.
Dr. Nihal ŞAHİN UTKU
Gerçekten de açılmayan kapılar önünde dikilmiş, yorgun ve bitkin bir görüntü nakşeder tarihe modern insan. Zira maddi cihette gösterdiği ilerleme sayesinde elde ettiği anahtarlar, yüzyılların sorunlarından kurtuluşu ifade eden kapılara hâlâ uymamaktadır. Tüm dünyaya empoze edilen modernizm, çözümü yanlış yerde aramıştır hep. Ruh ve bedenden oluşan insanın manevi isteklerine karşı kayıtsız kalırken kendi kaderinin tek hâkimi olarak ilan ettiği insanı yalnızlığa mahkûm etmiş; mükemmel bir gelecek fikrine odaklarken de mutsuzluk ve hırçınlığa itmiştir. Sufi felsefeci Frithjof Schuon, modern insanı, “anahtar koleksiyoncusu” olarak tanımlar. Çok sayıda anahtarı olan, ancak onlarla kapı açmayı beceremeyen bir koleksiyoncu. Şüpheciliği yüzünden kavramlar arasında bocalayan, düşüncelerini ancak yüzeysel bir şekilde “tasnif” edebilen, derinliğine “tahkik” edemeyen, kendine umutsuzluk lüksünü ikram eden konfor düşkünü biridir Schuon'a göre modern insan.
İnsan hayatını farklı bölmelere ayırarak şekillendirmek isteyen Batı düşünce tarzının eskiden beri taşıdığı temel bir yanlıştır bu tavır. Hayatın her alanını farklı tanrıcıkların sorumluluğuna yükleyerek kutucuklara ayıran pagan dünya görüşünden hâlâ kurtulamamıştır Batılı düşünce tarzı. Ortaçağlar boyunca dünyayı hor görerek yükselen Katolik kiliseye karşı, bu sefer maneviyatı hor görerek yükselen maddeci bir anlayış gelişmiştir. Maddiyat ile maneviyat arasındaki ayrım, esasında yeni bir yaklaşım değildir Batı için. Ayrıştırma değil, ayrı kategorilere verilen önem değişmiştir zaman içinde.
Bu tür bir hümanizm anlayışı ile İslam'ın insan tasavvuru arasında ciddi farklılıklar olduğu ortadadır. İslam, yeryüzünde yaşayan ve türlü dünyevi ihtiyaçları olan insanın, zihnî ve ruhi melekelerle donatıldığına; onun tüm yaratıkların en üstünü olarak, yaratılmış düzenin Allah'a karşı sorumlusu olduğuna vurgu yapar. Ve ondan, bahşedilmiş melekeleri ile kendisini değil, Rabbi'ni yüceltmesini ister. Rabb'e itaatin bütün mekân ve zamana nüfuz ettiği ve hiç bir boş alanın bırakılmadığı İslam ile manevi yönelişleri ancak belli çizelge ve takvimlere hapseden bir anlayışın uyuşması pek mümkün gözükmemektedir.
Bununla birlikte modernizmin 15. yüzyıldan itibaren maddi alanda sağladığı üstünlük karşısında gerileyen Müslümanlar, arayı kapatmak için, modernizmden bir süreliğine ödünç aldıkları yöntemleri, zaman içinde benimsemişlerdir. Öyle ki, hiçbir zaman manevi köklerinden tam anlamıyla kopamamış olan Müslümanlar dinî endişe ve arayışlarını dahi, modernizmin kalıpları içinde yeni formüller üreterek çözüme ulaştırma eğilimi göstermişlerdir.
Dinin manevi enerjisinin sürekli yenilenmesinde en büyük vasıta olan Hz. Peygamber'in müminlerin hayatlarına “kutlu doğum” ile girişi de, bize bu sürecin bir armağanıdır. Yeni bir vahyin mümkün olmadığı, ancak manevi bir yenilenmenin söz konusu olabildiği modern zamanlarda, Hz. Peygamber'in hayata ve insanlığa “özel günler”in dar ve kalıplaşmış figürleri ile takdim edilmesi bir tesadüf eseri değildir. Bir taraftan kutsallaştırılan, ama kutsallaştırıldıkça da ötekileştirilen ve bizim bugün yaşadığımız hayatın dışına itilen Peygamber'e, bir ölçüde yakışıksız bir çağrı yapılmaktadır esasında. Zira Peygamber'e gitmeye değil, onu yanımıza getirmeye; sorunlarımızı ona taşıyarak çözmeye değil, vicdanen rahatsızlığını hissettiğimiz manevi açlığımızı yatıştırmaya yönelik, ucuz bir davetiyedir aslında çıkardığımız.
İlk vahyin tazeliğiyle beslenmek için ne takati, ne de vakti kalmıştır modern insanın. Cennette iken bile dünyaya temayül etmiş insanoğlunun yeniden yükselişi için terlemesi, pişmesi gerekirken, Müslümanların böyle kolaycı tercihlerle hakikate talip olmaları da oldukça modern bir yaklaşımdır esasında. Hayatın içinde hak ettiği yeri bulamayan tüm değerli varlıklar için “özel günler” icat eden modernizmin bir tüketim aracı kılınamaz Hz. Peygamber. Sahabenin gözünü açtığı gibi, inananların gözlerini açmadıkça; öğrenmek sevdasıyla, çıkmazları aşmak arzusuyla yüreklerden kopup gelen can alıcı soruların muhatabı olmadıkça, inananlara rehberlik edemez, etmez Allah Resulü.
O'nu sahiplenme, O'nu anlama gayretinin ilk basamağı değil; belki bir son sahnesi olmalı “kutlu doğum.” Kutlanırken kutsanıp hayatın içinden koparılmamalı Peygamber. Kutlanan her şey gibi özne olmaktan çıkarılıp, nesne kılınmamalı. Din, ibadette az olsa da devamlı olanı makbul sayar. Peygamber sevgisi, hayatın içine inmeli; kapanmış tüm kanallarımızı açmalı; insan olmanın sorumluluğunu yüklerken omuzlarımıza, kul olmanın hazzını sunmalı ruhlarımıza.
Peygamber sevgisini topluma yeniden hatırlatma maksadı güden bir dizi toplantı ve sosyal organizasyonlarla Peygamber'i anmanın gerekli olduğu iddia edilebilir hiç şüphesiz. Ancak “kutlu doğum” haftasının, esasında hayatın dışına itilmiş bir Peygamber tasavvurunu beslediği de gözlerden uzak tutulmamalıdır. Yoksa farkına varmadan, tıpkı Hz. İsa'nın yeniden dirilmesini kutlamak amacıyla her yıl Nisan ayında kiliseyi dolduran cemaatin ilahi sesleri arasında paskalya mumunun ateşlenmesi ile başlayan Paskalya Yortusu gibi, keza yine Nisan ayında Yahudilerce, Musa ve halkının Mısır'dan kaçışlarını yâd eden ve Firavun'dan kaçanların aceleyle bekletmeden pişirip yanlarına aldıkları ekmeklerle andıkları Hamursuz Bayramı gibi, “kutlu doğum”u da metalaştırır; özel gün ve haftalarla parsellenmiş takvimin Nisan gündemi olarak takvimlere hapsederiz. Kendine has ritüelleriyle bugün sadece İsrail'de değil, tüm dünyada dindar olmayan Yahudilerin bile kutladıkları bir bayram olarak karşımıza çıkan Hamursuz gibi, folklorik bir kadere mahkûm ederiz “kutlu doğumu”.
Oysa modern hayatın içinde çaresizlik üreten inananların en büyük sığınağı olmalı Sevgili Peygamber. O her gün hayatlarımıza yeniden doğmalı; algılarımızı, inançlarımızı, yüreklerimizi sarsarak tazelemeli ki, bu tazeleniş, onun mesajından uzak kalmış insanlara da geleceği aydınlatan etkili bir davet olsun.
.
· Bu yazı hocamızın izniyle www.sonpeygamber.info adlı sitemizden alınmıştır.
Yeni yorum ekle