Cehenneme Odun Olma
Mina’da gece yarısı… Hac için Mekke’ye gelen kalabalık Medine kafilesi, derin bir uykuya dalmış dinleniyordu. Bir yanda yorgunluk diğer yanda hacı olmanın mutluluğu vardı. Dağ taş susmuş sanki her şey uyuyordu. Sonra aniden bir hareketlilik başladı. Yetmiş üç erkek ve iki kadın diğerlerini uyandırmamak için ayaklarının ucuna basıyor, âdeta nefes almıyordu. Onlar Allah’ın sevgilisi Muhammed aleyhisselam ile buluşmaya, Akabe’ye gidiyorlardı. Kafilede bulunan diğerleri ise putlara tapıyor, şirk içinde yaşıyorlardı. Bir öğrenseler yetmiş beş kişinin nereye gittiğini, ortalık karışacak, kılıçlar çekilecek, kelleler kopacaktı. Öyleyse müminler dikkat etmeliydi. Kimseler duymadan, Mekkeli müşriklere, Ebû Cehillere haber uçmadan Akabe’ye gidilmeli, hicretin planları yapılmalı, İslam devletinin temelleri atılmalıydı. Ama bir dakika… Uyuyan müşrikler arasında yaşlı bir adam vardı. Belki fakirdi ama güvenilir ve dürüst bir adamdı. Kâ’b b. Mâlik ve arkadaşları önce tereddüt etti, fakat sonra uyandırdılar bu yaşlı ve iyi huylu adamı:
-Ey Câbir’in babası! Sen bizim seyyidlerimizden, en seçkinlerimizden birisin. Biz senin şirk üzere yaşamanı ve sonunda cehenneme odun olmanı istemiyoruz.
Yaşlı adam bu içten ve samimi sözler karşısında direnemedi, Müslüman oldu.[1] Gecenin karanlığında Abdullah b. Amr b. Harâm’ın yüreği İslam’ın nuruyla doldu.
Bereketli Bir Gece
Abdullah b. Amr birkaç dakika sonra Akabe’de, Allah Rasûlünün karşısındaydı. O, şimdi Peygamberi Medine’ye çağıran, tüm sevdiklerinden hatta canından çok Peygamberimizi sevdiğini ilan eden, Onu ölünceye kadar koruyacağını söyleyen yiğitler arasına katılıyordu.[2]
Allahın Sevgili Elçisi, Medineli Müslümanlar arasından temsilciler belirlediğinde, Selimeoğullarının lideri olarak Abdullah b. Amr’ı seçti.[3] Abdullah Medine’de Allah Rasûlü adına hareket edecek on iki kişiden biriydi. O ve arkadaşları İsa aleyhisselâmın havarilerini andırıyorlardı. Allah’ım, bu ne bereketli ne mucizevî bir geceydi! Daha bu sabaha kadar taşa, tahtaya tapan bir müşrik, aynı günün gecesi Muhammed aleyhisselamın nur yüzlü bir dostu, Allah Celle’nin seçkin bir kulu olmuştu. Bir ömür sapıklık içinde yaşayan sıradan bir adamın hayatı, bir gecede nasıl da değişmişti? Öyleyse bir hiç olarak sürdürülen anlamsız hayatlar muhteşem bir sonla bitebilir, çocukluğunu gençliğini heder eden ihtiyarlar ömrünün son demlerinde insanları ve hatta melekleri kendilerine hayran bırakabilirdi. Allah’ın, hayrı kime ve ne zaman vereceğini kimse bilemezdi.
Peygamber Efendimizin hicretinden sonra Medine saadet çağını yaşadı. Onunla aynı şehirde yaşamak, Onun yanında sohbetinde olmak, arkasında saf tutup namaz kılmak ne büyük nimetlerdi. Yaşlı sahabi Abdullah b. Amr ömrünün son deminde mutluluğu yakalamış, Rabbinin rahmetiyle ateşlerden kurtulmuş, nimetlere boğulmuştu. Çok fazla çocuğu, birkaç küçük hurma bahçesi ve yüklü miktarda borcu vardı. Ailesinin geçimini sağlamak için çalışıp çabalar, sonra da Mescidi Nebevi’ye Efendimiz aleyhiselamın yanına koşardı. Allah Rasûlü ensar ve muhaciri kardeş edip, muhacirlerin sıkıntılarını gidermeye karar verdiğinde Abdullah’a bir kardeş vermedi. Zira Abdullah’ın maddi durumu hiç de iyi değildi.
Şehadet Müjdesi
Mekkeli müşrikler Allah’ın nurunu söndürmek için Bedir’e geldiklerinde Abdullah b. Amr onların karşısında, Allah Rasûlünün yanındaydı. Medine’den Bedir’e giden o zorlu yolda iki arkadaşıyla bir deveyi paylaşmış, kızgın kumlar üzerinde günlerce yürümüştü. Bedir Ovası’nda bin kişilik zalim bir ordunun karşısında savaşmış, ölüme meydan okumuş, muhteşem bir zafer kazanan şanlı İslam ordusunun kahraman neferlerinden biri olmuştu.
İslam düşmanları Bedr’in intikamını almak için üç bin kişilik koca bir orduyla Uhud’a geliyorlardı. Abdullah b. Amr aynı günlerde rüyasında Bedir şehitlerinden, yakın dostu Mübeşşir b. Abdülmünzir’i gördü. Mübeşşir Abdullah’a, “Sen birkaç gün içinde bize geleceksin.” demişti. Abdullah “Sen Bedir’de öldürülmedin mi, şimdi neredesin?” diye sorduğunda Mübeşşir “Biz cennetteyiz ve burada dilediğimizi yapmakta serbestiz.” cevabını verdi. Abdullah bu rüyanın anlamını Allah Rasûlüne sorduğunda beklediği müjdeyi aldı: “Ey Câbir’in babası, bu şehadete işarettir![4]”
Şehadet Abdullah’ın ümidi, Müslüman olduğu günden beri en büyük hayaliydi. Bedir’de yakalayamadığı şehadete Uhud’da ulaşacak, canını Allah yolunda verecek, saadet dolu günlerini ölümlerin en güzeliyle bitirecekti. Allah’ın huzuruna şehit olarak çıkmak ne güzel olurdu?
Kızlarım Sana Emanet
Savaştan bir gece önce oğlu Câbir’i yanına çağırdı. Câbir de en az babası kadar Uhud’a gitmeyi, Allah yolunda Muhammed aleyhiselâmın önünde mücadele etmeyi, şehid olmayı istiyordu. Fakat Câbir’in yedi kız kardeşi vardı. Onlara kim bakacak, evi kim idare edecekti? Abdullah canından kıymetli oğluna son sözlerini söylüyordu:
“Yavrucuğum, bilmiyorum belki de yarın Uhud’un ilk şehidi ben olacağım. Kardeşlerini sana emanet ediyorum. Kızlarıma hayırlı ve güzelce muamele et.[5] Allah Rasûlünden sonra geride senden daha çok sevdiğim başka birini bırakmıyorum. Borçlarımızı öde.[6] Kızlarımın kimsesiz kalmalarını düşünmesem senin gözümün önünde şehit olmanı isterdim.”[7]
Çocuklar hayatın süsü, Allah Celle’nin bahşettiği en güzel nimetlerdir. Annelik ve babalık duygusunun izahı mümkün müdür? Akşam evine gelen bir baba için çocuğunun gülümseyen çehresini görmek dünyalara bedeldir. Çocuğun verdiği huzur ve mutluluğu anne-babaya verebilecek başka bir şey var mıdır? Peki, yedisi kız sekiz çocuğu bırakıp cihad meydanlarına atılmak, ölüme meydan okumak, çocuklarını dünya gözüyle bir daha görmemeyi göze alıp şehadete koşmanın izahı nedir? Bu ancak Allah ve Rasûlüne olan güçlü imanın, sınırsız sevginin eseridir. Abdullah b. Amr kızlarını önce Allah’a sonra genç oğlu Cabir’e emanet etmiş, Cennet için yola çıkmıştır. Yol uzun ve beklenmedik engellerle doludur.
Kahrolasıca Münafıklar
İslam ordusu tam Uhud meydanına gireceği sırada münafıkların lideri Abdullah b. Ubeyy, adamlarıyla birlikte Medine’ye geri döndü. Düşmanın üç bin kişilik kalabalık bir ordusu vardı. Müslümanlar ise yalnızca bin kişiydi. Şimdi bu bin askerin üç yüz tanesi savaş meydanını terk ediyor, Allah ve Rasûlüne ihanet ediyordu. Dışarıdan Müslüman gözüken fakat yüreğinde Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı nefretin en büyüğünü taşıyan Abdullah b. Ubeyy ve adamları en zorlu yerde en büyük hainliği yapmış, Müslümanları sırtından hançerlemişti. İslam ordusu dehşete kapıldı, bazıları Abdullah b. Ubeyy gibi Peygamberimizi yalnız bırakmayı, geri dönmeyi bile düşündü. İşte Abdullah b. Amr o an ortaya çıktı. Hemen koşup Abdullah b. Ubeyy ve adamlarına yetişti.
“Ey kavmim, size Allah’ın azabını hatırlatırım. Size Allah’ın dinini ve Peygamberinizi hatırlatırım. Canınızı, çoluk çocuğunuzu nasıl koruyorsanız, Peygamberinizi de öyle koruyacağınıza dair vermiş olduğunuz sözü hatırlatırım. Düşmanları karşısında kavminizi ve Peygamberinizi yalnız mı bırakacaksınız?”
Ama olmadı. Ne yaptıysa, ne söylediyse onları ihanet yolundan döndüremedi. Münafıklar Efendimizi suçluyor, Abdullah’ı bile kendileriyle birlikte hareket etmeye, geri dönmeye çağırıyorlardı. Yüce sahabi bu çirkin teklifi hakaret saydı. Onlar Medine’ye dönerken arkalarından bağırdı:
“Ey Allah’ın düşmanları, Allah sizi kahretsin, rahmetinden uzak etsin! Elbette Allah Peygamberini ve müminleri size muhtaç etmeyecektir.”[8]
Meleklerin Gölgelendirdiği Şehit
Münafıkların ihaneti müminlerin gözünü korkutmadı. Allah ve Rasûlüne olan sevgi ve bağlılıkları bir kat daha arttı. Yedi yüz mümin, müşriklerin üzerine yıldırım gibi düştü. Allah için ölmek arzusuyla yanan İslam ordusu koca düşman ordusunu darmadağın etti. Müşrikler ağır kayıplar veriyor, sancaktarları bir bir öldürülüyordu. Henüz okçular yerini terk etmemiş, müminler kesin bir zafer kazanmak üzere iken İslam ordusu ilk şehidini verdi. Süfyân b. Abdişems tarafından şehid edilen Abdullah b. Amr b. Harâm radıyallahu anh ölümsüzlüğe ulaştı.[9]
Uhud günü çetin imtihanlar, büyük zorluklar yaşandı. O gün okçular yerini terk etmiş, kesin bir zafer yerini derin bir acıya bırakmıştı. Müminler nice kayıplar vermiş, Allah Rasûlünü korumak için ne yiğitler şehadet şerbetini içmişti. Efendimiz aleyhisselam da yaralanmış, dişleri kırılmıştı. İlerleyen saatlerde dağılan İslam ordusu toparlanmış, Peygamberini korumuş, müşrikler ise savaş meydanını terk etmişlerdi.
Medine halkı şehadet haberlerini, acı kayıpları duyunca Uhud’a aktı. Babasının şehit olduğunu öğrenen Cabir de hemen Uhud’a koşmuştu. Rablerine kavuşmuş şehitleri, yaralı Peygamberini ve diğer gazileri gördü. Meydanı karış karış dolaşmaya, babasını aramaya başladı. Nihayet babasının şehit düştüğü yere geldi. Sahabiler, Abdullah’ın yüzünü örtmüşlerdi. Câbir babasının üzerindeki örtüyü kaldırmak, son bir kez mübarek yüzünü görmek istedi. Sahabiler Câbir’i engellemeye, babasının halini görmesine mani olmaya çalıştılar. Zira müşrikler şehitlerin cesedlerine müsle yapmış, organlarını parçalamışlardı. Fakat Câbir her ne olursa olsun sevgili babasını görmek istiyordu. Sahabiler yine de engel olunca örtüyü bizzat Peygamber Efendimiz kaldırdı. Abdullah’ın burnu, kulakları kesilmişti.[10] Cabir ağlamaya başladı. Oğlunu canından çok seven mübarek babası öldürülmüş, o güzel yüzü tanınmaz hale gelmişti. Cabir babasının yüzünü öptü.[11] Sonra bir feryat, ağıt sesi duyuldu. Feryat eden Abdullah’ın kız kardeşi ya da kızıydı. Efendimiz aleyhisselâm gözyaşları içindeki kadına döndü:
“Ona ister ağlayın ister ağlamayın; ama bilin ki o defnedilinceye kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirecekler.” buyurdu.[12]
Cennete Uzanan Kardeşlik
Cabir, babasının naaşını Medine’ye götürmek için bir deve getirmişti. Fakat Peygamber Efendimiz şehitlerin Uhud’da, şehit oldukları yerde gömülmesini emretmişti. Efendimizin sesi duyuldu:
“Amr b. Cemûh ile Abdullah b. Amr b. Harâm dünyada birbirlerini çok severlerdi. İkisini bir kabre koyunuz.”[13]
Onlar aynı örtüyle kefenlendi, aynı kabre konuldu. Abdullah kısa boylu, saçsız ve kırmızı tenliydi, Amr ise uzun boyluydu.[14] Abdullah, Amr’ın kayın biraderi ve çok samimi dostuydu.[15] Birlikte geçen bir ömürden sonra şimdi aynı mezarı paylaşıyorlardı. Allah’ın sevgili kulu bu iki sahabiyi cennetle müjdelemişti. Dostluk zaten böyle olmalı, dünyada başlayıp sonsuz mutluluğa uzanmalıydı.
Abdullah, Rabbinin Huzurunda
Savaştan birkaç gün sonra Efendimiz aleyhisselâm Abdullah’ın oğlu Cabir ile karşılaşmış; şehidin oğlunun üzgün, moralinin bozuk olduğunu görmüştü.
- Seni neden üzgün görüyorum?
Abdullah babasının yokluğuna alışamamıştı.
- Babam Uhud'da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir aile ve bir hayli borç bıraktı.
Sana bir müjde vereyim mi? Allah Celle bütün insanlarla perde ardından konuştu. Yalnızca senin babanla doğrudan konuştu ve ona: “Dile benden vereyim.” buyurdu.
Baban “Ey Rabbim beni diriltip dünyaya gönder, yine senin yolunda cihad edip şehit olayım.” dedi.
Yüce Allah: “Ben daha önce şehitler geri dönmeyecekler, diye hükmettim!” buyurunca Abdullah: ”Öyleyse ey Allah’ım, halimi geride kalanlara ulaştır.” dedi. Bunun üzerine şu ayet-i kerimeler nazil oldu:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.”[16]
Câbir aldığı nebevî müjdenin sevinciyle evine koştu. Cennetlere ermiş babasının yaşadıkları yüreğini mutlulukla doldurmuş, tüm kederlerini unutturmuştu.
Zindan hükmündeki dünyadan kurtulup ebedi nimetlere, cennetlere kavuştuktan sonra yeryüzüne dönmeyi elbette kimse istemez ama şehitler başkadır, onlar yine dünyaya dönmeyi isterler. Fakat bunu sırf Allah yolunda, İslam’a hizmet için, savaşmak ve şehit olmak için arzularlar. Öyleyse şehâdet ne muhteşem bir makam, Allah yolunda cihad ne faziletli bir ameldir! Allah’ın sadık ve sevgili kulu da bu gerçeğe işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.”[17]
Kırk Altı Yıl Sonra
Sevgili Efendimizin arzuladığı şehadet bambaşka bir güzellik, şehid ise ölümü öldürmüş yüce kişiliktir. Onun ruhunu teslim etmesi bir başka, hesabı başkadır. Kara toprağın bile şehide muamelesi ayrıdır.
Uhud Savaşı’ndan kırk altı yıl sonraydı. Sel yatağına yakın olduğu için bazı şehitlerin kabirlerinin nakledilmesi gerekiyordu. Abdullah b. Amr b. Harâm ile Amr b. Cemûh aynı kabire defnedilmişlerdi. Kabirleri açılınca sanki yeni defnedilmişler gibi cesetlerinin bozulmadığı görülmüştü. Abdullah yüzünden yaralanmış, elini yüzünün üzerine koymuş ve bu şekilde defnedilmişti. Elini kaldırıp yanına koymak istediklerinde yarası kanamaya başladı. Eski yerine koyduklarında ise kanamanın durduğu görüldü. Kırk altı yıl geçmesine rağmen vücutlar çürümemiş, şehidlerin kabirlerinden sızan cennet kokuları etkisini kaybetmemişti.[18]
Bir başka rivayete göre Câbir, Uhud Savaşı’ndan altı ay sonra babasının mezarını ayırmış, onu tek başına defnetmişti.[19] Oğlunun ifadesine göre sanki babası yaşıyor, yatağında uyuyordu.[20]
Uhud’un ilk şehidi Ebû Câbir[21] Abdullah b. Amr b. Harâm radıyallahu anh ilerlemiş yaşına, savaşa gitmesine engel olabilecek türlü mazeretlerine rağmen cihadı, Peygamberle omuz omuza savaşmayı tercih etti. O, Uhud yolunda çıkan fitneye karşı dik durmuş, münafıkların tuzaklarını engellemiş, savaş meydanında Rabbine kavuşan ilk şehit olmuştu.[22] O şehadetini önceden haber vermiş, melekler kanatlarıyla onu gölgelendirmiş, toprak cesedini çürütmemiş, Rabbi onu huzuruna yükseltmişti.
Allah Celle nimetleriyle yücelttiği bu aziz kulunun şehadetini mübarek eylesin. Onun hayatından dersler çıkarmayı ve onu örnek almayı bizlere nasip eylesin. Âmin.
[3] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 83; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 561; Ebû Nuaym, Marifetu’s-sahâbe, III, 1717.
[4] Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 266; Hâkim, el-Müstedrek, III, 225; Muhammed Salih ed-Dımaşkî, Sübülü’l-hüdâ, IV,316.
[6]Buhârî, “Cenâiz”, 78; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 344; Hâkim, el-Müstedrek, III, 224; Ebû Nuaym, Marifetu’s-sahâbe,III, 1718.
[8]İbn Hişam, es-Sîre, III, 68; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 219; M. Yaşar Kandemir, “Abdullah b. Amr b. Harâm”, DİA, I, 86.
[9] Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 306; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 562; Muhammed Salih ed-Dımaşkî, Sübülü’l-Hüdâ, IV, 316.
[10] İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 561; İbn Abdilber, el-İsti’âb, III, 955; Beğavî, Mu’cemu’s-sahâbe, IV, 52.
[12]İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 561; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 266; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 343; İbn Abdilber, el-İsti’âb, III, 955-956.
[13]Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 267, 310; İbn Kesir, el-Bidâye, V, 433; Ebû Nuaym, Marifetu’s-sahâbe, III, 1717.
[16] Âl-i İmrân, 16/ 170; İbn-i Mâce, “Mukaddime”, 13/190; Beyhakî, Delâilu’n-nübüvve, III, 298-299.
[18] Mâlik, el-Muvattâ, “Cihâd” 49; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 267; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, IV, 207-208.
[19] İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 563; Beğavî, Mu’cemu’s-sahâbe, IV,52; Ebû Nuaym, Marifetu’s-sahâbe, III, 1718.
[20] Buhârî, “Cenâiz”, 78; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 562; Hâkim, Müstedrek, III,224; Zehebi, A’lamü’n-nübelâ, I, 326.
Add new comment