Yarım kalan iki kitabın hikâyesi: Celâleyn Tefsiri ve Tecrîd-i Sarîh Tercümesi

Bir âlime en ağır gelen şeylerden biri başlamış olduğu ilmî faaliyetlerini sürdürememesidir. Bu bazen öğrencileriyle oluşturduğu ders halkasının devamlılığını sağlayamamak, bazen de telifini üstlendiği bir kitabı tamamlayamamak şeklinde olabilir.

İslam kültür tarihinde bu şekilde asıl müellifi tarafından tamamlanamayan bazı kitaplar vardır. Celâleyn Tefsiri ve Tecrîd-i Sarîh Tercümesi bunlardan sadece iki tanesi ve belki de en meşhur olanlarıdır.

Konuya giriş yapmadan önce böyle âlimlerin durumlarının oldukça dokunaklı olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira o yarım kalan, bir başka âlim tarafından devam edilip tamamlanan bu eserlerin sayfalarına baktığınızda kitabını tamamlamaya çalışan hasta bir ilim adamının telaşını görürsünüz. Rabbinin huzuruna delille/sadaka-i cariyeyle varabilmenin gayretini müşahede eder, bir acelecilik sezersiniz. Yer yer ifadeler kısalır, açıklamalar azalır, çünkü vakt-i merhûn yaklaşmıştır ve emareler artmıştır. Hatta belki artık vuslat vakti rüyalarda görülmeye başlanmıştır.

Söz konusu eserler okunurken müelliflerinin bu halet-i ruhiyeleri de düşünülmelidir. Allah cümlesinden razı olsun.

Şimdi bahsi geçen iki eserin hikâyesine geçebiliriz.

Meşhur Celâleyn Tefsiri

Celâleyn Tefsiri (Celaleddîn el-Mahallî [ö. 864] ve Celâleddin es-Suyûtî [ö. 911] tarafından yazılmıştır.

Öncelikle ifade edelim ki bu eser aslında ilk müellifi olan İmam Celaleddîn el-Mahallî (ö. 864/1459) tarafından “Tefsîrü’l Kur’ân” adıyla yazılmaya başlanmış fakat bu zatın vefatı sebebiyle öğrencisi Celâleddin es-Suyûtî (ö. 911) tarafından tamamlanmıştır. Ancak burada tefsirin hangi kısımları kimin kaleme aldığı konusunun ulemâ arasında ihtilafa sebep olduğuna da değinmemiz gerekiyor.

Çoğunluğa göre İmam Suyûtî tefsire İsrâ suresinden itibaren başlayarak Kur'ân'ın ikinci yarısını tefsir etmiş, bununla birlikte Fatiha suresinin tefsirini de yine o yapmıştır. Ancak bu hatalı bir bilgidir. Doğrusu ise İmam Mahallî’nin, Kur’ân-ı Kerîm’i Kehf sûresinden başlayıp Nâs sûresine kadar tefsir etiği, ardından Fâtiha sûresinin tefsirini yaptığı, yani Kur'ân'ın ikinci yarısını İmam Suyûtî'nin değil İmam Mahallî’nin ve dolayısıyla ilk yarısını da İmam Suyûtî'nin tefsir ettiği bilgisidir (Ali Akpınar, "Tefsîrü’l Celâleyn", DİA, İst., 2011, c. 40, s. 294).

Zaten İmam Suyûtî'nin İsrâ suresinin sonuna düştüğü şu kayıt da bu görüşü doğrular niteliktedir:  "eş-Şeyh, el-İmâm, el-Âlim, el-Allâme, el-Muhakkik, Celâlü'ddîn, el-Mahallî, eş-Şâfiî'nin te'lif ettiği Kur’ân-ı Kerim tefsirini tamamlamak için kaleme aldığım eser, burada sona ermiştir."

Eserin böyle iki müellifli oluşu ona sonraları “İki Celâleddîn’in yazdığı tefsir” manasında “Tefsîrü’l Celâleyn” adıyla ayrı bir şöhret kazandırıp tanınmasına vesile olacaktır. Ayrıca eser ilim erbabı arasında “Lübbü’t tefâsîr” diye de tanınırlık kazanmıştır ki bu tabir “Tefsirlerin özü” manasına gelmektedir.

Esere bu lakabı kazandıran en temel özellik onun geçmiş tefsir müktesebâtından ustaca faydalanan, bu birikimi kendine has doğru bir metod kullanarak harmanlayan ve başarılı bir şekilde yorumlayan bir çalışma olmasıdır. Müellifler bu noktada gerçekten takdire şayan bir çaba ortaya koyarak kadim ulemanın tefsir deneyimini iyi okuyup değerlendirmişler, bu deneyimi eserlerine özetleyerek yansıtmışlar ve sonrakilere aktarabilmişlerdir. İşte tüm bunlar Celâleyn'i ilgilileri için elden düşmez, kapağı kapanmaz, döne döne okunan bir eser yapmıştır.

Mehmet Âkif’in elinden düşürmediği tefsir

Bu cümleden olarak Mehmet Âkif’in Celâleyn’i hiç yanından ayırmadığı, ondan çokça istifade ettiği söylenir. Âkif’in bu eseri bu kadar sevmesi ve istifade edilebilir bulması herhalde onun -yukarıda bahsettiğimiz gibi- tefsirlerin özeti niteliği taşıyan güçlü bir eser olmasından kaynaklanmaktadır.

Celâleyn tefsiri hakkında son olarak İmam Mahallî’nin vefatından sonra tefsire devam eden öğrencisi İmam Suyûtî’nin bu tefsiri kırk gün gibi kısa bir sürede tamamladığını söyleyelim. Bu süre Kur’ân’ın yarısını tefsir etmeyi bırakın mütalaâ etmek için bile kısa bir süre olarak görülebilir fakat söz konusu neredeyse her alanda eser veren İmam Suyûtî olunca insan pek de şaşırmıyor açıkçası. Zira kendisinin müstakil bir eser kaleme almadığı tek alan mantıktır. Fakat yine de burada bile bir ihtisar çalışması ve bir de reddiyesi mevcuttur. İmam Suyûtî’ye isnad edilen künefe ve kadayıf hakkındaki “Menhelü’l letâif fi’l künâfeti ve’l kadâyıf  (Künefe ve kadayıftaki letafet pınarları)” adlı eser onun ne kadar değişik sahalarda kalem oynattığının tebessüm ettiren bir ispatıdır.

Celâleyn hakkında bu kadarla iktifâ edelim ve şimdi bu yazının yazılmasına sebep olan asıl hikâyeye, Tecrîd-i Sarîh Tercümesi’nin hüzünlü ve bir o kadar da düşündüren hikâyesine geçelim.

Yaklaşık bir ay önce İsmail Kara hocanın “Aramakla Bulunmaz” adlı kitabını okurken ilk on beş sayfada anlatılanlarla sarsıldım. Burada bahsedeceklerimin çoğu o kitapta yazılanlardan iktibasladır. Daha önce bu eserin yazılış hikâyesini işitmeyenler için faydalı bir anlatım olacağını düşünüyorum. İşitenler için de güzel bir tekrar…

Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, Babanzâde Ahmed Nâim ve Kâmil Miras telif edilmiştir.

Tam ismi “et-Tecrîdü’s sarîh li ehâdîsi’l câmîi’s sahîh” olan bu eser esasında İmam Buhârî’nin (ö. 256) “el-Câmiu’s sahîh” adlı meşhur eserinin Ahmed b. Ahmed ez-Zebîdî (ö. 893) tarafından yapılmış olan muhtasarıdır. Bu çalışma İmam Buhârî’nin el-Câmiu’s sahîh’ini yalnızca hadis bilginlerini ilgilendiren teknik detaylardan arındırarak oldukça kullanışlı bir kitap haline getiren önemli bir çalışmadır.

Babanzâde Ahmed Nâim Efendi işte bu eserin tercümesine girişince bir müddet sonra hastalanıyor ve vefat ediyor (14 Ağustos 1934, Pazartesi). Ardından eserin tercümesine Kâmil Miras devam ediyor. Evet, buraya kadar her şey ilk bakışta öylesine normal! Ancak merhûmun vefatına biraz daha dikkatlice bakınca orada “Bir âlim nasıl ölür?” sorusunun cevabını buluyorsunuz.

Secdede ruhunu teslim eden âlim

Şöyle ki Babanzâde Ahmed Nâim Efendi yukarıda belirttiğimiz gibi tercümeye başlayınca hastalanmıştı ve “hasta namazı” bölümündeki Hz. Aişe’den rivayetle gelen bir hadisin, “Efendimiz sonra ikinci rekâtta da evvelsi gibi yapardı.” şeklindeki ilk kısmını tercüme ettikten sonra ikinci kısma geçmeden öğle namazına durmuş, namazın "ikinci rekat"ının "secde"sinde vefat etmişti.

Şimdi birkaç kelimeyi aklımızda iyi tutmamız gerekiyor: "hasta namazı", "ikinci rekât" ve "secde".

Saadettin Ökten’in bu olayın evveliyâtıyla ilgili verdiği bilgiler çok değerli ve ilgi çekicidir. Onun anlattıklarına göre Nâim Efendi, tercümeye başlayıp hastalanınca bu işin sonunu getirip getiremeyeceğine dair tereddüde düşüyor ve istihareye yatıyor. Âlem-i manâda Efendimizin kendisine namaz kıldırdığını görüyor. Namaz devam ederken Hz. Peygamber “ikinci rekat”ta dönüp Nâim Efendi'ye enfiye ikram ediyor ve rüya burada bitiyor.

Nâim Efendi istiharede gördüklerini hemen yakın dostu, onu “sahabeden biri” diye niteleyen Celâleddin Ökten hocaya açıyor ve işin ehli birinden rüyasını tabir ettirmesi ricasında bulunuyor. Celâl hoca da hemen Cerrâhî Âsitânesi Şeyhi Fahrettin Efendi'ye rüyayı tabir ettiriyor. Yapılan tabir şöyle: “Ömrü tercümeyi tamamlamaya yetmeyecek, erken göçecek. Fakat bunu kendisine söylemeyiniz.” Öyle de oluyor…

Dikkat ediyor musunuz? Hazret “namaz”da ve “ikinci rekat”ta öleceğini rüyasında önceden görmüş ve hasta iken “hasta namazı” bölümünün tercümesiyle uğraştığı bir esnada teslim-i ruh etmiş.

Peki ölümün secdede geleceği kime mâlum oluyor dersiniz? Nâim Efendi'nin en yakın dostlarından biri olan Mehmet Âkif’e…

Derler ki Âkif çok uzun zamandır Nâim Efendi'ye bir şiir ithâf etmek arzusundaymış fakat bir türlü ona layık bir şiir yazabildiği düşüncesinde de olamamış. En son “secde” şiirini yazınca Nâim Efendi'ye bu şiiri bir arkadaşı vasıtasıyla gönderip ithâf etmiş. Nâim Efendi şiiri o kadar beğenmiş ki Âkif’in el yazısıyla yazdığı nüshayı sakladıktan sonra kendi el yazısıyla ona şiiri yeniden yazıp teşekkür ederek göndermiş. Şiirin son mısraları şöyle:

Kıyılmaz lakin Allah’ım o gaşyolunmuş yatan vecde,

Bırak, hilkatle olsun varlığım yekpâre bir "secde"…

"Âkif'e mâlum mu oldu Nâim Efendi'nin secdeden gideceği yoksa bu yalnızca bir tesadüf mü?" sorusuna "tesadüf" diye cevap vermeye vicdanım el vermiyor.

Şimdi aklımızda tutmamız gereken kelimeleri yeniden hatırlayalım: “hasta namazı”, “ikinci rekât” ve “secde”. Hepsi nasıl da teker teker anlam kazandı görüyor musunuz?

Yeri gelmişken bir acayip halden daha bahsedeyim kısaca.

Elmalılı Hamdi Yazır da Nâim Efendi de dostlarından

Elmalılı Hamdi Yazır da Nâim Efendi'nin arkadaşlık ettiği zatlardanmış (Celalettin Ökten, Âkif, Elmalılı... Hazretin ne kıymetli dostları varmış!) ve Elmalılı Hamdi Efendi bu sır dolu ölümün ardından merhûmun vefat tarihini bir şiirle şöyle kaydetmiş:

Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan,

Secdeden gitti Hüda’ya Nâim…

Ancak gelin görün ki Elmalılı da “Hak Dini Kur’ân Dili”ni yazarken hastalanıyor ve neredeyse eserini tamamlayamadan vefat edecek oluyor. Öyle ki bu endişeyle olacak, tefsirin ortalarını geçerken bazı ayetlerin yalnızca meallerini vermekle yetiniyor. Bereket versin sonraları iyileşiyor ve eserini tamamlamak kendisine nasip oluyor.

Buraya kadar Tecrîd-i Sarîh’in “hasta namazı” bölümüne, yani Nâim Efendi'nin vefatına odaklandık. Yazımıza devam edelim ve Kâmil Miras’ın devraldığı kısma dönerek bitirelim. Zira bu kısımda hadisin ikinci yarısına Kâmil Miras’ın düşmüş olduğu bir not var ki sanki esere damlamış bir kan lekesi gibi öylece duruyor orada. İşte o kayıt:

“Mütercim merhûmun müsveddesi burada hitâm buluyor. Bu hadisin tercümesi tarafımızdan ikmâl ve izâh edilmiştir. Bir seneden fazla bir zamandan beri hasta bulunan merhûm, 1934 senesi 14 Ağustos Pazartesi günü öğle namazını kılarken ikinci rekâtta teslîm-i ruh etmişti. Salât-i marîza dair olan yukarıdaki hadisin

 tercemesi ikmâl edilmeyip de ikinci rekâtte bırakılmasıyla, hadise-i vefatın bu sûrette vukûu arasında aşikâr bir alaka vardır. Cenâb-ı Hak ilahi rahmetine müstağrak buyursun! Âmin.”

Ne güzel bir ömür ne güzel bir ölüm öyle değil mi?

Allah cümlemize böyle güzel bir ömür nasip eylesin…

Zira ancak güzel yaşayanlar güzel ölebilirler ya da güzel ölenler yalnız güzel yaşayanlardır...

Vesselâm…

Not: Meraklısına: Geçen yıl Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Tecrid-i Sarîh tıpkı basım olarak sekiz cilt halinde yeniden basıldı. Celâleyn'in tercümelerinden de Talha Alp hocanın Yasin Yayınları'ndan çıkan beş ciltlik tercümesini tavsiye ederim.

Celalettin Alkan

Kaynak:www.dunyabizim.com

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.