Yeni yorum ekle

Onlar Bizim Kahramanlarımız

Ebû Fükeyhe

Ramdâ Vadisi’nde yaşlı bir adam... Elleri ayakları zincirlenmiş, elbiseleri çıkarılmış, öğle sıcağının en şiddetli anında çölün ortasında yüzüstü yere yatırılmış. Sırtında kocaman taşlar, ateş gibi yanan kumlar üzerinde zorlukla nefes alan yalnız ve zavallı bir köle: Ebû Fükeyhe. 

Abduddaroğulları ve Kureyş’in diğer zalimleri acımasızca dövüyor, kırbaçlıyorlar zayıf bedenini. Sadece “Rabbim Allah’tır.” dediği için nefesi kesilinceye kadar sıkıyorlar boğazını. Hareketsiz kalınca öldü zannedip bırakıyorlar yakasını. Ebû Fükeyhe ölmüyor, henüz ilk nefesinde bir yanardağ gibi patlıyor, Mekke vadileri o muhteşem sloganla sarsılıyor: 

Alaylar, hakaretler, türlü türlü zulümler… Açlık ve susuzluktan mecali kalmayan bedenlere vurulan kırbaçlar, atılan taşlar ve dayaklar kim bilir kaç mevsim devam etti? Başı suya sokulup nefesi kesilen mazlum Müslüman, kaç kez ölümden döndü bilinmez. Bilinen şudur ki tüm bu işkenceler onu Rabbinden, yoluna baş koyduğu Sevgili Efendisinden ayıramadı.                “Allah bir!”

Akıl almaz işkenceler altında inlediği bir demde Kureyş’in zalim önderleri sırıtarak sordular: “Şu yerdeki böcek senin Rabbin değil mi?” Allah’ın sevgili kulu korkusuzca haykırdı:

“Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz, o böceğin de Rabbi Allah’tır.”

Kureyş’in ileri gelenleri, vahşete susamış kâfirler, Ebû Fükeyhe’den istediklerini alamadılar. O’nu İslam’dan, hak yoldan ayıramadılar. Fakat yaşlı bedeninde silinmez acılar, derin işkence izleri bıraktılar. Dayaktan, kırbaçtan perişan olan Ebû Fükeyhe çok geçmedi, Bedir Savaşı’ndan önce Rabbine kavuştu. Ne dünyaya gönül verdi, ne dünyadan bir şey gördü. Rabbinin razı olduğu bir hayatın sonunda cennetlere yürüdü.[1]

“Allahu Ehad”

Bilâl b. Rabah Mekke’de ya da Taif ile Yemen arasındaki Serat’ta doğmuştu.[2] Cumahoğullarından adı bilinmeyen birinin belki de Ümeyye b. Halef’in kölesiydi.[3] Zekâsı ve sesinin güzelliğiyle dikkatleri çekse de nihayetinde bir köleydi. Köle olarak doğmuş, köle olarak büyümüş Bilâl için hürriyet ya şarkılarda duyduğu bir kelime ya da masallarda anlatılan kuru bir hayal olmuştu. O, efendisinin sürüleri arasında gidip gelen, yalnızca ona hizmet etmek için yaratıldığını zanneden, Habeşli siyah bir kadının kara bahtlı çocuğuydu.

Bilâl-i Habeşî İslam’ın henüz ilk günlerinde yüce İslam davetçisi Hz. Ebû Bekir’in davetiyle Müslüman oldu.[4] O, Mekke’de Müslüman olduğunu herkesten önce  ilan eden yedi kahramandan birisiydi.[5] Onun Müslüman oluşu Kureyş’in ileri gelenlerini öfkeden çılgına çevirdi. Ümeyye b. Halef, Bilâl’in elbiselerini çıkartmış, ellerini ayaklarını zincirlemiş, Bathâ Vadisi’nde sırtüstü yatırıyor, üzerinde türlü işkenceler deniyordu.

Bathâ Vadisi’nde zayıf bir köle aç susuz bırakılmış, demir bir zırhın içine konulmuş, zırh çölün şiddetli sıcağında kor ateşe dönmüştü. Vicdanlar kurumuş, bir damla su verilmiyor, Bilâl’in vücudu âdeta kavruluyordu. Yediği dayağın şiddetinden bayılıyor, ayıldığında ise “Allah bir!” diye haykırıyordu. Nasıl dayanabiliyor; neden hâlâ direniyor; putları övecek, zalimlerin gönlünü hoş edecek bir çift sözü neden söylemiyordu? Bu sabrı, bu gücü nereden buluyordu? Bu durumu bir türlü anlayamayan zalimler, öfkeden kudurmuş bir şekilde zulümlerini kat be kat artırıyorlardı.

Kim Daha Güçlü?

Ümeyye b. Halef, Bilâl’in göğsüne büyük bir kaya parçası koydurmuş, tepesinde dikilmiş soruyor: Kim daha güçlü, efendin mi yoksa bir olduğunu söylediğin Rabbin mi? Bilâl korkuyu çoktan öldürmüş, güçlükle de olsa haykırıyor:

“Allahu ehad, Allah bir!”[6]

Efendileri “Öyle söyleme, bizim dediğimiz şeyleri söyle.” dediklerinde, Bilâl dilim dönmüyor, diye cevap veriyor.[7]

Siyah bir köle Mekke’nin ileri gelenlerini, kendilerini şehrin sahibi zanneden müstekbirlerini mağlup etti, onları çaresiz bıraktı. Bilâl’i öldürseler onun kahraman olacağını, bıraksalar âleme rezil olacaklarını düşündüler. Ne yapıp etmeli, bu kölenin inadını kırmalı, iradesini ele geçirmeli, Bilâl İslam’dan vazgeçip Muhammed aleyhisselam’ı terk etmeli, insanlar onu Allah Rasûlü’ne hakaret ederken görmeliydi. Böylece diğer kölelere ibret olacak, artık kimse Müslüman olmayı aklına bile getirmeyecekti. Ama olmadı, Habeşli siyah köle direniyor, o direndikçe Kureyşli firavunların iktidarı derinden sarsılıyordu.

Ümeyye çaresiz, düne kadar bana parmaklarımdan daha itaatkâr olan Bilâl ne oldu da değişti, nasıl oluyor da bunca işkenceye, tarifsiz acıya tahammül ediyor, diye düşünüyor; imanı ve imanın verdiği sınırsız gücü aklı almıyordu. “Vallahi, ya Muhammed’i inkâr eder, Lat ve Uzza’ya taparsın ya da ölünceye kadar bu hâlde kalırsın.” diyerek tehditler savurduğunda Bilâl hiç de oralı olmadı. “Ehad Ehad!” diyerek kararlılığını ortaya koydu[8]  ve ekledi:

“Vallahi, onları kızdıracak daha ağır bir söz bilseydim onu söylerdim.”[9]

Nihayet Ümeyye Bilâl’in boynuna bir ip geçirip onu şehrin serserilerine teslim etti.  Bilâl ve Âmir b. Füheyre Mekke sokaklarında sürükleniyor; onların sloganları Mekke vadilerinde, dağlarında, sokaklarında yankılanıyordu:

“Biz Lat, Uzza ve Buvane’yi reddediyoruz. Allah birdir, Ondan başka ilah yoktur.”[10]

Bilâl’in işkence altında dilinden düşürmediği “Ehad” ifadesi mazlumların, şiddet gören kölelerin, fakir ve gariplerin parolası olmuş; Mekke çözümsüz, Ümeyye ve Ebû Cehil çaresiz kalmıştı.

Ebû Bekir Efendimizdir

Hz. Ebû Bekir, İslam’ın yüce kahramanı, peygamberlerden sonra insanlığın ulaşabileceği zirve noktası. Yüzü, gönlü  tertemiz bir Allah dostu. Kaç zamandır Bilâl’i düşünüyor, Bilâl’in yediği kırbaçları, dayakları, göğsüne konan kayanın ağırlığını, çöldeki demirin nasıl da yaktığını yürekten hissediyor; kardeşi Bilâl’i nasıl kurtaracağının hesabını yapıyordu.  Sonunda zalim Ümeyye’nin karşısına çıktı:

“Daha ne zamana kadar bu zavallıya zulmedeceksin? Hiç mi Allah’tan korkmuyorsun?”

Ümeyye, Ebû Bekir’e nefret dolu bir ifade ile baktıktan sonra: Onu bu hâle sen getirdin. İnancını sen bozdun. Çok istiyorsan sen kurtar, dedi.

Ebû Bekir zaten bunu bekliyordu. Benim yanımda Bilâl’den daha güçlü kuvvetli bir köle var. Üstelik senin dininden. Bilâl’in karşılığında onu sana vereyim. Ümeyye bu teklifi kabul edince Ebû Bekir Bilâl’i aldı ve Allah rızası için azad etti.[11]               

Başka bir rivayete göre Ebû Bekir Bilâl’e karşılık çok yüklü bir servet ödedi. Ümeyye parayı aldıktan sonra, “Sen zararlı çıktın. Bir dirhem bile ödeseydin onu sana verirdim.” deyince Ebû Bekir’in cevabı suratında patladı: “Yüz altın dahi isteseydin öder, Bilâl’i senden alırdım.”[12]

Hz. Ömer bu tatlı hatırayı anlatır ve şöyle derdi: Ebû Bekir efendimizdir ve efendimizi azad etmiştir, yani Bilâl’i.[13]

Bilâl, o günden sonra Efendimizden hiç ayrılmadı ve O’na hizmet etti. Böylece şereflerin en büyüğüne erdi.  Medine’ye hicret ettikten sonra İslam Devletinin hazine bakanı oldu. Mekke sokaklarında “Allahu Ehad!” diye haykıran köle Bilâl’e Cenab-ı Hakk “Allahu Ekber” diye ezan okumayı nasip etti. O, İslam’ın ilk müezzini oldu. Mekke fethedildiğinde Kâbe’nin damında ezan okuyan, Kudüs’te “Allah en büyüktür” diye haykıran Bilâl-i Habeşî idi. Ömrünün sonlarında cihad meydanlarındaydı. Efendimizin Refik-i A’la’ya gidişinden sonra O’nun hasretiyle yanan Bilâl ölümü sevinçle karşıladı. Yarın sevgilime, Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım diye gülümseyerek Rabbi’ne yürüdü.[14]

Kor Ateşlerin Üstünde

Habbâb b. Eret demircilik yapardı. Ümmü Emmâr isimli Kureyşli bir kadının kölesiydi.[15] Okuma yazma bilen, kimsesi olmayan bir delikanlıydı. Müşrikler vücudunu dikenler içinde sürükler, demirden elbiselerin altında yakıp kavururlardı. Bir defasında müşrikler onu kor ateşin üzerine yatırmış, sırtındaki yağlar ateşi söndürünceye kadar o hâlde tutmuşlardı. İşkence izleri ölünceye kadar silinmemiş, yıllar sonra bu izleri gören Hz. Ömer hayretler içinde kalmış, daha önce böyle bir şey görmediğini söylemişti.

Ümmü Emmar ateşte kızdırdığı demirle Habbâb’ın başını dağlar, Habbâb’ın aklı başından gider ama yüreğindeki imanı kimse alamazdı.[16]

Âmir b. Füheyre, Suheyb-i Rumî, Mikdad b. Esved ve daha niceleri insanlık tarihinin en büyük zulümlerine maruz kaldılar. Üç beş gün değil yıllarca acı ve azap çektiler. Ama sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyip, zalimin zulmü karşısında dik durdular. Açlığa, işkenceye, ölüme tebessüm ettiler.

Lat ve Uzza’nın Kendilerine Bile Hayrı Yok

Hanım sahabiler de Allah yolunda nice eza ve cefalar çektiler. Onlar Ümmeti Muhammed’in Meryem’i, Asiye’si oldular.  

Acımasızca dövülüp öldü zannedildiği için terk edilen Zinnire işkenceler altında gözlerini kaybetti. O’na bu zulmü reva görenler karşısına geçip alay ediyorlardı. Ebû Cehil: “Lat ve Uzza seni kör etti.” dediğinde Zinnire direnmeye devam ederek: “Lat ve Uzza’nın kendilerine hayrı yok. Sizin onlara taptığınızı bile bilmiyorlar.” diye cevap veriyordu. Kureyşlilerin alay ettiği masum cariye bir sabah uyandığında gözleri eskisinden daha iyi görüyordu. Mekkelilerin değersiz gördüğü köle, Rabbinin mucizesi ile şereflenmişti.[17]

Müslüman olmadan önce Hz. Ömer müminlere karşı oldukça sert ve acımasızdı.  Hz. Lübeyne’yi yoruluncaya kadar döver, bıraktığı zaman ise “Seni acıdığım için değil yorulduğum için bıraktım, dinlendikten sonra tekrar döveceğim.” derdi. Lübeyne Hz. Ömer’den korkmaz: “Eğer Müslüman olmazsan Allah aynısını sana da yapacaktır.” diye cevap verirdi.[18]

Zinnire ve kızı Ümmü Ubeys, Nehdiyye ve kızı, Lübeyne Hatun ve diğerleri ümmetin gururu, hanımların sultanı oldular. Onlar sabrın ve azmin, fedakârlık ve cesaretin en güzel örneklerini verdiler.

Sabredin Ey Yâsir Ailesi!

Yâsir b. Âmir, Yemenliydi. Mekke’ye gelmiş, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun cariyesi Sümeyye ile evlenmişti. Yâsir ve hanımı Sümeyye, oğulları Ammâr’ın davetiyle Müslüman olmuş, iman kervanına diğer oğulları Abdullah da katılmıştı.

Kureyş’in en zalim kabilesi Mahzumoğulları kendi himayelerindeki Yâsir ailesinin Müslüman oluşuyla âdeta kahroldu. Mahzumoğullarının lideri, ümmetin Firavunu Ebû Cehil kudurmuş bir köpek gibi saldırdı Yâsir ailesine. Ne zulümler ne eziyetler yapıldı onlara! Müslümanlar çaresiz, hüzünle seyrettiler yaşanan acıları.

Allah Rasûlü, Yâsir ailesinin yanına vardığında yüreği yandı, gözyaşlarını tutamadı. Yâsir, Ya Rasûlallah, bu eziyetler daha ne kadar sürecek, diye sorduğunda Muhammed aleyhisselam onları sabretmeye, direnmeye çağırdı.

“Allahım, sen Yâsir ailesini bağışla!” diyerek dualar ediyor;[19] “Sabredin ey Yâsir ailesi, size müjdeler olsun! Sizin mükâfatınız cennettir.” sözleriyle onlara moral veriyor, teselli ediyordu.[20]

Allah’ın Sevgili Elçisi’nin şefkat dolu sözleri, emsalsiz müjdeleri Yâsir ailesinin gücüne güç kattı. Onlar Ebû Cehil ve diğerlerinin karşısında yalçın dağlar gibi durdular. Fakat bitip tükenmek bilmeyen işkenceler, dayanılmaz baskılar yaşlı Yâsir’in vücudunu perişan etmişti. Kardeşini bulmak için geldiği Mekke’de Rabbini bulmuş, Allah Rasûlü’nün dostluk ve sevgisine mazhar olmuştu. Zulme boyun eğmeyen yüce sahabi Allah yolunda, “Rabbim Allah’tır!” diyerek şehit oldu.[21]

Zulüm ve isyanda Nemrutlarla yarışan Kureyş liderleri Yâsir’in şehadetinden kısa bir süre sonra oğlu Abdullah’ı da bir okla şehit ettiler.[22]

İslam’ın İlk Kadın Şehidi

Hz. Sümeyye’ye gelince, onun imtihanı bambaşka oldu. Yaşlı ve zayıf kadın, kocasının ve oğlunun gözünün önünde şehid olmasına, Ebû Cehil’in ahlaksız iftiralarına ve nice acılara sabretti. Belki de kimse onun kadar acı ve ızdırap çekmedi. Onun gibi çilekeşi bu yeryüzü görmedi. 

Ebû Cehil ne kadar vahşi, nasıl da zalimdi! Sümeyye’nin direnişine, sabrına, sınırsız imanına tahammül edemedi. Kudurdukça kudurdu. Nihayet Sümeyye’nin bir bacağını bir deveye, diğer bacağını da diğer bir deveye bağlayıp develeri zıt istikametlere sürmeye başladı. Artık Sümeyye parçalanmak üzereydi. Ateşe atılan İbrahim gibi sonsuz bir iman ve tevekkül sahibiydi. Tam bu sırada Ebû Cehil yanına geldi son bir defa onu putlara tapmaya, acıklı bir ölümden kurtulmaya çağırdı. Ama olmadı. Sümeyye bir kez daha “Allah!” dedi. Ebû Cehil iyice öfkelenmiş, kontrolünü kaybetmişti. Sümeyye’nin iffetine, namusuna hakaretler etmeye, çirkin küfürler savurmaya başladı. Sümeyye son anda Ebû Cehil’in suratına tükürdü. Aşağılık adam hemen bir mızrak alıp Sümeyye’nin karnına sapladı. Sümeyye İslam’ın ilk kadın şehidi olmuştu.[23] Onun şanlı direnişi ve şehadeti Mekke sokaklarında başlayan ve kıyamete kadar yaşayacak olan bir destana dönüştü. Efendimiz Sümeyye’yi unutmamış, Bedir Ovası’nda öldürülen Ebû Cehil’i gördüğünde Ammâr b. Yâsir’e: Allah, anneni öldürenin hakkından geldi, buyurmuştu.[24]

Ebû Cehiller helak oldu, cehennem yurdunda karınları ateşle doldu.  Yâsir ailesine gelince onlar İslam’ın iftihar tablosu, sonsuz cennet yurdunda Yüce Rasûl’ün komşusu oldu.

Ammâr Tepeden Tırnağa İmanla Doludur

Ammâr’ın yaşadıklarını akıllar almaz, kalemler yazamaz. Babası ve kardeşi katledilmiş, annesi gözünün önünde vahşi bir şekilde öldürülmüş Ammâr’ın ızdırabını anlamak mümkün müdür? Müşrikler, ocağını söndürdükleri zavallı müminin çektiği çileyi yeterli görmez, azabın en çetinini, en zorlu işkenceleri uygularlar üzerinde.

Bir defasında Peygamber Efendimiz, Ammâr’ı ağlarken görür: “Ne oldu, niçin ağlıyorsun?” diye sorduğunda Ammâr zalimlerin vücudunu ateşle dağladıklarını anlatır. Allah Rasûlü, Ammâr’ın gözyaşlarını siler, onu teselli eder.[25] Başka bir gün mübarek elini Ammâr’ın ateşte dağlanan başına koyar ve şöyle buyurur: Ey ateş! İbrahim’e serin ve selametli olduğun gibi Ammâr’a da serin ve selametli ol![26]

Kureyş’in, Ammâr b. Yâsir’i rahat bırakacağı yoktur. Başını suya sokup nefessiz bırakır ve bağırırlar: Muhammed’i terk edinceye, Lat ve Uzza’ya tapıncaya kadar bu durumdan kurtulamayacaksın.[27]

Ammâr ölmek üzeredir. Kızgın kumlar, demir zırhlar, açlık, susuzluk, dayak ve kırbaçlar,  nihayet nefesini kesen kuyular, artık tahammül edecek gücü kalmamıştır. Tam boğulup öleceği sırada müşriklerin istediği sözler çıkar ağzından. Mekkeliler yakasını bırakır, dağılıp giderler başından.

Şehrin sokaklarında kara bir haber yayılır. Ammâr dinden dönmüş, yeniden putperest olmuş, diye. Allah Rasûlü buna ihtimal bile vermez. Ammâr tepeden tırnağa imanla doludur, buyurur.[28] Sevgili Efendimiz, Ammâr’ı görünce çok duygulanır. Üstü başı toz toprak içinde, hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. O sözleri söylerken kalbin nasıldı, diye sorar Ammâr’a. Çilekeş Müslüman, yüreğim imanla doluydu Ya Rasûlallah, deyince Muhammed aleyhisselam onu teselli eder: Bir daha sana böyle yaparlarsa kurtulmak için yine aynı sözleri söyle.[29] Ammâr’ın hüznüne yer gök ortak olur. Âlemlerin Rabbi ayetleriyle kuluna rahmet indirir, teselli verir.[30]

Bu sözler Ammâr’ın ağzından işkence gördüğü ilk gün çıkmadı. O zoru görür görmez teslim olma yolunu seçmedi. Yıllar boyu tarifsiz ezalar çekmiş, babasını, kardeşini ve sevgili annesini işkenceler altında kaybetmişti. O Allah ve Rasûlü’ne bağlılığını sayısız defalar ispat etmiş, Rasûl-i Ekrem onun imanının yüceliğine bizzat kefil olmuştu. O güzel sahabiyi yalnızca tam öleceği sırada zorla söylediği cümlelerle zikretmek, hayatının sadece bu anıyla onu hatırlamak insafa sığar mı? Ya da Allah yolunda başına ufacık bir sıkıntı gelen bir Müslüman’ın bu sıkıntıyı göğüslemek ve direnmek yerine taviz vermesi, dünyevî bir nimete erişmek için dinini feda etmesi ve bunu yaparken Allah Rasûlü’nün çilekeş dostunu kendine delil göstermesi ayıp değil mi? Hz. Ammâr’ın hayatının sonraki döneminde eriştiği hiç bir dünyevî nimet, makam mevki olmadı. Mücadele dolu uzun ve şanlı bir ömrün sonunda anne babası gibi şehadet mertebesine nail oldu.[31]

Onlar Bizim Kahramanlarımız

Bu işkenceler müminleri hak yoldan döndürmek, Müslüman olmayı düşünenlerin yüreğine korku vermek ve Muhammed aleyhisselam’ı yalnız bırakmak için yapıldı. Ama ne kimsesi olmayan garip bir köle; ne iflasa götürülen, şerefi ve haysiyetiyle oynanan bir Müslüman, hiç kimse dininden dönmedi. İslam yayılıyor, Muhammed aleyhisselam’ın yanındaki iman halkası hızla genişliyordu. Müminler geceleri namaz kılıyor, gözyaşları içinde Rablerinden yardım diliyor, Allah’ın ayetleriyle huzur buluyor, ilahî yardımın yakın olduğuna inanıyorlardı. Önceki ümmetler de nice zulümler görmüş, derinden sarsılmış ama haktan sapmamışlardı.

“Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki nihayet peygamber ve onunla birlikte iman edenler: Allah’ın yardımı ne zaman, demişlerdi. İyi bilin ki Allahın yardımı yakındır.”[32] ayetini onlar okuyor, ateşlerde yakılan Ashabı Uhdud’a, firavunun ellerini ayaklarını kestirip idam ettiği sihirbazlara, Asiyelere ve daha nicelerine hak-batıl mücadelesinin bu en zorlu çağından selam ediyor, Tevhid mücadelesinin kıyamete kadar süreceğini haber veriyorlardı.

Allah ve Rasûlü’ne iman etmiş, yeryüzünün tüm zalimlerine kafa tutmuş kahramanların hangisi bu yolda acı ve sıkıntı çekmedi? ‘es-Sâbikûn el-Evvelûn’dan olan hangi sahabi bedel ödemedi. Bir zamanlar Kureyş’in adalet işlerini yürüten, kavminin lideri, herkesin sevgi ve saygısını kazanmış Ebû Bekir şimdi ayaklar altında çiğneniyor, zalimler demirden ayakkabılarla yüzünü parçalıyorlardı. Onu ancak öldü zannederek bırakmışlardı. Ümeyyeoğullarının gözbebeği Hz. Osman yakalanıp, elleri kolları bağlanarak hapsedilmişti. Ebû Uhayha’nın sırtında sopa kırdığı Halid b. Said, Kâbe’de ilk defa Kuran okuyan ve bayıltılıncaya kadar dövülen Abdullah b. Mesud, ailesinin hapsettiği Musab b. Umeyr ve daha niceleri… Onlar Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu, imanlarını amelleriyle ispatlamış, imanın hakikatine ermiş yüce insanlar. Onlar bizim önderlerimiz. Bize İslam’ı ulaştıran, imanımıza vesile olan, bizi cennete taşımak için dünyalarından vazgeçmiş fedakârlık tabloları. Onlar bizim kahramanlarımız, hatırladıkça gururlandığımız, örnek almaya çalıştığımız şerefli geçmişimiz. Rasûl’ün yüzünü güldüren yüce erler. Allah onlardan razı olsun. Onların şefaatlerine nail eylesin.

Nasıl her peygamberin ayrı bir özelliği, güzelliği ve üstünlüğü var da bütün bu güzellikler bir araya gelmiş ve Muhammed aleyhisselam’da toplanmışsa, ümmetlerin de bütün üstün vasıfları ve faziletleri Ashabı Kiram’da vücut bulmuştur. Sözler, onların hakkını verip de layıkıyla övemez, ancak onları anlatmakla sözlerin bir kıymeti olur.  Salât ve selam hak davanın önderine, ailesine ve ashabına olsun.

 

                              



[1] İbn Sa’d,Tabakatü’l-Kübra,IV,123; Ali Yardım,Ebû Fükeyhe,DİA,X,126.

[2] Zehebi, Siyeru A’lamunnübelâ,I,351.

[3] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,184.

[4] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,184; Mustafa Fayda,Bilâl-i Habeşi,VI,152.

[5] İbn Sa’d,Tabakat,III,232.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned,I,404; İbn Sa’d,Tabakat,III,233.

[7] İbn Sa’d,Tabakat,III,232; İbn Esir,Üsdü’l-Ğabe,I,243.

[8] İbn Hişâm,Sire,I,340.

[9] Zehebi,Siyeru A’lam,I,352.

[10] İbn Sa’d,Tabakat,II,232.

[11] İbn Hişâm, Sire,I,340.

[12] Zehebi,Siyeru A’lam,I,353; Ebu Nuaym,Hilyetu’l-Evliya,I,150.

[13] Buhârî, Fezâilu Ashâbi’n-Nebî 23.

[14] Zehebi,Siyeru A’lam,I,359.

[15] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,175; Mehmet Yaşar Kandemir,Habbâb b. Eret,DİA,XIV,340.

[16] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,178-179.

[17] İbn Hişâm, Sire,I,340; Halebi, İnsanu’l-Uyun,I,482.

[18] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,195.

[19] İbn Sa’d,Tabakat,III,249.

[20] İbn Hişâm, Sire,I,342; Hakim, Müstedrek,III,432.

[21] İbn Esir,el-Kâmil fi’t-Tarih,I,588; Halebi, İnsanu’l-Uyun,I,483.

[22] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,160.

[23] İbn Sa’d,Tabakat,VIII,264-265; Aynur Uraler,Sümeyye b. Hubbat,DİA,XXXVIII,134.

[24] İbn Hacer, El-İsabe,IV,335.

[25] İbn Sa’d,Tabakat,III,248.

[26] Zehebi,Siyeru A’lam,I,410.

[27] Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,159.

[28] Zehebi,Siyeru A’lam,I,413; Ebu Nuaym, Hilye,I,140.

[29] İbn Sa’d,Tabakat,III,249; Belâzurî,Ensâbu’l-Eşrâf,I,160.

[30] Nahl Suresi 16/106.

[31] Mustafa Fayda,Ammâr b. Yâsir,DİA,III,75.

[32] Bakara Suresi 2/214.

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.