Su Kasidesi - VI

“Kendisine, âyetlerinden bir kısmını göstermek için kulunu (Muhammed’i), bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiği Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O (Allah), hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”  (İsrâ, 17/1)  

 

Gece gündüzü, gündüz geceyi kovalarken; güneş aya, ay güneşe hayranken başlar büyük bir aşkın ilk sahnesi. Bir kovalamacıdır bu; sürer gündüzle gece, ayla güneş arasında… Hangisi âşık, hangisi mâşuk bilinmez. En derin bilmeceler bile bunun yanında hiçtir.

 

“Hiç”liğimin acziyle çözmeye çalıştığımda zaman düğümünü, yolumun ne kadar uzun ve önümün ne kadar kapalı olduğunu fark ettim. Güneşin yanında ayın, ayın karşısında yıldızın, yıldızın nazarında huzmenin ne hükmü var. Hüküm, Sonsuz Varlığın… Benimki laf u güzaftan öteye geçemez. Ne yazdıklarım ve ne de yazacaklarım samimiyetin zerresi olamaz… İkiyüzlü ruhların dökülmüş cilalarının, yama tutmayan kocaman yalanların, devrilmiş bedenlerin, sarpa sarmış işlerin ve ümitsiz bekleyişlerin ümidi olmak için koşa koşa gelişini hatırlıyorum. Yüzün gözün kanlara bulanmışken kanla değil suyla temizlemeye çalıştığını unutmak gafletinden ârî olmak istiyorum. Devranın kirli elinin masumiyeti parçaladığı, bebeksi yüreklerin hırpalandığı, bedenlerin maskeli gerçeklerle yüzleştiği bir zamanın körpe anlayışını vermeye çalışan aciz bir varlığım. Ne istediklerim ne de yaptıklarım yaşananların izini kapatmaya yetiyor. Ancak Sen’in, “Asıl Söz”le ve sünnetinle var olduğunu bilmek saadeti, elimden bir şey gelmeyişinin yaralarını sarıyor.

 

Gerçeğin “tek” kalemi var,

Her şeyi “bir”den silip

Yeni baştan yazmaya…

 

***

 

Yâ Habîballâh yâ Hayre’l-beşer müştâkunam

Eyle kim leb-teşneler yanub diler hem-vâre su

 

 

Ey Allah’ın Sevgilisi, Ey İnsanların En Hayırlısı! Nasıl ki dudakları susuzluktan kurumuş (olan)lar hararetle daima su isterse (ben de onlar gibi Sen’in) tutkununum.

 

Şair, Peygamberimize seslenmektedir. O’na seslenirken O’nun sıfatlarını kullanmaktadır. O, kâinatı kendisine olan aşkı dolayısıyla yaratan Allah(cc)’ın sevgilisidir. O, yaratılmışların yani insanların en hayırlısıdır. Şair Peygamberimize seslenirken O’na olan aşkının çok büyük olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Bu aşkın derecesi susuzluktan kurumuş dudakların suyu arzulaması gibidir. Teşbih yoluyla anlatımı kuvvetlendiren şair, bir yandan da Yunus Emre gibi “ Ya Muhammed canım arzular seni.” demektedir. “Müştak” kelimesinde bu arzu, şevk ve aşk vardır. Hz. Muhammed(sas)’e karşı aşkını anlatırken “su” ve “yanmak” kelimelerinin zıtlığından faydalanan şair, bu yangını ancak O’nun söndürmesini istemektedir. Bu, Peygamberimizin, Allah’ın izniyle, edeceği şefaattir. 

 

Sensin ol bahr-ı kerâmet kim Şeb-i Mi’râc’da

Şeb-nem-i feyzün yetürmüş sâbit ü seyyâre su

 

(Ey Muhammed!) Sen, Miraç gecesinde feyzinin çiğ tanesi (ile) yıldızlara su ulaştıran o keramet denizisin. 

 

Miraç, Allâh’ın ayetlerinden bir kısmını göstermek için Peygamberimizi Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürmesi ve huzuruna çıkarmasıdır. “İsrâ ve Mi’rac, Peygamberimizin mucizelerindendir. Hz. Peygamber bir gece Kâbe’nin çevresinde uyku ile uyanıklık arasında bir hâldeyken Cebrail gelmiş, O’nu Burak adlı, bizce mahiyeti bilinmeyen, bir binite bindirerek önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürmüş, oradan da göklere yükseltmiş, “Sidretü’l-Müntehâ” denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber, bu makamı da geçerek Cenab-ı Hakk’ın huzuruna varmıştır. Mucizeler tabiat kanunları dışında cereyan eden harikulade olaylardır. Bu sebeple onları aklî ölçüler içinde değerlendirmek doğru olmaz.” ( Kur’an-ı Kerim Meâli; Haz. Doç.Dr. Halil ALTUNTAŞ, Dr. Muzaffer ŞAHİN, Diyanet İşleri Vakfı Yay., Ankara, 2008, s.281.)

 

Miraç, Peygamberimizin Allah(cc)’a en yakın olduğu andır. Fuzûlî, beytinde bu mucizeyi telmih yoluyla hatırlatmıştır. Peygamberimizi bir keramet denizine benzeten şair, Miraç gecesi o keramet denizinin çiğ tanelerinin gökteki yıldızlara ulaştığını söylemiştir. Keramet göstermek velilerin özelliğidir. O da yüceliğiyle, cömertliğiyle böylesine bir keramet göstermiş, lütfuyla gökteki tüm cisimleri nasiplendirmiştir; önceki beyitlerde ümmetini rahmetiyle temizlediği gibi… Âlemlere rahmet olarak gönderilen O büyük insan yerdeki ve gökteki her şeyi rahmetine gark etmiştir, bütün kâinatı feyizlendirmiştir. 

 

Beyitte kullanılan “şeb-nem” gece nemi demektir. Bir tabiat olayı olarak gece havadaki nem sabaha doğru bitkilerin üzerinde damlacıklar oluşturur. Tıpkı bu şekilde Peygamberimiz de göğe çıktığı Miraç gecesinde kerametiyle bütün yıldızlara su, yani rahmet götürmüştür. Çiğ taneleri ile yıldızlar arasında benzerlik açısından bir ilgi kurulmuş olabilir.

Beyitte bahr (deniz) ve şebnem (çiy tanesi) arasında da tezat vardır, çokluğu ve tekliği ifade etmeleri bakımından.

 

Çeşme-i hûrşîdden her dem zülâl-i feyz iner

Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mi’mâre su

 

(Sen’in) kabrini yenileyen mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her daim feyzin saf, berrak, tatlı, hafif, güzel ve soğuk suyu iner.

 

Güneş etrafa yaydığı ışınlarıyla sanki bir çeşmeden akan ve etrafa yayılan suyun görüntüsünü verir. Güneşten yeryüzüne bereketli damlalar inmektedir. Osmanlı Devleti zamanında İstanbul’dan yani payitahttan Hicâz bölgesine, Peygamberimizin kabri ve mukaddes mekânların onarımında ve hizmetinde kullanılmak üzere çok sayıda eşya ile büyük miktarda para gönderilirdi. Peygamberimizin kabri için mimarın ihtiyaç duyduğu su yani harcanacak para da ancak güneş kaynağından gelebilir. O’nun kabrinde ancak bu derece kıymetli bir su kullanılabilir. Beyitte güneş olarak Osmanlı payitahtı kastedilmiş olabilir. Fuzûlî, Peygamberimizin ve kabrinin ne kadar değerli olduğunu bu beyitte bir kere daha göstermektedir.

 

Bîm-i dûzâh nâr-ı gam salmış dil-i sûzânıma

Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâre su

 

Cehennem korkusu gam narını (ateşini), yanık gönlüme salmış; (ancak Sen’in) ihsan bulutunun o ateşe su serpeceğine (onu söndüreceğine) dair ümidim var.

 

Beyitte şair, günahlarından ötürü cehennem korkusu yaşadığını ve cehennem ateşinden kurtulmak için Peygamberimizin şefaatine ihtiyaç duyduğunu hatta bu hususta ümitli olduğunu ifade etmektedir. Günahı olan herkes de tıpkı Fuzûlî gibi O’nun edeceği şefaatle ilgili olarak ümitvardır. Elbette ki ayet-i kerimede ifade edildiği gibi Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek gerek.

 

Su ve ateş kelimelerinin zıtlığından bu beyitte de faydalanılmış. İhsan bulutunun suyu cehennem ateşini söndürecektir. Peygamberimiz, hem rahmettir hem de insanlara doğru yolu göstererek onları cehennem ateşinden koruyacak Hâtemü’l-Enbiyâ’dır. Ayrıca Allah(cc)’tan ümmeti için şefaat dilemiş bir peygamberdir, Hz. Muhammed (sas).

           

 

Yümn-i na’tundan güher olmış Fuzûlî sözleri

Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su

 

Fuzûlî’nin sözleri (şiiri) Sen’in natının bereketiyle cevhere dönüşmüş. (Bu sözler), nisan bulutundan (düşen) su (damlaları), şah(lar)a layık, şahane iri ve kıymetli bir inciye dönmüştür.

 

Şair bu beyitle kasidenin klasik bölümlerinden biri olan “fahriye”ye geçmiştir. Fahriye şairin kendisini övdüğü bölümdür.

 

Fuzûlî’nin sözleriyle kastedilen onun şiiridir. Naat ise Peygamberimizi övmek için söylenen şiirlerdir. Şair, kendi söylediği sözlerin Peygamberimizin natının bereketiyle güzelleştiğini ve değerli bir mücevhere dönüştüğünü ifade etmiştir. Şair bir taraftan tevazu göstermiş, bir taraftan da mücevhere dönüşen sözleriyle övünmüştür. Bu ifadeleri başka bir benzetmeyle izaha çalışıyor. Onun sözleri tıpkı nisan bulutundan düşen yağmur tanelerinin istiridye içinde kıymetli inciye dönüşmesi gibidir. Onun sözleri şahlara layık güzellikte büyük ve kıymetli birer incidir. Eski inanışlara göre her yıl nisan ayında istiridyeler ağızlarını açarlar, yağmur damlaları da istiridyenin içine düşer ve istiridyede inci oluşur. Eğer oluşan inci tek ise çok büyük ve oldukça değerli olur. Nadiren böyle büyük inci oluştuğu için de tanesinin üç miskal (yaklaşık 4-5 bin gr. altın değerinde) olduğu söylenir. Şair de buradaki teşbihten yola çıkarak şiirlerinin mücevher değerinde olduğunu anlatmıştır.

 

Fuzûlî, sözlerinin güzel olmasını Peygamberimizin natına bağladığı için hüsn-i ta’lil yapmıştır. Yani güzel bir sebep bulmuştur. Şair bu güzellikte pek çok şiir yazmış olmasına rağmen buradaki şairaneliğini Peygamberimizin övülmesi sebebiyle izah etmiştir.

 

Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda Rûz-ı Haşr

Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâre su

 

Umduğum oldur ki Rûz-ı Haşr mahrum olmayam

Çeşme-i vaslun vire men teşne-i dîdâre su

 

Gaflet uykusundan uyanan kimse kıyamet günü olduğunda, uyanmış gözlerine pişmanlık gözyaşlarından su döktüğünde;  umduğum odur ki kıyamet gününde (güzel yüzünden) mahrum olmayayım (ve) yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmesinden su versin.

 

Şair, bu iki beyti dua beyti olarak kaleme almış ve birbirine bağlamış. Divan şiirinde pek de alışıldık bir durum değildir, iki beytin birbirine bağlanması, bir cümle olması. Ancak Fuzûlî, dua bölümünde Divan şiirinin bu geleneğini yıkmış.

 

Fuzûlî, gaflet uykusundan uyananların hesaba çekileceği mahşer gününden bahsetmektedir. Yeniden dirilişi ifade eden şair, yüzüne susamış olduğu Peygamberimizden ona su vermesini istemektedir. Buradaki “su” mecazlı kullanılmıştır. Şair, Peygamberimizin yüzünü görmeyi O’nun yüzünün çeşmesinden kana kana su içmeyi, hasretini gidermeyi istemektedir. Peygamberimizi bir çeşmeye benzetirken iman edenlere göstereceği rahmeti o da dilemektedir.

      

***

                                              

Selametle kalın.

 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.