. Bizim sermayemiz ise her an eriyip gitmekte olan zaman… Bir saniyesini bile geri getirmek ne mümkün!
Ve zaman, bu akışında insanlığın hüsranına en büyük şahit.[1] Hüsrana götüren sebeplerin başında ise çoğaltma yarışının bizi oyalaması geliyor. Bu durum –eğer “dur” demeyi başaramazsak- kabre kadar böyle devam edeceğe benziyor ne yazık…[2]
“Şu insanlar, acele olanı (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki çetin günü (ahireti) ihmal ediyorlar.” (İnsan 76/27)
Hesap gününde, ancak birkaç gün veya bir saatten daha az kaldığımızı[3] zannedeceğimiz bu dünya hayatını verip ebedi hayatı satın alamamak, dünyalığı çoğaltma yarışında ipi göğüslemek ne büyük ahmaklık! “Hidayete karşılık dalaleti satın almak[4], defteri zararla kapatmak ne büyük aymazlık! Oysa bire yedi yüz vaat etmişti,[5] emanet verdiklerini geri verdiğimizde bile ücretini kat be kat ödeyen Vehhâb Rabbimiz. Çok güvendiğimiz bir dostumuz, böyle bir ticaretten söz etse, neyimiz var neyimiz yok, her şeyimizi koyardık ortaya. Hatta borç bulur; ailemizi, akrabalarımızı, arkadaşlarımızı da ortak ederdik bu ticarete. Ne de olsa bire yedi yüz var işin ucunda. Bu alışveriş için gayret edenlerden değilsek, Rabbimizin vereceği karşılığa olan imanımızda ciddi problem var demektir. İnansak, ah bir inansak vereceğine! Görün bakın, hayatımız nasıl değişirdi o zaman.
Sizden Hiçbir Ücret İstemiyorum. Ücretiniz Sizin Olsun!
Kur’ân-ı Kerim bize, peygamberlerin, kavimlerini davet etmeye başladıkları zaman “onlardan bir karşılık beklemediklerini” haber vermektedir. Bu hususun pek çok ayette defaatle zikredilmesi, tebliğe başlamadan önce peygamberler tarafından özellikle belirtilmesi, onların açtığı yolda giden bizlerin, bu hususu birinci derecede gündeme almamız gerektiğini göstermez mi?
“De ki: Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ücretiniz sizin olsun! Benim ücretimi Allah verecektir. O her şeyin tanığıdır.” (Sebe 34/47)
“Ben, nefsimin hoşuna giden ve “sıratı müstekîm” üzere olmama engel olan vereceğiniz ücreti değil, sizin elinizde bulunanlar da dâhil her şeyin sahibi olan ve tasarrufu elinde bulunduran Allah’ın lütfedeceği o büyük karşılığı bekliyorum. Sizin sunacağınız dünyalığın -ki niteliği ne olursa olsun- (itibar, çevre, para, mal-mülk, mevki, liderlik…) Allah’ın ihsanı ile kıyaslanması ne büyük bir hatadır! Siz, sizin olmayanı vaad ediyorsunuz. Oysa rahmet hazinelerine gerçekten sahip olsaydınız, harcamaktan korkardınız.[6]” Sınırlı –ne kadar büyük olursa olsun- ebedi olan ile kıyaslanır mı hiç? Okyanusa mı bir damla suya mı talip olurdunuz? Bunun içindir ki, değer dünyasında “burası” başrolde olan kimseye anlamsız gelecektir bu çaba. Ve pek tabiidir ki “oraya” gözünü dikene “deli” diyeceklerdir. Okyanusa talip olmayanlar, iyilik yapıp denize atamayacaklar; küçük hesaplar peşinde koşacaklardır. Makam-mevki sahibi zengin insanların peşinden ayrılmayacaklar, onların hayatlarını imrenerek takip edeceklerdir. Peygamberler ise aynı sebepten olsa gerek mevki sahibi kimselerin yanında aşağılık kompleksine kapılmamış, ayak takımı ile olmaktan da rahatsızlık duymamışlardır.
Gemileri Yakana Kim, Ne Yapabilir?
Davasından vazgeçmesi için yapılan tekliflerin ne olduğu ilgilendirmemiştir o Peygamber’i. Mekke döneminde müşriklerin tekliflerini (para, mevki, kadın, liderlik) hiç tereddüt etmeden elinin tersiyle itmiştir: “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz yine de davamdan vazgeçmem.”
Rasûlullah, bırakın bu teklifleri, bunların çok daha ötesinde, dünyanın kaç katı büyüklüğündeki güneşi bile verseler yolundan dönmeyeceğini belirterek uzlaşma kapısını tamamen kapatmıştır. Dünyalığa değer vermiş olsaydı, yüreğiyle değil de aklıyla veya nefsiyle hareket etseydi, vereceği karar, hiç şüphesiz, günümüz Müslümanlarınınkine benzerdi. Oysa Rasûl’ün tevekkülü o kadar güçlü idi ki O, döneminin tüm otoritelerine karşı cephe almaktan korkmamıştır. Atası İbrahim (as)’in, Nemrut’un karşısında hakkı haykırdığı gibi… Yusuf (as)’un, yapılan teklife “Rabbim, zindan bunların beni çağırdığı şeyden daha iyidir.”[7] dediği gibi… Nuh (as)’un her türlü ithamı göğüsleyerek Rabbi istedi diye karada gemi yapmayı göze aldığı gibi… Çünkü onlar biliyorlardı ki, ömürlerini Allah’a güzel bir şekilde borç verdiklerinde daha büyük hayır ve mükâfat onları bekliyordu.[8] Ve gemileri yakan; imanı, onuru, izzeti dışında kaybedecek bir şeyi olmayanın karşısındaki otorite, ne kadar güçlü olursa olsun yenilmeye mahkûmdur.
Prangaya Hayır!
İnsanlardan ücret bekleyerek onlara bir şey götürmek, onları ağır yük altında bırakacak ve samimiyete gölge düşürecektir: “Yoksa Sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?” (Tûr 52/40).
İnsanlardan beklenen ücret; özgürlüğü engeller, ayağa pranga takar. Alındığı takdirde kişiyi onlara bağlar, karşılığında kendisinden de taviz vermesi istenir. Rasûl-i Ekrem’in, hayatı boyunca sadaka kabul etmemesi, ancak hediye alması, insanları Hakk’a davetine ve peygamberliğine gölge düşürmemek için olsa gerek.
Efendimizin “diğergâm olmak, ihsan ve îsâr” gibi ahlaki ilkeleri hayatında öncelemesinde, karşılık beklemeksizin tebliğ etme vasfı öne çıkmıştır. Kendisini aşçı değil, aşçının elindeki kepçe gibi gördüğü içindir ki övünmemiş, insanlara minnet etmemiştir. Kötü söz söyleyene karşılık vermemesi; alay edene, şiddetle muamele edene mukabele etmemesi; hoşgörü ve merhametin ağır bastığı bir şekilde davranması; “Rahmet Peygamberi” olması hep bu temel vasfından ileri gelmektedir.
“Hiçbiriniz: ‘Ben insanlarla beraberim. İnsanlar iyilik yaparsa ben de yaparım, kötü davranırsa ben de kötü davranırım.’ diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa, haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye ediniz.”[9]
Efendimiz, hicret edeceği zaman dostu Ebû Bekir’in, kendisine binek olması için hazırladığı deveyi bile parasını ödemeden kabul etmemiştir. Durumun bu kadar hassas olduğu bir anda böyle davranan Rasûlullah’ı, varın diğer zamanlarda siz düşünün!
Medine’de yaşanan başka bir hadise, bize O’nun ve arkadaşlarının dünyalıkla ne kadar alakadar olduğunu göstermesi açısından önemlidir: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve devlet başkanı konumunda olan Allah’ın Rasûlü, bir gece yarısı Medine sokaklarında karşılaşmışlardı. Gece yarısı onları sokağa çıkaran sebep ise: Açlık! Açlığın ne demek olduğunu sadece oruç tutarken anlayan bizler, bu durumdan ne kadar utansak yeridir.
O’nun gibi ashabı da menfaat merkezli bir anlayışı ellerinin tersiyle itmiştir. Müslüman olmak karşılığında bırakın bir ücret beklentisini, ellerinde bulunan her türlü dünyalığı da feda etmekten kaçınmamışlar; karşılığı sadece ve sadece Rablerinden beklemişlerdir. Mekke’den hicret ederken geride bıraktıklarına dönüp bakmamışlar bile. Allah Teâlâ da daha dünyadayken ensar eliyle fedakârlıklarının karşılığını vermeye başlamış. Muhacirlerle evini, malını, hayatını paylaşmaktan çekinmeyen ensar onlardan aynı şekilde karşılık görmüştür: Muhacirler de yardımı, belli oranda kabul etmiş; sömürmemiş, çalışmış, kazanmış ve paylaşmışlardır.
Gelgelelim Bizlere…
Başımızı iki elimizin arasına alıp samimiyetle: “Ben de ömrümü Rabbime adadım. İnsanlardan, dünyadan hiçbir beklentim yok. Bitmek tükenmek bilmeyen kesintisiz mükâfatı istiyorum.[10] Ben sadece Rabbine gitmek isteyene yol gösteriyorum. ‘Sen ölümsüz, diri olan Rabbine güven; onu överek her türlü noksanlıktan tenzih et.’[11] emri mucibince hareket ediyorum.” diyebiliyor muyuz? Cevabımız “evet” olmasa bile gelin buna niyet edelim. Unutmayalım ki bütün işler, samimi bir niyetle başlar…
“De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am 6/162)
[1] Asr suresi.
[2] Tekâsür suresi.
[3] Rum 30/55.
[4] Bakara 2/16.
[5] Bakara 2/261.
[6] İsra 17/100.
[7] Yusuf 12/33.
[8] Müzzemmil 73/20, Teğabün 64/17 .
[9] Tırmizi, Rudani, Büyük Hadis Külliyatı Cem’ul-Fevaid, cilt 5, No: 9692, İz Yayıncılık, İstanbul, s. 323.
[10] Kalem 68/3.
[11] Furkan 25/57.
Yeni yorum ekle