Hz. Âdem ve eşi Havvâ annemiz, kendilerine yasaklanan ağaçtan yediklerinde, cenneti yeniden hak etmek için çalışmak üzere dünyaya gönderilmişlerdi. Bir yolculuktu onlarınki. İnsanlığın anne-babasının hikâyesi böylece yolculukla özdeşleşirken, onların çocukları olan bizlerin dünya serüveni de başlamış oluyordu. Daha ilk adımdan itibaren, harekete ve yer değiştirmeye yazgılıydı insan. Sürekli amel, sürekli devinim ve sürekli gayret… Ta ki, içinde sonsuza dek kalacağı, hiç çıkarılmayacağı ve artık gayret göstermesinin istenmeyeceği ebedî yurdunu buluncaya kadar…
Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine daha lüks şartlarda yaşaması ve konforunu artırması tavsiye edildiğinde, şu çarpıcı cevabı vermişti: “… “Ben bu dünyada, çok sıcak bir günde yolculuk ederken bir ağacın altında azıcık dinlenen, sonra da oradan kalkıp giden bir yolcu gibiyim”. Bütün ömrü boyunca eşyaya, dünya metâına ve geçici nimetlere aynı gözle bakmıştı hep. Elindekileri dağıtırken, ekonomik anlamda asgarî ile iktifa ederken, -bazen eşleri kendisine itiraz bile etse- evindeki rahat ve kaliteyi hep belli bir noktada tutarken, onun motivasyon noktası aynıydı: Yolcuyuz ve ağacın altına sadece dinlenmek için oturduk. Yola devam edebilecek kadar soluklanınca, kalkıp gideceğiz. O halde, sanki hep orada yaşayacakmışız gibi neden yerleşelim?
Dünyada sadece Allah’ı razı etmek için yaşanınca, kavramların tanımı da Hz. Peygamber’in dilinde ona göre yeniden şekillenmişti. Doğduğu, çok sevdiği ve istemediği halde ayrılmak durumunda kaldığı Mekke’ye yıllar sonra muzaffer bir komutan olarak geri döndüğünde, namazlarını seferî olarak kılmıştı. İnsan vatanında seferî olur muydu peki? Olmazdı, ama onun vatanı Medîne’ydi artık. Ona kucak açan, saldırılardan koruyup sakınan, bağrında ısıtıp kucaklayan Medîne… O halde vatan, sırf doğduğumuz veya köklerimizin bağlı olduğu yer değildi. Bir Müslüman için vatan, İslâm’ı özgürce yaşadığı herhangi bir yer olabilirdi. Bu hem hicrete teşvik hem de “Allah’ın arzı”nın genişliğini yeniden hatırlatmaydı. Mekke’nin sevgisi kalbinde bir gram bile eksilmiş değildi, ancak artık karar kıldığı yer başkaydı. Nitekim vefatı da medfeni de orada olacaktı.
Bir beldede artık Allah’ın emir ve yasaklarını uygulama imkânı kalmadığında, İslâm’ı yaşamak için yeryüzünde mekân değiştirmek “hicret”ti ve Allah hicret edenlere dünyada da âhirette de sonsuz mükafatlar verecekti: “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek birçok uygun yer ve imkân bulacaktır. Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek yurdundan çıkar da sonra ölüm onu yolda yakalarsa artık onun mükâfatını vermek Allah’a aittir; Allah daima günahları örtmektedir, engin rahmet sahibidir.” (Nisâ, 100) Hicret öyle yüce bir eylemdir ki, ecir elde etmek için illâ ki menzile ulaşmak gerekmez. Salih bir niyetle yola düşmüş olmak yeterlidir. İlk adımı attıktan sonra, üstünü tamamlamak artık Âlemlerin Rabbi’ne aittir.
Hz. Peygamber başta olmak üzere, bütün peygamberler hicret etmişti. Tıpkı, hepsinin ömürlerinin bir bölümünde mutlaka çobanlık yapmış olmaları gibi. Muhacir bir peygamberin ümmetiydik hepimiz, tıpkı şimdiye kadar gelip geçen bütün ümmetler gibi… Yeryüzündeki bütün mazlum ve mümin muhacirler de, peygamberlerin izini süren gariplerdir. Niyetler kalpten kaybolmadıkça ve istikamet bozulmadıkça, hepsi peygamberler kervanının takipçileridir. Bütün peygamberler hicret etmiş olduğu içindir ki, muhacir olmak, İslâm davasının da cilvelerindendir. Bu davayı omuzlayanların kaderinde mutlaka gurbet vardır, muhaceret vardır, sılaya hasret vardır…
Yola düşmek ve yol kat etmek öyle mühimdi ki, Kur’ân, zekâttan pay ayırdığı sekiz sınıf insan arasına “yolda kalmışlar”ı da ilâve etmişti. Yol yürümeye devam edenlerin hiçbir sıkıntı çekmemesi, Müslüman diyarlarda garip kalmaması ve herhangi bir yere sığındıklarında rahatça barındırılması esastı. Sadece zekâtta değil, çeşitli sadakalarda da mutlaka ismi anılan bir sınıftı “yolda kalmışlar”. Hatta öyle ki, “Yolda kalmışa hakkını ver!” diyordu Kur’ân, hem de iki ayrı yerde: İsrâ, 26 ve Rûm, 38. Yolda kalmışlara haklarının iade edilmesi sadece onların mahrumiyetini gidermeyi değil, aynı zamanda bizatihi yolculuğu da teşvik eden bir emirdi. Böylece kimse yola düşmekten ve yeryüzünde mesafe kat etmekten korkmayacak, çekinmeyecekti.
Kur’ân, yeryüzünde gezip dolaşmayı, tıpkı namaz ve zekâtı emrettiği gibi emreden bir kitaptı. Yeryüzünde gezip dolaşmaktan maksat imanda derinleşmek, kâinata ibret nazarıyla bakmayı öğrenmek, sabrı ve şükrü kuşanmak, Allah’ın varlık âlemini nasıl yarattığını ve kudretini nasıl sergilediğini gözlemlemek başta olmak üzere sayısız manevî hedefi gerçekleştirmekti. Ve her seyahat, eve dönüldüğünde insanı biraz daha olgunlaştıran ve tamamlayan bir tecrübeydi. Allah, kullarının seyahate çıkmasını ve yeryüzünde gezip dolaşmasını o kadar önemsiyordu ki, dört rekatlı farz namazları yarıya düşürmüş, orucu -yolculuk esnasında- mecburiyet olmaktan çıkarmış, cuma ve bayram namazlarını yolculardan kaldırmış, kurban kesme sünnetini de tamamen isteğe bırakmıştı. Bu adeta, yolculuğa çıkmak isteyen kullar için manevî bir ikram ve teşvikti. Kullar yeter ki yola çıksın ve yola düşsündü.
Doğumumuzdan ölümümüze kadar sürekli hareket halindeyiz ve hareket halinde olmamız emrediliyor madem, o halde şunu söylemek de abes sayılmasa gerek:
İslâm bir hareket dinidir. Ayağa kalkanlar, davrananlar ve hareket edenler, hareketsiz bir şekilde oturanlardan daha hayırlıdır. Herhangi bir yanlışı düzeltmek, dünyada hayırlı bir iz bırakmak ve salih amelleri çoğaltmak, tamamen hareket etmeye, hicrete, yeryüzünde yol tepmeye bağlıdır. Yolculuğa daha güçlü ve zinde devam edebilmek için ağaç altında yalnızca dinleniyor olduğumuzun şuuruyla…
*Bu yazı hocamızın izniyle Genç Dergisi'nden alınmıştır.
Yeni yorum ekle