Hz. Hamza Müslüman Oluyor

Kureyş İntikam İstiyor

Müslümanlardan pek çoğunun Habeşistan'a hicret etmesi Mekke müşriklerini derinden yaralamıştı. Kureyşlilerde büyük bir hayal kırıklığı, dinmeyen bir öfke vardı. Binbir ümit ve pahalı hediyelerle Necaşi'yegönderilen kurnaz elçiler Müslümanları teslim alamadan geri dönmüş, hükümdarın gözünde iki paralık olmuşlardı. Allah'ın sadık ve salih kulu,ashâbına güvenli ve sıcak bir yuva bulmuş, Kureyş’in kibirli efendilerini mağlup etmişti. Mekke’nin egemen güçleri bu mağlubiyetin acısıyla yaşıyor, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Mekke'de kalan bir avuç Müslüman’danbu yenilginin acısını çıkarmanın hesaplarını yapıyorlardı.

Nebiyyi Muhterem Efendimiz için her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Mekke sokakları nefret kusan bakışlarla, ağır hakaretler ve küfürlerle saldıran düşmanla doluydu. Şehrin önde gelen tüm liderleri İslam’a amansızca hücum ediyor, her biri ayrı bir tuzağın, işkencenin planını uyguluyordu. Sokaklara hâkim olan zalimler, şehre gelen tüm yabancıların önünü kesiyor, İslam ve Peygamber’i hakkında en ağır hakaretleri sayıp iftiraları sıralıyor, Muhammed aleyhisselâm'ın değil İslam’ı anlatmasına Allah’ın selamını vermesine dahi fırsat tanımıyorlardı. Bir yanda iftira ve hakaretlerle dolu kara propagandalar diğer yanda taşlı, sopalı saldırılar İslam davetini iyice zorlaştırıyor fakat bütün bunlar Allah’ın Son Elçisi’ni yolundan alıkoyamıyordu. Tüm devlet terörüne rağmen Allah Rasûlü hakkı haykırmaya devam ediyordu.

O günler Muhammed aleyhisselâm'ın dostça bir bakışa, sıcak bir tebessüme hasret kaldığı zorlu günlerdi. Ebû Ubeydeler, Mus'ablar, Zübeyrler, Caferler ve daha nice yiğitler yoktu artık. Sokaklar iyiden iyiye yabancılaşmış, Allah Rasûlü ve yanındaki az sayıda Müslüman daha bir garip ve yalnız kalmıştı. Efendimizin kızı ve damadı da hicret etmiş, vefat eden oğlu ve onun ardından Kureyş’in yaşadığı sevinç Muhammed ailesinin yüreğini yakmıştı. Bu dava zor, bu yol acı ve çilelerle doluydu. Hiç kimse bu zorlu ve kutsal yolda onun kadar acı çekmemiş, dünya kimselerin üzerine böyle acımasızca gelmemişti. Yine de İbrahimî davet sürüyor, Kâbe’nin dibinde yatan Hacer ve oğlu İsmail Son Peygamber’in şanlı direnişine şehadet ediyordu.       

Düşmanların En Azgını

Ümmetin firavunu Ebû Cehil, İslam davetçisinin aldığı nefesten bile rahatsız oluyor, her an ona yeni bir darbe vurmanın hırsını taşıyordu. Ebû Cehil ağır yaralıydı; başta kardeşleri olmak üzere nice yakın akrabası bir zamanlar çobanlık yapmış yetimin dinine girmiş, bu yolda hicret etmiş, Ebû Cehil’i âleme rezil etmişlerdi. Bunun acısıyla yanan firavun, artık tamamıyla insanlığını yitirmiş, seviyesiz ve azgın bir hâle gelmişti.

Bir gün Adiy b. Hamrâ ve İbn Asdâ adlı arkadaşlarıyla Safâ Tepesi’nde yalnız bulunan Efendimizin yanına geldi. Yıllardır yaptığı gibi en ağır hakaretlerini, en galiz küfürlerini sıralamaya başladı. Artık iyice çığırından çıkmış, hayvanlardan daha da aşağı bu adamın kabalığına, iğrenç tavırlarına dur diyebilecek, ona engel olacak bir kimse yoktu. Bunun da verdiği cesaretle iyice kuduran, zulmüne devam eden firavuna Efendimiz hiç bir cevap vermedi ve orayı terk ederek evine gitti. Ebû Cehil de yaptığı tüm pislikler yanına kâr kalmış bir hâlde Kâbe’ye gelmiş,burada bulunanarkadaşlarına katılmıştı.

İnsanların sesini dahi çıkarmadığı bu acı hadise, zavallı bir cariyenin vicdanını sızlattı. O Abdullah b. Cüdan tarafından azad edilmiş, kimi kimsesi olmayan bir kadındı. Zulme mani olamamış, sesini dahi çıkaramamış, çaresizce boynunu bükmüş kadıncağız,başını yerden kaldırdığında karşısında avdan dönmekte olan Hamza b. Abdulmuttalib'i gördü.

Son Peygamberin Amcası

Hz. Hamza orta boylu, güçlü kuvvetli, ok ve kılıcı çok iyi kullanan bir silahşör, sırtı yere gelmeyen bir pehlivandı. Son derece cesur biri olan Hamza, Mekke çevresindeki dağlarda, vadilerde avcılık yapardı. O şimdi avdan dönüyor, her zaman yaptığı gibi evine girmeden önce Kâbe’ye gitmek, Allah'ın evini tavaf etmek istiyordu. İbn Cüdan'ın cariyesi tam bu sırada karşısına çıkmıştı:

“Ey Ebû Umâre! Amr b. Hişâm'ın yeğenin Muhammed'e yaptıklarını görseydin, dayanamazdın. İşte, burada otururken ona hakaretler, eziyetler etti. Ağza alınmayacak ağır sözler söyledi ve çekip gitti. Muhammed ise ona hiç bir şey söylemedi. Üzgün bir hâlde evine döndü.”

Hamza b. Abdulmuttalib kulaklarına inanamadı. O Abdulmuttalib'in oğlu, Muhammed aleyhisselâm’ın amcası vesütkardeşiydi. EbûLeheb'in cariyesi Süveybe, hem Hamza’yı hem de Muhammed Mustafa'yı emzirmişti.[1] Hamza’nın annesi Hâle, Efendimizin annesi Âmine’nin amcasının kızıydı.[2] Çocukluk yılları birlikte geçmiş, Muhammed aleyhisselâm onun yalnız yeğeni değil, hayranlık duyduğu kardeşi, can yoldaşı olmuştu. MahzumoğullarındanEbû Cehil nasıl olur da Hamza’nın yeğenine hakaret ederdi? O, Muhammed aleyhisselâm’ı kimsesi olmayan, çaresiz biri mi sanmıştı? Hamza çok öfkeliydi. Yeğenine bu muameleyi reva gören, Hâşimoğullarını hiçe sayan aşağılık adama haddi bildirilmeliydi. Kâbe’ye doğru yürüdü. Nihayet dostlarının yanında oturan Ebû Cehil’i gördü. Elindeki yayla bütün gücüyle Ebû Cehil’in başına vurdu. Firavunun başı yarılmış, kanlar akıyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, hemen yanı başlarında taptıkları taşlar gibi put kesilmişlerdi. Ne konuşabiliyor, ne de bir şey yapabiliyorlardı.

Hamza, Ebû Cehil'in tepesine dikilmiş bağırıyordu:

“Ona hakaretler, eziyetler ediyorsun, öyle mi? Ben de Muhammed’in dinindenim. Onun söylediklerini söylüyorum. Cesareti olan varsa gelsin dövüşelim.”

Mahzumoğullarının gençleri ilk şoku atlattıktan sonra hemen ayaklandılar, efendilerini korumak üzere harekete geçtiler. Fakat ümmetin firavunun sözleriyle yerlerine oturdular.

“Durun, Ebû Umâre haklı! Ben onun yeğenine çok hakaret ettim, ağır sözler söyledim.”[3]

Aslında o bu sözleriyle Hamza’yı korumak değil, Hamza’nın Müslüman oluşuna mâni olmak istiyordu. Onun Müslüman oluşu İslam’a güç, Müslümanlara moral kazandıracaktı. Ayrıca Mahzûmoğullarının Hamza’ya zarar vermesi Haşimoğullarının kenetlenmelerine ve Muhammed aleyhisselam’a iman etmelerine yol açabilirdi. Ebû Cehil bu ihtimali düşünmek bile istemiyordu.

Firavuna haddini bildiren ve herkesin ortasında Müslüman olduğunu haykıran Hamza evine vardığında derin bir düşünceye daldı. Ne yapmıştı? Öfke ve heyecanla hareket etmiş, atalarının dinini terk etmişti. Şeytan bir türlü yakasını bırakmıyor, vesvese yüreğini kemiriyordu. Kavmi içerisinde sevilip sayılan, itibar gören Hamza kavminden ayrılmış; putlarını terk etmişti. Allah’a yalvarmaya, bir çıkış yolu göstermesi için dua etmeye başladı. Nihayet sabah olduğunda Efendimizin yanına geldi. Gece boyunca yaşadığı sıkıntıyı, yüreğindeki kuşkuları paylaştı. Rasûl-i Ekrem, sevgili amcasına nasihatlerde bulunup İslam’ı anlattı.  Allah’a çağıran salih davetçi konuştukça amcasının gönlü huzur ve sükûn buldu. Allah ve Rasûlü’nün sevgisi yüreğine yerleşti. Onun Müslüman olması Muhammed aleyhisselam’ı çok sevindirdi.[4]Hamza “aslan” anlamına geliyordu ve Hz. Hamza Allah Rasûlü’nün aslanı olmuştu. O, Müslüman oluşundan Uhud meydanında şehit oluncaya kadar İslam’ın düşmanlarıyla aslanlar gibi mücadele etmiş, adını ümmetin yüreğine yazdırmıştı.

O günlerde kâfirleri en çok rahatsız edecek şey, Müslüman olmaktı. Hz. Hamza Müslüman oluşuyla küfrü kalbinden vurmuştu. Mümin böyle olmalı, her dönemde küfrü rahatsız edecek, huzurunu kaçırabilecek en güçlü silahı bulmalı ve onu kullanmalıydı.

Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu Kureyş'in hesaplarını alt üst etmiş, Efendimiz aleyhisselâm’a diledikleri gibi baskı ve şiddet uygulayamayacaklarını öğretmişti.[5]

Hz. Ebû Bekir'in Yüzü Parçalanıyor

Hz. Hamza’nın Müslüman olduğu günlerdi. Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın yanına gelmiş; İslam’ı Kâbe’de haykırmak, hep birlikte Kâbe’ye gidip namaz kılmak için izin istemişti. O, yerinde duramayan bir dava ve hareket adamıydı.

Allah Rasûlü yeterince güçlerinin olmadığını ifade ettiyse de Hz. Ebû Bekir’in ısrarlı talebine hayır, diyemedi. Müslümanlardan pek çoğu Habeşistan’a hicret etmiş, Efendimizin yanında kırk kişiden daha az Müslüman kalmıştı.  Nihayet Peygamberimiz, ashabıyla birlikte Daru’l-Erkam’dan çıkarak Mescid-i Harâm’a geldi. Müminler kabile fertlerinin arasına dağılmışlardı. Efendimiz aleyhisselâm oturunca İslam’ın korkusuz ve yiğit davetçisi Hz. Ebû Bekir tüm zalimlerin, firavunların karşısında hakkı haykırmaya, İslam’ı anlatmaya, onları Allah ve Rasûlü’ne davet etmeye başladı. Ölümü göze almış, korkuyu çoktan öldürmüş bu yiğit sahabinin cesareti ve anlattıkları, firavunları çılgına çevirdi. Kureyş’in önderleri hışımla ayağa kalkarak Müslümanlara saldırdılar. Zalimler yüce İslam davetçisi Ebû Bekir’i yere yatırıp dövmeye başladılar. Özellikle Utbe b. Rebia, demir ayakkabılarıyla Ebû Bekir’in yüzünü çiğniyor, öfkesinden kudurmuş bir hâlde tekmeliyordu. Ebû Bekir’in kabilesi Teymoğulları geldiğinde Ebû Bekir baygın düşmüş, yüzü kanlar içinde kalmış, adeta tanınmaz bir hâle gelmişti. TeymoğullarıEbû Bekir’i bir kilime sarmış, evine götürmüşlerdi. Ebû Bekir komaya girmiş, adeta hayatından ümit kesilmişti. Teymoğulları, Ebû Bekir ölürse biz de Utbe’yi öldürürüz, diyorlardı.

Anam Babam Sana Feda Olsun

Gecenin ilerleyen saatlerinde Ebû Bekir gözlerini açtı. Aklı başına geldiğinde ilk sorduğu Efendimiz aleyhisselâm oldu. Annesi Ümmü’l-Hayr Selma bir şeyler yemesi için ne kadar zorladıysa da o Efendimizin hâlini, sıhhatini öğrenmekten başka bir şey istemiyordu. Anne, oğlunu anlayamıyor; başlarına gelen bu felaketlerden Peygamberimizin sorumlu olduğunu düşünüyor, oğluna bir şeyler yemesi için baskı yapıyor, sitem ediyor ama oğlunun isteği değişmiyordu:“Rasûlullah ne hâlde, acaba ne yapıyor?” diye sızlanıp duruyordu. Nihayet annesi dayanamadı ve “Vallahi arkadaşın hakkında hiç bir şey bilmiyorum.” dedi.

Ebû Bekir, annesinden Fatıma bintiHattab'agitmesini,  selamını iletmesini ve Rasûlullah’ın durumunu sormasını rica etti.

Gece karanlığında Mekke'nin tenha sokaklarında yaşlı kadın, yaralı oğlunun hatırı için Fatıma bintiHattab’ın evine giderek kapısını çaldı.

“Oğlum Ebû Bekir, arkadaşı Muhammed’in durumunu soruyor.”

Gece vakti, karşısında tanımadığı, yaşlı bir kadını gören Ümmü Cemil Fatıma:“Ben ne oğlunu ne de Muhammed’i tanırım. Fakat istersen seninle birlikte oğlunun yanına gelirim.” dedi.  Yaşlı kadın bu teklifi kabul edince Ümmü Cemil, Ebû Bekir’in yanına geldi. Ebû Bekir'in delik deşik olmuş yüzünü gören Fatıma artık dayanamadı ve: “Sana bunu yapanlar azgın sapıklardır. Ben Rabbimden senin intikamını almasını umuyorum.” diyerek feryat etti. Ebû Bekir'in annesi çok şaşırdı. Kadın, oğlunu tanımadığını söylemiş, ama hâlini görünce ağlamaya başlamıştı. Hz. Ebû Bekir,Rasûlullah’ın durumu nasıl, diye sorunca Fatıma,Ebû Bekir’e annesini göstererek konuşamayacağını belirtti. Ebû Bekir annesinden bir zarar gelmeyeceğini söyleyince:“Allah Rasûlü’nün durumu iyidir, ashabı ile Daru’l-Erkam’dadır” diyerek müjde verdi. Fakat Hz. Ebû Bekir'e Rasûlullah’ın iyi olduğu haberi yetmiyor, o bir an evvel Efendimizi görmek istiyordu.

İnsanların evlerine çekilip uykuya daldığı saatlerde yaralı bir adam iki kadının yardımıyla zorluk içerisinde Mekke sokaklarından geçerek çok sevdiği dostunu, sevgililer sevgilisi Muhammed aleyhisselam’ı görmek için Daru’l-Erkam’a geldi. Ebû Bekir, karşısında En Sevgili’yi görünce neler hissetti, nasıl bir sevinç ve coşku yaşadı onu kalemler yazamaz ancak, “Anam babam sana feda olsun!” diyerek sarılıp kucakladı.[6] Mekke semaları Peygamberlerin Efendisi ile Sıddık-ı Ekber’in kavuşmasına şahitlik etti. Efendimiz aleyhisselâm en yakın dostunun yaralı hâlini ve kendisine olan sevgisini görünce çok duygulandı. Ebû Bekir, Efendimizden, henüz Müslüman olmayan annesinin hidayete ermesi için dua buyurmasını rica etti. Muhammed Mustafa onun ricasını kırar mıydı! Son Peygamber’in duası hemen karşılık bulmuş, Ümmü'l-Hayr Selma Müslüman olmuştu.[7] Rabbim büyük İslam mücahidi Ebû Bekir'i yetiştiren mübarek kadına rahmet eylesin.

Cihadın en faziletlisi zalim hükümdarın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.[8]Ebû Bekir radıyallahuanh,Kureyş müşriklerinin karşısında ölümü göze alarak İslam'ı anlatan yüce bir mücahittir. O, zalimler tarafından öldüresiye dövülmüş, hayatını İslam uğruna feda etmiştir. Onun gözünü açtığında yaralarından, acılarından yakınmayıp Efendimiz aleyhisselâm’ın hâlini sorması sevgi ve fedakârlığın zirvesidir. Annesinin tüm ısrarına rağmen Allah Rasûlü’nü araştırması, kendi sıkıntılarını bir kenara bırakıp O’nun için endişe etmesi kıyamete kadar gelecek Müslümanlara Efendimizin nasıl sevilip saygı gösterilmesi gerektiğini anlatır.

Fatıma binti Hattab'ın önce Efendimizi ve Ebû Bekir'i tanımadığını söylemesi fakat ardından Ebû Bekir için döktüğü gözyaşları Müslümanların ne kadar tedbirli davrandığını, birbirlerine olan bağlılıklarını ve son olarak İslam'ın bu en zorlu günlerinde hanım sahabilerinaktif bir şekilde mücadelenin içinde olduklarını göstermektedir. Ve elbette Ebû Bekir radıyallahu anh'ın, Efendimizi gördüğünde yaşadıkları, “Anam babam sana feda olsun!” diyerek Muhammed aleyhisselâm'a sarılması tüm İslam ümmetinin hasretini, aşkını ifade eder. Rasûlullah’ı bir gece göremeyen Ebû Bekir'in yaşadığı hasret ateşi bizleri yakıp kül eder. Rabbim bu sevdadan bol bol nasiplenmeyi hepimize nasip eylesin.

Efendimizin Duası

Bir yanda Haşimoğullarının kahramanı, Rasûlullah’ın yiğit amcası Müslüman oluyor, ümmetin firavununa haddini bildiriyor diğer yanda Müslümanlar canları pahasına İslam’ı haykırıyor, dayak yiyor, işkence görüyorlardı. Hak-batıl mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ve bir gün müminler Allah Rasûlü’nün şu duasına şahit oldular:

“Allah’ım, şu iki adamdan, Ebû Cehil ve Ömer b. Hattab'dan en sevdiğin ile İslam’ı güçlendir!”[9]

Bu din kendisiyle aziz kılınacağı yiğidini arıyor, Mekke büyük bir fethin heyecanını yaşıyor ve Muhammed aleyhisselam Ömer'ini bekliyordu.

 

 

           

           



[1]İbn Hacer, el-İsâbe, II, 620; Beğavî, Mu'cemu's-sahâbe, II, 3-4.

[2]Hâkim, el-Müstedrek, III, 212; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 67; Hüseyin Algül, Hamza, DİA, XV, 500

[3]Hâkim, el-Müstedrek, III, 213; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 67.

[4]İbnü’l Esîr, A’lâmu’n-Nübelâ, I, 172.

[5]İbnü’l Esîr, A’lâmü’n-nübelâ, I, 172.

[6]İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 314.

[7]İbnü’l Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 315.

[8]EbûDâvûd,” Melâhim” 17; Tirmizî, “Fiten” 13; Nesâî, “Bey’at” 37.

[9]Tirmizî, “Menâkıb” 17; İbnHanbel, el-Müsned, II, 96.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.