Hayatınızın En Büyük Gerçeğini Hiç Düşündünüz Mü?

“Gerçek budur. Yalnızca Allah, Mutlak hakikattir. (En büyük ve en önemli tek gerçek O’dur)…”  (Lokmân Sûresi, 31/30. ve Hac Sûresi, 22/62. Âyetler)

Sevgili Kardeşim! Hayatının en önemli gerçeğini hiç düşündün mü? Hani şu varlığını borçlu olduğun gerçeği. Her ne kadar kimi insanlar bu apaçık gerçeği kabul etmeseler ya da onu bile bile görmezden gelseler de bu gerçek ortadan kalkmaz ve öneminden bir şey kaybetmez. Çünkü bir şeyin önemi, onun sayesinde elde edilecek faydaya veya onunla emin olunacak zarara göre ölçülür. İnsanların ona karşı tutumları mutlak belirleyici değildir. Buna göre, bu dünyada bize en büyük faydayı getirecek ve bizi en büyük zarardan kurtaracak şeyi birazcık düşünmeyle bulabilirsin. İşte kardeşim, bu en önemli gerçek, dünyada sana gerçek huzur ve saadeti, öldükten sonra bahşedilecek yeni bir yaşamda da sonsuz mutluluğu vadeden İslâm imanı ve onun biricik temeli olan Allah inancıdır. Bu inanç aynı zamanda bizi dünyada mutsuzluktan ve ahirette sonsuz azaptan kurtaracak yegâne şeydir. Bu hakikati görmezden gelenler, vurdumduymazlıklarının korkunç sonuçlarına hazır olmalıdırlar. 

En inançlı insan bile zaman zaman zihnine hücum eden şüphelere maruz kalabilir? Bu şüpheler bertaraf edilmezse zamanla insanı imandan ve o imanın getireceği en büyük faydadan koparabilir. Öyleyse kendimizi bu şüphelerden bir an evvel kurtarmak için gayret sarf etmek oldukça akıllıca bir tutum olacaktır. Bunun yolu, akıl ve mantığımızı kullanarak kanıtlanmış bilimsel gerçeklerin ışığında yürümektir.

.

“TESADÜF HARİKA MEYDANA GETİREMEZ”    

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar? (Tûr Sûresi, 52/35- 36. Âyetler) “…Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında hiç şüphe edilir mi?...” (İbrahim Sûresi, 14/10.Âyet)

            Şu koskoca evrende hangi köşeye baksanız eşsiz bir ölçü, harika bir uyum ve muhteşem bir güzellikle karşılaşırsınız. Bunca harika mekanizmanın tesadüflerle oluştuğuna inanmak, bir kova boyanın kendi kendine duvara sıçrayarak en güzel bir yağlı boya resmi oluşturduğuna veya bilgisayar tuşlarının rastgele vuruşlarla dünyanın en başarılı romanını yazdığına inanmak kadar hatta ondan kat be kat fazla akıl dışıdır.

“Yaşadığımız kâinatta tesadüfe tesadüf edilemez.” Hangi yana baksak rastlantılarla açıklanması mümkün olmayan muhteşem bir yaratılış görürüz. Mesela tek yumurta ikizlerine varıncaya kadar her bir insanın parmak izinin ve göz retinasının birbirinden farklı olması ayrıca kışın yeryüzünü beyaza boyayan kar taneciklerinin içindeki eşsiz güzellikteki kristal desenlerden hiç birinin birbirine benzememesi evrendeki harika yaratılışa işaret etmektedir.  

Ne yazık ki insanlar, hangi yana dönseler karşılaştıkları işaretlere karşı kör ve sağır kesiliyorlar. Çölde kumların altında gömülü bir gözlük bulsalar onun kendi kendine varolup yer altına girdiğine inanmıyorlar fakat muhteşem özelliklere sahip gözün rastlantılar sonucu ortaya çıktığını iddia edebiliyorlar. Yine, denizin ortasındaki bir vapurun yüzlerce dalga arasında karşı sahile gittiğini ve dalgaların bu vapurun yönünü değiştiremediğini görseler, bu vapurun usta bir kaptan veya sistem tarafından idare edildiğinden şüphe etmiyorlar da; sayısız yıldızların ve içinde dünyamızın da olduğu gezegenlerin şu koskoca kâinat denizinde âhenk içinde yüzmesini tesadüflere bağlamaya çalışıyorlar. Biz böyle insanlara Yüce Yaratıcının şu hitabıyla sesleniyoruz:

“Ey insan! Cömert Rabbine karşı nedir seni aldatan”[1]

        Bentley, Wilson A.; Humphreys, William J. Snow Crystals (New York: McGraw-Hill, 1931)   

.

MİLYARLARCA İNSAN İÇİNDE GÖZ RETİNASI VEYA PARMAK İZİ TIPATIP BİRBİRİNE BENZEYEN İKİ İNSAN BİLE BULUNAMAZ. YÜCE ALLAH BUNLARIN HER BİRİNİ SONSUZ KUDRETİNİN NİŞANESİ OLARAK YARATMIŞTIR.

“Allah’ın yaratıkları hakkında düşünün, Allah’ın zatını düşünmeyin, çünkü siz onun sonsuz mükemmelliğini takdir edemezsiniz.” (Hadis-i Şerif, Acluni, Keşfu’l-hafa, 1/357-358)

 .

EVRENİN VARLIĞI ALLAH’IN VARLIĞININ EN ÖNEMLİ KANITIDIR

Her sanat eserinin sanatkârını hatırlatması gibi yerdeki ve gökteki canlı cansız; büyük küçük türlü varlıklarıyla bütün bir kâinat bize Allah’ı hatırlatmaktadır. Kâinattan yola çıkarak Allah’ın varlığını ispatlayan klasik delillerin başlıcaları şunlardır:

Sonradan Oluş Delili: Evren bütün unsurlarıyla birlikte ezelî olmayıp sonradan var olmuştur. Yokluğa doğru gitmektedir. Bu gerçeği bugün bilim de kesin bir şekilde kanıtlamış bulunuyor.[2] Sonradan var olan her şey bir var ediciye muhtaçtır. İşte bu var edici, kendisi sonradan var olmayan, ezeli ve ebedi bir hayat sahibi olan Allah’tır.

İhtimalli Oluş Delili: Aynı şekilde bu evrende her ne varsa varlıkları zorunlu olmayıp ihtimallidir. Öyle ki, sürekli değişime ve başkalaşıma maruz bulunan bu varlıklar var olmaya da bilirlerdi. Onların varlıklarını yokluklarına tercih edecek zorunlu bir varlığa ihtiyaçları vardır ki, o da kendisi madde olmayıp değişime ve başkalaşıma maruz bulunmayan sonsuz varlık Allah’tır.

Gayeli ve Uyumlu Oluş Delili: Kâinatın her bir parçasının, insanın her bir uzvunun zerreden küreye, hücreden tüm bir bünyeye kadar belli gayeleri gerçekleştirecek şekilde ve uyum içinde hareket ettiğini görmekteyiz. Atomda elektronlar çekirdek etrafında, uzayda gezegenler belli yörüngelerde hassas ölçüler içinde dönüp durmaktadır. İnsan vücudunda dışta göz, kulak, burun; içte mide, ciğerler ve böbrek gibi türlü organlar birbirleriyle koordineli bir şekilde ve beyin ve kalbin yönetiminde faaliyetlerini devam ettirmektedir. Vücudumuzda dünyayı defalarca turlayacak uzunluktaki damar ve sinir sistemi son derece muntazam bir şekilde tasarlanmıştır ve vücudun her bir bölgesinde hayati faaliyetlerin koordinesinde etkilidir. İşte bu şekilde sayısız örnekler vardır. Böylece belli hedeflere yönelmiş olarak faaliyet gösteren evren kendisini bu hedefleri gerçekleştirmek üzere var etmiş; her şeyi bilen, irade sahibi sonsuz bir kudrete ihtiyaç duyar ki, O da evrenin mutlak hükümdarı olan Allah’tır.

Evrenin varlığı herkes tarafından gözlemlenebilen bir hakikattir. Bu noktada evrenin nasıl var olduğuyla ilgili bütün iddialar temel olarak dört görüş etrafında döner:

1.        Evren yokluktan yani hiçlikten kendi kendine var oldu: Bu iddia akıl ve mantık dışıdır. Çünkü “hiçten hiçbir şey çıkmaz”. Akıl almaz güzellikleri, en hassas ayarları ve bir gayeye yönelmiş muhteşem düzeniyle evrenin kör tesadüf eseri hiçlikten geldiğini ileri sürmek akıl, mantık ve bilim açısından tam bir cinnettir. Allah’ı kabul etmek yerine sayısız rastlantıyı tanrılaştırmak olsa olsa gerçeklerden kaçıştır. Bu durum, güneşe gözlerini yumarak ısı ve ışığın kaynağını taşta kumda aramak gibi bir şaşkınlık olarak adlandırılabilir. Hâlbuki “Kâinatta tesadüfe tesadüf edilemez”. Bugün bilim, canlılığın temel yapı taşlarından olan ve ancak kuvvetli mikroskoplarla görülebilen bir protein molekülünün bile tesadüfen oluşma şansını imkânsız görmektedir.[3]

2.        Evren kendi kendini yarattı: Bu iddia da akıl ve mantık dışıdır. Çünkü felsefî ve mantıksal açıdan tam bir çelişkinin ifadesidir. Burada bir şeyin hem sebep hem de sonuç olarak gösterilmesi söz konusudur. Mesela, “anneniz sizi doğurduğu gibi kendisini de doğurdu” ifadesi böyle bir çelişkinin örneği olarak gösterilebilir.

Bu iddiaya göre evrendeki maddelerin atomları belirli amaçlarla bütünleşerek elementleri oluşturmuş; elementler de düşünüp çok hassas hesaplar yaparak, birbirleriyle akıl almaz bir uyum içinde kâinatın gördüğümüz halinin, şeklinin ve işleyişinin meydana gelmesi için kendi kendilerini yönlendirmiştir. (!) Böyle bir şeye inanmak için insanın akıl, mantık ve insafı bir tarafa bırakarak bütün atomlarıyla birlikte maddeyi tanrılaştıracak bir cinnet içinde olması gerekir.

3.        Evren Yaratılmış Başka Bir Varlık Tarafından Yaratıldı: Bu iddia şöyle bir şeydir: Bu evren yaratılmış başka bir evren tarafından yaratıldı(!) O evren de yaratılmış başka bir evren tarafından… Bu böylece sonsuza kadar giderse, yaratılmış belli bir evrene sahip olabilecek miyiz? Hayır. Çünkü genel kabul görmüş mantık kuralına göre geriye doğru sonsuza kadar giden sebeplilik zinciri oluşturmak; yani teselsül batıldır. Bunu bir yerde durdurmak ve sebeplerin sebebini belirlemek lazımdır. On vagonlu bir trenin vagonlarını düşündüğümüzde her bir vagonu bir önceki vagonun çektiğini söyleyebiliriz. Yani onuncuyu dokuzuncu, dokuzuncuyu sekizinci… gibi. Fakat ikinci vagonu çeken ilk vagonu yani lokomotifi hangi vagonun çektiğini sormak anlamsızdır. Çünkü lokomotifi hareket ettiren güç kendi içindeki motordur ve bu yüzden lokomotif adını almıştır. Eğer lokomotifin de başka vagon tarafından çekildiğini varsayarsak ve bunu sonsuza kadar devam ettirirsek ortada tren kalmaz. Çünkü trenin varlık sebebi ortadan kalkmış olur. İşte aynen böyle, yaratılmışların varlıklarını kendisine borçlu oldukları en son sebep, bir başka tabirle sebeplerin sebebi, varlığı kendinden olan Yüce Allah’tır.

4.        Evreni Sonsuz İlim, kudret ve irade sahibi olan bir güç yani Yüce Allah yarattı: Evrenin varoluşuyla ilgili diğer iddiaların geçersizliği ortaya çıktığına göre; belli gayelere yönelmiş eşsiz ince ayarlara, şahane güzelliklere ve muhteşem uyuma sahip bu kâinatı her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve dilediğini yapıp yaratan Yüce Allah’ın yarattığını kabul etmekten başka seçenek kalmamıştır. Evrendeki birlik ve uyum, yaratıcı gücün varlığının yanında tek oluşunun da en büyük delilidir.

“Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, ezelî ve ebedî bir hayatla diri olup canlılara canlılıklarını veren ve yarattıklarının varlıkları daima kendisine bağlı olandır…”[4] 

“Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeyin koruyucusu ve yöneticisidir.”[5]

“…Sen Rahmân’ın yaratmasında hiçbir uygunsuzluk, aykırılık, aksaklık  göremezsin…”[6]

 .

HEP İSABET EDENE HİÇ TESADÜF DENİR Mİ?”

Bakışlarımızı şu üzerinde gezindiğimiz gezegenimize çevirdiğimizde dünyamızın tam da insan, hayvan ve bitki yaşamına uygun olarak tasarlandığını görürüz. Şimdiye kadar yapılan araştırmalara göre dünya dışında başka bir gezegende bilinen şekliyle hayat yoktur. Olması da mümkün gözükmemektedir. Bir gezegende hayat olabilmesi için en başta çok hassas dengelere bağlı olarak atmosfer teşekkülü, uygun ısı ve su gerekmektedir.

Bir gezegenin etrafında atmosferin oluşması için, gaz moleküllerinin kaçış hareketleriyle gezegenin gravidasyonunun yani çekim gücünün dengede kalması gerekir. Bu dengenin temini için de atmosfer mekânının ısısı belli ölçülerde olmalı ayrıca uzaydan gelebilecek çeşitli enerjilerin bu dengeyi bozması engellenmelidir. Böyle hassas dengelerin kendi kendine oluşması imkânsızdır.

İşte dünyamız, gerekli bütün şartların bir araya getirilmesiyle, içinde canlı yaşamını mümkün kılacak belli oranlarda gazlar bulunan belli bir atmosfere sahip olabilmiştir. Atmosferimizde, %21 oranında oksijen, %78 oranında azot ve %1 oranında da karbondioksit ve diğer gazlar bulunmaktadır ki bu oranlar tam da canlı yaşamını mümkün kılacak miktarlardadır. Ayrıca atmosferimizde dünyayı dış uzaydan gelebilecek tehlikelerden koruyan zırhlar vardır. Dünyayı zararlı ışınlardan koruyan ozon tabakası bu zırhlardandır.

İnsanlar ve hayvanlar ancak havadan oksijen soluyarak hayatta kalabilirler ve solumanın sonunda havaya karbondioksit bırakırlar. Bu alışveriş böylece devam ettiğinde eninde sonunda atmosferdeki bütün oksijen tükenecek ve insan ile hayvan yaşamı sona erecekti. Fakat bu noktada ilahi müdahale imdadımıza yetişiyor ve yeşil bitkiler bizim havaya bıraktığımız karbondioksit gazını içlerine çekerek fotosentez yoluyla oksijen üretiyorlar. Bu değiş tokuş sayesinde atmosferimizdeki gaz dengesi değişmiyor ve insan, hayvan ve bitki yaşamı mümkün olabiliyor.

Dünyamızın şekli, kendi etrafında ve güneş etrafında dönüş hızı ayrıca güneşin büyüklüğü ve dünyaya uzaklığı gibi birçok etkenin ince ayarla bir araya getirilmesiyle dünyamızda sabit bir atmosfer ve canlı yaşamı mümkün olmuştur. Bu arada dünyanın farklı yerlerinde yıl boyunca ısınmanın aynı olmasıyla kutuplar ve ekvator arasında çok büyük ısı farklılıklarının oluşmasıyla meydana gelebilecek olumsuz yaşam şartlarının yok edilmesi ve mevsimlerin oluşması için dünyamız 23 derece 27 dakikalık bir eğikliğe sahip kılınmıştır.

Kendisi için uygun yaşam şartları oluşturulan insanın bizzat kendisi de Yüce Allah’ın eşsiz yaratışına obje olmuştur. İnsandaki her bir organın, dokunun, iskelet, damar ve sinir sistemlerinin tek tek kendi görevini yapacak yetkinlikte yaratılmış olması ayrıca bunların solunum ve sindirim sistemleri gibi birçok sistemler meydana getirerek birbirleriyle koordineli çalışması bize her şeyi en ince ayrıntısıyla bilen ve her şeye gücü yeten bir yaratıcıyı hatırlatmaktadır. Özellikle insanın her türlü yaratılış kaydının depolandığı DNA ve bütün bedeni sinir sistemi ve elektrik sinyalleriyle yöneten beyin hakkında bilgimiz arttıkça bu akıl almaz yaratılış karşısında şaşkınlığımız ve hayranlığımız da kat be kat artmaktadır. Bunca harika mekanizmanın kendi kendine rastlantılar sonucu oluştuğunu savunmak akla ihanet etmektir. “Çünkü hep isabet edene tesadüf denemez ve tesadüf harika meydana getiremez.”

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar?” (Tûr Sûresi, 52/35- 36. Âyetler)

 .

ALLAH’IN İNSAN HAYATINA MÜDAHELESİNİ YOK SAYMAK (DEİZM)

Allah’ın varlığı ve birliği konusunda bilimin gün be gün ortaya koyduğu deliller karşısında aciz kalan insan aklı, kendisine inanmaktan başka bir yol bulamaz. Fakat bu noktada ahlâkî ve dinî sorumluluklar- dan sıyrılmak isteyen nefis, aklı etkileyerek onu deizme yani  Allah’ın din yoluyla insan hayatına müdahalesini yok saymaya yöneltmek ister. Objektif akıl (akl-ı selîm) ve ispatlı bilimsel hakikatlerle çelişen batıl dinlere karşı insanın deizmi bir kaçış olarak görmesi belki izah edile- bilir. Fakat akl-ı selîm ve gerçek bilimle çatışmayan, tam tersine modern bilimin henüz keşfettiği birçok hakikati 1400 küsur yıl öncesinden haber veren bir dinin çok merhametli ilâhına karşı böyle bir tavır hoş görülemez.

Aristo’ya dayandırılan, Tanrının evreni yaratıp kendi haline bıraktığı tezinden hareket eden deizmin; birisi Yaratıcıyla, diğeri yaratılan insanla ilgili iki olumsuz yönü vardır. Yaratıcıya bakan yönünde Tanrının ya bilgi ve kudret eksikliği ya da umursamaksızın evreni boş yere yarattığı düşüncesi hissedilmekte; insana bakan yönünde ise insanın ilâhî hitaba ve müdahaleye lâyık olmayan değersiz bir varlık olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki, Yaratan hiç bilmez mi? O en ince işleri gören bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olandır.”[7]”… O'nun her şeye gücü yeter.”[8]  Allah, evreni öylesine ve gayesiz yaratmamıştır: Sizi, boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”[9]

 

İslâm dini, şu anda yeryüzünde kutsal kitabı orijinal haliyle korunabilmiş yegâne dindir.[10] Aslında Allah’ın insanlık tarihi boyunca gönderdiği tek din İslâm’dı. Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır.”[11] İslâm şu anda yeryüzünde iki milyara yakın mensubu bulunan bir dindir. İslâm’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim dünyanın en çok okunan, en çok ezberlenen ve yazılıp basılan kitabıdır. Dünyada en çok mensubu bulunan Hristiyanlık dininde tanrılaştırılan Hz. İsa, Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın Peygamberi olarak, tertemiz bakire Hz. Meryem’den mucizevî şekilde dünyaya gelmiş olarak kabul edilir. Kur’ân’da Hz. Meryem adına müstakil bir sûre bulunduğu gibi, Hz. İsa’nın sülalesi olan İmran ailesi adıyla Âl-i İmrân Sûresi de vardır. Yine Yahudilerin Peygamber kabul ettikleri Hz. Mûsa, Kur’ân’da ismi en çok geçen peygamberdir.

Kur’ân-ı Kerim’de insanlığın günümüzde keşfettiği birçok bilimsel hakikate işaret edilmektedir.

Meselâ 20. Yüzyılın en büyük keşiflerinden biri olarak görülen “Evrenin Genişlemesi” gerçeğine Zâriyât Sûresi 47. Âyette şöyle işaret edilir: Göğü kendi kudretimizle biz bina ettik ve biz elbette genişleticiyiz.”

Yine 20. Yüzyılın son çeyreğinde keşfedilen “Karadelikler (Black Holes)” gerçeğine Vâkıa Sûresinin 75. ve 76. Âyetlerinde şöyle değinilir: “Hayır! Yıldızların düştükleri yerlere yemin ederim. Eğer bilirseniz bu büyük bir yemindir.”

İnsanın anne karnında gelişimiyle ilgili embriyoloji biliminin modern zamanlarda ulaştığı bilgilerle Kur’ân’ın bu konuda haber verdikleri tıpatıp birbirine uymaktadır:

O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır.”[12]

Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe (sperma) haline getirdik. Sonra nutfeyi bir alaka (embriyo) olarak yarattık, alakayı da (mudga) bir çiğnem et şeklinde yarattık, ardından bu bir çiğnem eti kemikler olarak yarattık, ardından da kemiklere et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışla oluşturduk. Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir!”[13]

“…Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde bir yaratışın ardından başka yaratışa geçirerek yaratmaktadır. İşte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl (gerçekten) döndürülüyorsunuz?”[14]

Kanada’nın Toronto üniversitesinde anatomi profesörü olan Keith Moore, Kur’ân-ı Kerim’in anne karnındaki yaratılışla ilgili ayetlerini değerlendirirken özetle şöyle demektedir: “Kur’ân’ın insanın anne karnında gelişimiyle ilgili söylediklerinin 7. Yüzyılda söylenmesine imkân yoktur. Öyle ki bundan bir asır önce bile bu bilgiler tam bilinmiyordu. Bu ayetleri, modern embriyolojinin gelişmesiyle ancak hakkıyla anlayabildik.”

Gerçekten de insanın anne karnında Kur’ân’ın belirttiği aşamalardan geçerek geliştiği bu gün artık ispatlanmıştır. Anne karnında rahim duvarına sülük misali asılan insan embriyosu sonrasında çiğnenmiş et şeklini alır. Bundan sonra da kıkırdak doku oluşup kemikler kasla sarılır. Yine Kur’ân’da söz edildiği şekilde anne karnındaki bebek, “1-Karın duvarı 2-Rahim duvarı ve 3-Amniyon kesesi” olmak üzere üç karanlık bölge içinde büyüyüp gelişir.

“Dünyanın yuvarlak olduğu” bilgisinin keşfinden yaklaşık bin sene önce Kur’ân- Kerim’de buna işaret eden Âyet-i Kerime’ler yer almaktaydı:

(Ey inkârcılar!) Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ardından yeri (deve kuşu yumurtası biçiminde) düzenleyip döşedi.”[15]

Bu âyette “düzenleyip döşedi” manasında kullanılan Arapça “dehâ” fiili, yuvarlık ifade eden ve “deve kuşu yumurtası” anlamına da gelen “dahv” kelimesinin köklerinden türetilmiş bir kelimedir.

Dünyanın yuvarlaklığıyla ilgili başka bir âyet  de şöyledir:

“Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp örtüyor.”[16] 

Bu ayet-i kerimede “sarıyor” diye çevrilen kelimenin Arapçası “kevvera”dır. Bu kelime Türkçeye de geçen “küre” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bu fiil Arapçada yaygın olarak başa sarık sarmayı” ifade etmek için kullanıldığı gibi, “yuvarlak bir şeyin üzerine bir cisim sarmak” için de kullanılır.

Kur’ân-ı Kerim’de yeryüzü ve gökyüzünden, denizlerden ve dağlardan, bitki ve hayvanlardan, atom ve galaksilerden, atmosferin yapısından, yağmurdan ve rüzgârdan, bizzat insandan ve diğer şeylerden bahseden nice âyette bilimin yeni keşfettiği gerçeklere işaret edilir. Hatta ışınlanma ve kokunun nakli gibi henüz keşfedilememiş şeylere bile değinilir. Bütün bunlar Kur’ân-ı Kerim’in Yüce yaratıcının gerçek mesajı olduğunu ispatlayan delillerdendir.

Son olarak diyoruz ki, sevgili kardeşim! Karşında büyüleyici bir güzelliğe, akıl almaz hesaplara ve muhteşem ahenge sahip bir evren duruyor. Sonsuz kudretiyle bu evreni yoktan var eden bir yüce kudret vardır. İşte o kudret sahibi Yüce Allah’tır. Ve Allah seni sevdiği için dünya ve ahirette mutlu olacağın yolu, gönderdiği İslâm diniyle sana göstermiştir. Şimdi sana düşen kendi iyiliğin için İslâm imanına sahip olarak mutluluğu seçmendir.

 

 

 

 

                                                                                                                                             



[1] İnfitâr Sûresi 82/6. Âyet

[2] Bu gün bilim, Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edilen (Bkz. Zâriyât 51/47. Âyet) “Evrenin sürekli Genişlemesi” keşfinden hareketle zamanda geriye doğru gidilince evrenin bir başlangıcı olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bu başlangıç, “Big Bang” “Büyük Patlama” diye adlandırılmıştır. “Big Bang” den önce keşfedilen “Termodinamiğin İkinci Yasası” da evrenin ezeli olmadığına işaret etmekteydi.

[3] Dr. Stephen Meyers, işlevsel proteini oluşturan fonksiyonel amino asit diziliminin tesadüfen DNA molekülünü oluşturma ihtimalinin1/10164  (On üzeri yüz altmış dörtte bir)olduğunu hesaplamıştır. Bu oran, 10 rakamının yanına 164 tane sıfır yazılıp elde edilebilecek; adını dahi koyamadığımız korkunç büyüklükte bir sayı kadar ihtimalden sadece birinin mümkün olmasını ifade eder ki bu da imkânsızlığın ifadesidir. (Bkz. “Tesadüf mü Dediniz?” Dr. Stephen C. Meyer https://www.youtube.com/watch?v=E62oFWwcTO)

[4] Bakara Sûresi 2/255. Âyet

[5] Zümer Sûresi 39/62. Âyet

[6] Mülk Sûresi 67/3. Âyet

[7] Mük Sûresi 67/14. Âyet

[8] Mük Sûresi 67/1. Âyet

[9] Mü’minûn Sûresi 23/115. Âyet

[10] Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Osman dönemine ait orijinal nüshaları bugün elimizdedir ve İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi ile Taşkent müzelerinde korunmaktadır.

[11] Âl-i İmrân 3/19. Âyet

[12] Secde Sûresi 32/7. Âyet

[13] Mü’minûn Sûresi 23/12, 13, 14. Âyetler

[14] Zümer Sûresi 39/6. Âyet

[15] Nâziât Sûresi 79/27 – 30. Âyetler

[16] Zümer Sûresi 39/5. Âyet

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.