3 yıl önceydi! Mekke’de 16 yaşında bir yetim ile karşılaşmıştık. Aslında oğlumun okuldan arkadaşıydı o yetim. Otelimiz Ebu Kubeys tepesinin arkasındaki boş, kayalık alana bakıyordu.
Hz. Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme'nin ve Ümmü Habibe’nin çocuklarını kendi çocukları gibi sever ve öylece himaye ederdi. Bu çocuklarla şakalaşır, kendilerini sever ve onlara babalarını aratmazdı. Bir keresinde Ümmü Seleme’nin kızı küçük Zeyneb’in yüzüne şaka ile biraz su serpmiş ve onu neşelendirmişti. Zeyneb, yaşlandığı zaman bile yüzünde gençliğin tazeliğini korur, bilenler de bunu yüzüne serpilen suya bağlarlardı.
Ebû Cehil’in kapılardan kovuşu değil, müminin görmezden gelişi… Ebû Cehil’in yok sayışı değil inananların yok sanışı…/
Varlığın gösteriş kuyularına düşüp de karanlıklarda insanlığımızı kaybettiğimiz dindarlığımızın sınanışı… İnanmış görünüp de ikiyüzlülüğümüzün yüzümüze vurulmayışı…
Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan Mâûn Suresi, din anlayışımızı inşa eder; sadece istemek üzerine kurulan, vermeye engel olan bir ibadet anlayışını reddeder.
Babasız kalan bir çocuğun adıydı yetim.
Kimsesiz, yardıma ve himayeye muhtaç olan.
Eşi benzeri olmayan inciden aldı adını;taşlar arasında benzersiz olan, çocuklar arasında biricik ve tek başına kalana, kendi adı unutulana ad oldu.
Rasûlüm! Hatırla o cahiliyeyi, en karanlık dönemi… Yolunu bile göremiyorsun, farkına varamadığın onlarca tehlikeyle karşı karşıyasın.
Karanlık sona erdi artık. Güneş yükselmeye başladı, ışıkları daha bir net geliyor.
İslam ahlakının değeri, pratikle hayat bulmasındadır. Yaşam alanına girmeyen bir değer, İslamî anlamda söz konusu değildir. İnsanın nefsine dur diyecek gücü ve menfaatini öteleyecek kuvveti yakalaması için Kur’ân ve sünnet, muhatabına “empati” yaklaşımını önerir.
Kuşluk vaktine de gecenin dinginliğine de yemin olsun ki,
“Rabbinin seni terk ettiği de yok, sana darıldığı da…”
Vahyin gelmesi de kesintiye uğraması da, mutlaka, Sen’in için hayırdır, hayırlıdır.
Kederlenme…