Mihrimah SEMERKANDİ
Bu yazının konusu, toprağın altında olduğu için, konuşma-kendini savunma özgürlüğü olmayan bir ecdada vefa borcudur. Eğer o sağ olsaydı iftira atanlar, onun huzurunda ağızlarını açma cesaretinin zerresini gösteremeyeceklerdi, bu çok açık.
Bu ve belki bundan sonraki bir kaç yazının konusu şu soruların veya iftiraların cevaplandırılması olacak:
1-Yavuz babasını zehirletti mi?
2-Yavuz babasını zorla mı tahttan indirdi?
3-Yavuz sadrazamlarını idam ettirdi mi?
4-Yavuz alevileri katlettirdi mi?
5-Kürtleri sevmiyor muydu?
6-İncili küpe taktı mı, homoseksüel miydi?
7-Hilafeti zorla mı aldı?
***
1- Babasını Zehirletti mi?
Her şeyden önce dikkat edilmesi gereken bir durum var: Yavuz hiç kimseye babasının öldürülmesi için resmi bir emir vermedi. Bu durumda ya bu emri gizli olarak verdi ya da Yavuz’a baba katili olma iftirası atılıyor demektir. Peki, bu durumda fıtratında bir parçacık da olsa mümin olma izzetini taşıyan birinin tercihi, en azından eline kesin deliller geçinceye kadar susması veya “Bu bir iftiradır.” demesi gerekmez miydi? Ortada ne bir şahit ne bir delil ne resmi bir vesika yok ama romanlarda bir baba katili var.
Yavuz hakkında en son çıkan akademik çalışma, Sayın Profesör Feridun Emecen’e ait ‘Yavuz Sultan Selim’ isimli kitap. Bu kitabın 67. sayfasında Feridun Bey konuyu çok açık bir şekilde şöyle özetlemiş:
“...Tahtın bu şekilde Selim’e geçmiş olması, daha sonraları pek çok dedikodunun çıkmasına ve babasını tahttan indiren hatta onun vefatına sebep olan oğul olarak suçlanmasına yol açmıştır. Bunlar muhtemelen Yavuz Sultan Selim’in daha kendi çağında dillendirilmiş, köşe bucakta konuşulur olmuştur. O kadar ki sonraki dönemlerde kaleme alındığı anlaşılan, bir tarih kaynağı olmaktan çok, dedikoduları, halkın zihninde kalan, çoğu yanlış bir takım olayları toplayan bir anonim (yazarı belli değil) eserde babasının Selim için “bu oğlan öyle Yavuz oldu” dediği, tahtı Selim’in zorla aldığı ve babasını tahttan indirdiği; bunun üzerine 2. Bayezid’in tahtı ona bırakırken ‘Oğlum Allah kılıcını keskin etsin ve uğrun açık olsun, lakin pederini saymayıp bî-edebâne hareket ettiğin için ömrün vefa etmesin.’ diye beddua ettiği belirtilir.” (Bu arada Yavuz’un vefat yaşı 51’dir).
Peki, tarihte Beyazıt’ın zehirlendiğini ilk iddia eden kimdir? Beyazıt’ın kafilesinde bulunan Antonio Menavino isimli bir ecnebi.
Nasıl zehirlenmiş? Beyazıt’ın yıllardır kendisine hizmet eden Yahudi doktoru tarafından ilaç diye zehir içirilerek.
Peki Yahudi doktor bu şüphe ve iddialara rağmen nasıl hayatta kalmış!? Yahudi doktoru bu işe kim azmettirmiş!? Selim’dir canııım! Bu ölüm ondan başka kimin işine yarar ki! Eğer adalet böyle tesis ediliyorsa vah yazıklar olsun!
Yahu çok hasta olduğu için devlet işlerini bile vezirlere, paşalara bıraktığını hatta sağlığında bu yüzden oğlu Ahmed’i tahta çıkarmak istediğini bütün Osmanlı kaynakları ittifakla yazmıyor mu!
Bu yaşlı ve hasta adamın bünyesi bu kadar sıkıntıyı, üzüntüyü ve üstüne yol zahmetini kaldıramamış olamaz mı? Bir ecnebi böyle dedi diye normal eceli ile ölemez mi insan? Hani biz “Size bir fasık haber getirdiği zaman o haberi kontrol etmeden inanmaması” gereken bir zümreydik. Bırak fasığı adam üstüne bir de Hristiyan ve biz onun üzerinden müthiş bir iftira kampanyası başlatıyoruz. Hem de kime karşı:
Mekke ve Medine’nin hizmetçisi olma şerefine nail olmuş bir mümine, ilk Osmanlı halifesi olma faziletini elde etmiş birine karşı. Ve daha da önemlisi: yıl 2015. Bu zamana kadar Hristiyanlar tam üç kez Kâbe’yi yıkmak için yola çıktılar. Birincisini 571 de Ebabil kuşları, ikincisini 1182 de Selahaddin Eyyubi ve üçüncüsünü (ki onları doğuran ananın da babanın da üzerlerine “yeter” deyinceye kadar Allah’ın rahmeti ve mağfireti insin) Yavuz Sultan Selim Han hazretleri engelledi. İşte tam burada çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Neden âlemlerin Rabbi birincisinde de bir kulunun eli ile Beytini korumuyor da sıra dışı bir yolla hem de en zayıf hayvan guruplarından biri ile evini koruyor?
Cevap şu olabilir mi? Allah’ın Beyti’ni koruma fazileti ve şerefi sıradan bir iş değildir. Bu fazilet ancak layık olana verilir. Bu yüzden 571’de henüz yeryüzünde müminler olmadığı için Kâbe’yi koruma fazileti müşrik putperestlere verilmektense Ebabiller tercih edildi. İbrahim (a.s)’in Kâbe’yi inşa ettiği zamandan beri yaklaşık 3700 yıldır bu Beyt’e yapılan diğer iki Hristiyan saldırısından birini önleme şeref ve fazileti ise bir baba katiline verilebilir mi? Bu âlemde tesadüf yoksa ve Âlemlerin Rabbi bu dünyada iki şeyin cezasını hemen veriyorsa (zulüm ve ana-babaya isyan) Beytullah’ı Hristiyanlardan korumak için Selim’den başka Ebabil mi bulunamadı acaba?
Yavuz’un babasını zehirlettiğini yukarıdaki ecnebinin iftiralarına dayanarak bizde ilk iddia eden Osmanlı kaynağı, bu görüşü Beyazıt’ın ölümünden 38, Selim’in ölümünden 30 sene sonra yazıyor. Kaldı ki o ecnebi bile zehirlendiğini söylüyor ama kim tarafından zehirlendiği konusunda sadece kendi zannına dayanıyor.
Bir insanın ahiret defterinde götürebileceği en kötü amellerden biri hiç şüphesiz ki ölmüş ve kendini savunamayacak durumda olan birine yapacağı iftiradır herhalde...
Kaldı ki yeniçerilerin çıkardığı bir ihtilal sonucunda tahta çağrılan Yavuz’un, yaşlı, hasta ve bir anlamda yenilmiş babasını tahtına rakip olarak görmeyeceği çok açık. Zira bu işe çok istekli olan büyük ağabeyi Ahmed veya ortanca ağabeyi Korkut’la rekabeti zaten aleni olarak devam etmekteydi.
Kendi askerinin isyanı sonucunda tahtını terk etmek zorunda kalmış 70 yaşındaki bir ihtiyarın ölüm sebebi için zehir arayanların o ihtiyarın duygularına empati yapamadıkları ortada ama iyi ki bir mahkeme-i kübra var.
Yakub’a Yusuf’u, Mustafa’ya Fatıma’sı neyse Beyazıt’a Ahmed’i de oydu. Ahmed’ini çok sevdi o. Ahmed’i de onu. Hatta bir gün dedesi Fatih bütün torunlarını huzuruna toplamış onlarla birlikte olmuş ve o esnada tüm torunlarına bir soru sormuştu: Atanızı mı (babanızı) çok seversiniz yoksa beni mi?” Kemalpaşazade’de geçen bu rivayette Ahmed hariç tüm torunlar “Sultanımızı artuk severiz.” diye cevap vermişler, Ahmed ise babasını daha çok sevdiğini söylemiş. Demek ki ta o günlerden kalma bir baba-oğul sevgisi var aralarında. Âdetullah’tır, sevgi büyükten küçüğe doğru akar. Büyük sevmezse, küçüğün kalbi sevemez. Mademki “Kalpten kalbe yol vardır.” o yolu birilerinin açması lazım ki yol işlesin. Bunda da ne kalbin bir günahı var ne de yolu açanın. Kalbini çözen bunun sırrını da çözecektir.
Beyazıt’ın kalbi Ahmed’e yol açtı. Bu yüzden o veliaht, şehzadelerin gönderildiği İstanbul’a yakın, Amasya sancağına tayin edildi. Ondan önce sancağa çıkan büyük ağabeyi Abdullah’a ise nedendir bilinmez daha önce hiç bir şehzadenin gönderilmediği Trabzon verilmişti. O, burada vefat edince de en küçük şehzade Selim oraya gönderildi. O sırada bu topraklarda yaşayanlar gayet iyi bilirlerdi ki İstanbul’a en yakın sancakta oturan şehzade, babanın ölümünde hızla İstanbul’a gelip tahta diğer kardeşlerinden önce çıkabilirdi ve bu durumda sultan o olurdu. Ahmet Amasya’ya gönderilirken, Selim Osmanlı’nın doğu sınırlarındaki en uzak sancağa yani Trabzon’a atandı.
Selim sustu.
Orada 30 yıla yakın gayet başarılı bir sancak beyliği yaptı. Gürcistan üzerine yaptığı üç başarılı seferden dolayı takdir beklerken tekdir edildi.
Selim sustu.
Şah İsmail’in Anadolu topraklarındaki gizli faaliyetlerine merkezin dikkatini çekmeye çalıştı. Kimse umursamadı.
Selim sustu.
25 yıldan sonra artık başka bir sancağa tayin edilmek istediğini yazdı. Umursayan olmadı.
Selim sustu.
Oğlu Süleyman’a sancak istedi. Bolu sancağı verildi. Ancak Şehzade Ahmet “Bu veledün benim yolum (taht yolunu kastediyor) üzerinde işi nedür?” deyince oradan alındı, o veled Kefe’ye (Kırım’da) atıldı.
Selim sustu.
Aynı yıl Ahmed’in oğlu Murad’a sancak istendi, Bolu verildi. Selim “Bu veledün...” demedi.
Sustu.
Şah İsmail’in kardeşinin komutasındaki bir ordunun Osmanlı topraklarına baskın yapacağını öğrenince üzerlerine yürüdü, baskını bastı, Şah İsmail’in kardeşini de esir aldı. Takdir edilmek hakkı idi. Ama sulhu bozduğu için tekdir edildi, Şah İsmail’in kardeşini serbest bırakması ve bir daha izinsiz sancağı dışına çıkmaması emredildi.
Selim sustu.
Oysa kısa bir zaman önce ağabeyi Korkut kendisine istediği sancak verilmeyince Mısır’a gitmiş, Memlüklere sığınmış ama affedilerek istediği sancağı kapmayı başarmıştı.
Selim o zaman da susmuştu.
Sonra Selim öğrendi ki babası çok hasta ve yönetim devşirme paşaların eline kalmış, onlar da halim selim, kolayca idare ve ikna edilebilir şehzade Ahmed’i tahta çıkarmak isterlermiş. Hatta bunun için merkeze çağırma planları bile yapılmış, Ahmet tahta çıkmak üzere Üsküdar’a kadar gelmiş.
İşte işler o zaman kopmuş...
Selim, tüm bunları arada paşalar olmaksızın yüz yüze babası ile konuşmak istemiş, sancağını terk etmiş Kefe’ye gelmiş ve bir daha da Trabzon’a dönmeyeceğini, Rumeli’nde yeni bir sancak verilmezse (ki verilmeyeceğini, Osmanlı’da kanunların, nizamın şehzade bile olsa bir kişi lehine bozulmayacağını adı gibi biliyor.) Osmanlı topraklarını terk edeceğini bildirmiş. Ama Beyazıt’ın şefkatli baba kalbine bunlar nasıl iletildi bilinmez. İşte bu noktadan itibaren Selim asi şehzade konumuna düşmüş. Belki de gerçekten kastettiği Moskova yakınlarındaki Mankerman ve Çerkeskerman kalelerine akın yapıp buraları alsaydı biz şu an çoook farklı bir tarih konuşuyor olurduk. Ama Yeniçeriler işe karışmış ve Ahmed’i başlarında görmek istemediklerini, Selim’i istediklerini çok sert bir üslupla belirtmişler. Üslup o kadar sertmiş ki cülus töreni için saraya geçmek üzere Üsküdar’da bekleyen Ahmed sancağının başına geri dönmeyi ve orada gücünü artırmayı planlamış. Devlet içinde ciddi problemler çıkacağını anlayan Bayezid oğlu Yavuz’u çağırarak tahtı kendisine bırakacağını bildirmiş.
Eğer 2015’ten bakıp 1512’yi değerlendireceksek Bayezid’in hayatında verdiği en hayırlı kararlardan birinin hiç şüphesiz Yavuz’a tahtını bırakmasıdır, diyebiliriz. Çünkü Selim, sadece 8 sene tahtta kaldı ama babasından aldığı toprakları 2,5 katına çıkarttı. Bir seferde bir ülkeyi tarihe gömdü. Hilafeti Osmanlı’ya getirdi. Onun döneminde Şia, Osmanlı için bir tehlike olmaktan çıktı. Oğlu Kanuni’ye ağzına kadar dolu iki devlet hazinesi ve dünyanın en güçlü, en tecrübeli ordusunu bıraktı. Gecelerini uykusuz, gündüzlerini ıslah-ı âlem için çalışmakla geçirdi. Bu yüzden Osmanlı’nın en büyük âlimlerinden olan Müfti-i Sakaleyn Kemalpaşazade Hazretleri, onu gölgesi yani etkisi en uzun olan ikindi güneşine benzeterek “Beyler tac ve tahtları ile övünürken tac ve taht onunla övünürdü.” dedi. Bizler Kemalpaşazade’nin ona verdiği değerin yüzde birini vermiş olsaydık bugün babasının ölüm şekli veya onun tahta çıkış şeklini değil dünya tarihinin en uzun süren iki seferinden nasıl başarı ile döndüğünü, dünyanın 2. süper gücünü yıktıktan sonra ondan aldığı toprakları nasıl problemsiz ve huzurla yönettiğini konuşurduk da belki öğreneceklerimiz Ortadoğu’ya barışı ve huzuru nasıl getireceğimizi bize gösterirdi.
Sonraki maddeleri bir sonraki yazımıza bırakıyor ve diyoruz ki:
Daha kalsa, dünya meydanlarını
İki şehsuvara dar bulacaktı
Takvimler gününden gün almasalar
Belki Karadeniz ak olacaktı...
Ağlasın taşlara bakıp tarih...
Selimler gelir de Yavuz’lar gelmez...
Arif Nihat Asya
Yeni yorum ekle