“Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O Hayy’dir, Kayyûm’dur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir. O kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 2/255)
Selam, ruhlar âleminden kardeşim,
Bu mektupta yıllardır zihnime yerleşip mekân tutan ama bir türlü ucu bulunamayan, bulunsa da çabucak kaybedilen bir “unutuş” yumağından söz edeceğim sana. Mektubun sonuna kadar kalemim de bu kayboluşlardan nasibini almazsa elbet…
Maddi manevi bir hafıza kaybı yaşadığımızı düşünüyorum toplumca.
Senelerden beri, akranlarım, yabancı lisanı geliştirmekle alakalı dertlenirler “yurtdışına gidip şu dili halledemedik” diye. Özellikle akademik kariyer yapma peşinde olanlar bir nebze bu dertlerine derman olması için bir kolayını bulup ilgili dilin merkezine - batı dilleriyse Avrupa’ya, Ortadoğu’nun ortak diliyse Arap memleketlerinden birine mesela- gitmeye ve orada bir süre kalmaya -birkaç aydan birkaç yıla uzanan süreyle- teşebbüs ederler. İlk döndüklerinde – maksud batı dili bile olsa- mukaddes topraklardan dönen hacılar gibi karşılanırlar, bu fırsatı bulamayanlarca, göremeyenlerce ya da göz göre göre tepenlerce. Her türlü yurt dışı gezi- gözlem hatıratından sonra ballandıra ballandıra anlattıkları “halkın içine karışıp dil eğitimini pratik almanın önemi”ne dair tafsilat, ağzını sulandırır dinleyenlerin. Bir rüzgâr eser tüm yüreklerde taze hacınınki dâhil : “Mutlaka (tekrar) gidilmeli”.
Günler geçtikçe o yabancı lisanın konuşulduğu memlekette tadılan farklı lezzetlerin damaktan silinmesine denk bir silikleşme faaliyeti başlar zihinlerde. “Şu kelimenin filancası neydi, yaa, ne diyorduk bu kavrama falanca dilde?” sorularının bir burgu gibi beyni oyması, kütüphanelerdeki sözlüğe bakmaya utanmalar, söz konusu, “haftaların geçmesi”, sonra “ayların devrilmesi” olunca, arsız lügat karıştırmalarına, birkaç yıl sonra da “yahu ne nankör şu dil” sitemlerine inkılâb eder.
Eğer akademisyenlik veya benzeri hayaller ve hayale gebe gayretler devam ederse; belki birkaç ziyaret daha yapılır, sözlü ve görsel yabancı basın takib edilir hatta o dilin anadan sahibi birkaç da mektup – şu yıllarda e- posta- arkadaşı edinilirse yani bir dilin diri tutulması için gereken tüm çaba sarf edilir ve o dille irtibat kesilmezse, bu nankörlük söylemi, o çabayı göstermeyenlerce bir züğürt tesellisi olarak kalır. Yine de ve toplumsal genellemede dil öğrenimiyle ilgili sızlanışlar devam eder, sürüp gider.
Esen kader rüzgârları, farklı yerlere sürükledi hayatları. Dille irtibat, okuduğu metni anlayacak, belki basit çeviriler yapacak seviyeyle sınırlı kaldı pek çoğunda.“Niye dilden girdin konuya?” dersen, ilimle, unutmayla, hafıza ile ilgili en muteber örneğimin bu olmasındandır diye düşünüyorum. Lisede, sonrasında da fakültede, mesleki alanımızınki dâhil, ilgi duyduğumuz diğer yabancı diller az evvel bahsettiğim o züğürt tesellisine takılıp kaldı. Oysa arkadaşlarımla birlikte gramerimize güveniyor, önümüze “okuldan öğrendiğimiz” dili, “annesinden öğrenmiş” bir turist çıksa, günlük kalıpları söyleyişimizdeki beceriyle onu şaşırtacağımızı düşünüyor, metinleri çözerken hocalarımızın “aferin”ini almaktan artık neredeyse sıkılıyorduk. Ya sonra?
Şimdi arkadaşlarla toplanınca konuşuyoruz da neredeyse yirmi sene geçmiş o güzel, hülyalı günlerin üzerinden. Yabancı dil kitapları arka raflara itilmiş. Bitmiş mi o dile ilgi, sevgi? Bitmemiş. Öyleyse? Unutmaya, hafızanın yaşla paralel körelmesine, gündemin ve mesleklerin değişmesine bağlı teselli cümleleri yerleşmiş dillere. O bir zamanlar dilini annesinden öğrenen turistle yarıştırmaya pek heveslendiğimiz pratik kalıplarsa, dilini çıkarmış arsızca sırıtıyor yeni esvaplarıyla.
“Yahu matematik öğretimi değişti, fizik teorileri güne ayak uydurdu, dil bari olduğu yerde kalsaydı…” Bu da züğürdün teselli heybesinde kalan son azığı olsa gerek.
Dil, ilimlerin anahtarı olduğu için ondan sızlandım ama diğer bilgiler tecrübeler için de aynı kum saati işliyor. Sürekli aşağıya akan, gittikçe azalan kumlar gibi beynimizin, ruhumuzun deliklerinden kaçıyor bildiklerimiz, öğrendiklerimiz hatta hissettiklerimiz… Tamamen bitince kumları, saati ters çevirmek mümkün olacakmış gibi de gözükmüyor çevremdeki “orta yaşlılara” bakınca.
Nefis yemekler yapardı akrabamdan biri, bayılırdık zeytinyağlılarına. Ölçüyü tutturmanın ustalık işi olduğu her çeşidi, değme aşçılara taş çıkartırcasına koyardı önümüze. Geçen gün bir tarif rica etmek için uğramıştım, şaştım kaldım. Hiçbir şey hatırlamadığını, bütün günü, basit çorba ve “önüne ne gelirse” karıştırılmış sebze yemekleriyle geçiştirdiğini, çoğunlukla da kahvaltı yaptığını öğrenince bozuma uğradım. Çok da yaşlı değildi üstelik. Alzheimer vb. bir hastalığa da duçar değildi çok şükür. ” Yapmaya yapmaya unuttuğunu, çocukların evlenip gittiğini, eşinin de hep diyet yiyecekler talep ettiğini” söyleyerek benim teselli heybeme bir züğürt altını da o bağışladı. “Bari tarif defterinden…” Defter tutmadığı için – bu da hafızasına ve ustalığına güvenenlerin bir özelliği olsa gerek- o engin hazineden faydalanamadan döndüm evime.
Beş sene evvel tereddütsüz cevapladığı soruları, şimdi biraz duraklayarak cevapladığını, bunu etraf anlayacak diye de ödü patladığını itiraf etti hukukçu bir arkadaşım. Yaşı bizden küçük, o yüzden durum daha vahim göründü ikimize de.
Program sunuculuğunu pek beğendiğim, davet ettiği konuklara sorduğu suallerden hareketle ilk tanıdığımda konunun uzmanı zannettiğim biri, geçen gün o kadar acemi tavırlar, konuşmalar sergiledi ki televizyonda, geçmişe ait duygu ve düşüncelerime hürmeten, sırf o insan hakkında nefsimle kalbimin gıybet etmemesi için vicdanım ekranı kararttı.
Nedir bu çağın insanlarını unutkan yapan illet? “İşleyen demir pas tutmaz.” atasözümüz ve atalarımızın hikmetli tüm sözleri önünde saygıyla eğiliyoruz ama bu diz kırışlar artık aynı huzuru barındırmıyor. Belimiz bükük ama kaşlarımız kalkık: Acaba? Zira işlesek de yenilenmeye çalışsak da alıp savuruveriyor, postmodernizm hortumları, köklerimizi. Dünkü tezlerin bugün, bugünkülerin yarını beklemeyip güneş batmadan çürümesi, sürekli değişim, bilinmezlik, bilinse de bilinmezlik, unutmuşluk, aidiyetin yok oluşu eşlik ediyor bu savruluşlara.
Duygular hususunda da aynı hafıza kaybı… Canım yârenim, sen de unutuyor musun dün ağlamana sebep olan şeyleri? Ama yine de ağlıyor musun zamanı geldiğinde aynılarına? Her defasında mahcup olduğun halde, Rabbimizin nimetlerinin, imtihan vesilesi “külfetlere sarılmış paketi”nin ipini çözerken, benzer sıkıntılar duyuyor musun?
“Daha dün usta olduğumuz konularda bugün çırak beceriksizliği gösterme duygusu”yla ilgili, dilimden – bu defa ne ana dil ne yabancı dil, sadece ruh dilimden- çok güçlü bir dua yükseliyor: Allahım, sen ilmimizi, irfanımızı; aklımızı, iz’anımızı ama en çok da dinimizi, imanımızı koru… Kendini unutturma…
Seni, yeni bir dalga gelip unutmadan emanet edeyim. Kime mi? Bir an bile zâtına “unutuşlar” arız olmayana, unuttuklarımızı unutturana, uykuları uyutturana, tek koruyucuya, el- Hafiz’e emanet ediyorum…
Yeni yorum ekle